Sayfalar

30 Ekim 2010 Cumartesi

Dur Bir Yer Edeyim, Bak Sana Neler Edeyim ...

Mustafa Sönmez

Türkiye’de gelirin birinci elden bölüşümünde büyük eşitsizlik var. Beklenir ki, devlet, vergi ve harcamalar üstünden bu bölüşüm eşitsizliğine müdahale etsin. Gelirin daha adil bölüşüldüğü bazı Avrupa ülkelerinde, özellikle İskandinav ülkelerinde böyle oluyor. Devlet, bu ülkelerde vergi ve harcama üstünden bölüşüme müdahale ediyor, kısmen düzeltiyor. Peki bizde? Bizde, devletin, uzun süredir sosyal şapkası fırlatıldı. Merkezi bütçe dahil olmak üzere, diğer kurumlar da (belediyeler, SGK vb) dikkate alındığında, genelde devletin vergi ve diğer gelirleri, milli gelirin yüzde 35’ine ulaşıyor ve harcamaları da yüzde 40’ı buluyor. Peki bu ölçüde devlet turnikesinden geçen bu gelir ve harcama, hem toplanırken hem dağıtılırken kimlere yarıyor?

Bir kere vergilere bakıldığında dolaylı vergi adı altında ÖTV-KDV’lerden oluşan kısım yüzde 67’yi buluyor ve bu verginin tüketiciden alınan, dolayısıyla tüm gelirlerini tüketen alt ve orta sınıflar aleyhine bir vergi olduğu açık. Vergi gelirlerinin diğer en önemli kaynağı da ücretlilerden, kaynağından kesilen gelir vergileri .Yani verginin hamalı ücretli, tüketici kesim. Vergi gelirleri dışındaki en önemli kamu geliri ise SGK’nın prim gelirleri. Onda da yük, sayıları 13 milyona yaklaşan işçi, memurda.

***

Peki devletin harcama ayağında adalet var mı? Devlet, harcama yaparken, gelir dağılımını düzeltecek bir harcama yaklaşımına sahip mi? Bu, piyasacı, sermayeyi kayırıcı neoliberal iktisadi icraatta. hele ki, bu politikaların militan uygulayıcısı AKP iktidarının 8 yılında hiç geçerli olmadı.




Sadece bu yılın ilk 9 ayını örnek alalım. Merkez bütçeden yapılan 209 milyar TL’lik harcamanın yüzde 44’e yakını sosyal güvenlik, eğitim, sağlık, iskan, kültür, çevre gibi sosyal harcamalara harcanmış. Buna karşılık faize giden para, asker, polis, mahkeme, yönetim ve ekonomik işlere yapılan harcamalar yüzde 56’yı geçmiş.

Vergiyi, herkesten gücüne göre almayarak haksızlık yapan devlet, harcamalarda da adil değil. Kaba bir tasnif bile, Türkiye’nin sosyal bir devlet olmadığını ortaya koyuyor. Sosyal güvenlik ve sosyal yardım için harcanmış görünen yüzde 22 pay da, gerçekten sosyal bir harcama değil. SGK’nın 50 milyar TL’ye yakın prim alacağı tahsil edilmez ve borçlular bir af beklerken, SGK açığı bütçeden kapatılıyor. Sayıları 16 milyonu aşan öğrenciler için devletin yıllık harcaması öğrenci başına ayda 200 TL’yi bulmuyor. Sağlık, bütçeden ancak yüzde 5 pay alıyor. Kültür için harcamalar, Diyanet’e ayrılan bütçeye yetişemiyor , yüzde 1’in altında kalıyor.

***

Bu kadar adaletsizlik ortada iken içkiden, özellikle rakıdan alınan ÖTV’ye yapılan zam ne ola ki? Alkolden alınan ÖTV, 9 ayda 2 milyar 151 milyon TL. İlk 9 ayın 187,5 milyar TL’lik vergi gelirinde, alkolden alınan ÖTV yüzde 1’i bulmazken, KDV ile birlikte yüzde 1,5’u bulmazken, alkole durduk yerde yapılan yüzde 30’luk ÖTV zammının ekonomik değil, sadece ve sadece ideolojik bir anlamı olabilir: O da AKP’nin özellikle referandum sonrası hızlandırdığı “İslami hayat tarzı”nın tesisine, Maliye Bakanı Şimşek’ten bir katkı…Patron RTE’ye şirin görünmenin herkes yarışı içinde ya…Şimşek de “haram” bellediği içkinin beline vurarak göze girmeye çalışıyor…

Hatırlayın şu atasözünü: Dur bir yer edeyim, bak sana neler edeyim ...
Yer açan “Yetmez ama evet”çilerin de kulakları çınlasın…

29 Ekim 2010 Cuma

Dış Açık Büyüyor, Asya’nın Payı Artıyor…

Mustafa Sönmez

İlk 9 ayın dış ticaret verileri, krizde daralan dış ticaret hacminin, yeniden kriz öncesi hacme yaklaştığını, büyümenin, ithalattaki artışla atbaşı gittiğini, dış ticaret açığının da kriz öncesi boyutlara yaklaştığını ortaya koyuyor.

TÜİK verilerine göre, bu yılın ilk 9 ayında ihracat 82 milyar dolara yaklaştı. Bu. 2009’un aynı döneminin yüzde 12 üstünde ama aynı zamanda 2008’in aynı döneminin yüzde 22 gerisinde bir gerçekleşme. Yani , ihracat, krizin daralttığı alanı genişletse de kriz öncesine henüz dönememiş durumda.

2010’da krizden büyümeye geçişle birlikte, dışa bağımlı büyüme ile birlikte, ithalat da hızlandı. Yabancıların sıcak parasının hızlı girişinin, kurları aşağı itmesi ile kamçılanan ithalat, kriz yılının ilk 9 ayını yüzde 30’a yakın geçmiş durumda. Yine de bu yılın ithalatı, 2008’in ilk 9 ayının yüzde 20 gerisinde.

Böyle olunca, dış ticaret açığının da hızla kriz öncesi boyutlara doğru ilerlemekte olduğu görülüyor. Geçen yılın Ocak-Eylül döneminde 27,4 milyar dolara inen dış ticaret açığı, bu yıl yeniden yükseldi ve 48,6 milyar dolara çıktı. Bu açık, 2008’in, kriz öncesinin 10 milyar dolar gerisinde olmakla beraber önümüzdeki aylarda hızlanacağa benzer.


Kaynak:TÜİK Dış Ticaret veri tabanı

Orta Vadeli Plan(OVP), 2010 sonunda ihracatın 112 milyar dolara ulaşırken ithalatın 178 milyar dolara çıkacağını, dolayısıyla dış ticaret açığının 66 milyar doları bulacağını öngörüyor. Bu, kriz öncesinin açığına geri dönüş olacak. Yine OVP’ye göre, bu kadar dış ticaret açığı sonunda cari açık, yani ülkenin döviz açığı, 2010 sonunda 39 milyar dolara çıkacak ve milli gelire oranı da yüzde 5,4 olacak. OVM, izleyen yıllarda da Türkiye’nin cari açığının bu boyutta olacağını öngörüyor. Bu, mili gelirin yüzde 5’inin üstünde bir cari açıkla yaşamak ve bu açığı finanse edecek bir yabancı dış kaynağa sürekli muhtaç olmak demek. Kısa vadede bu yabancı kaynağın doğrudan yabancı sermaye ve uzun vadeli kredi biçiminde olmayacağı, dolayısıyla büyümeyi sürdürmek için sıcak paraya muhtaçlığın önümüzdeki 3 yıl için veri alındığı görülebiliyor.

***
Dış ticaret açığı, kriz öncesine dönerken Türkiye’nin dış ticaretinin sektörel bileşiminde de bazı noktalar dikkat çekiyor. Sermaye mallarından çok ara malı ve tüketim mallarında ithalat öne çıkıyor. Bu sürpriz değil. Sıcak para girişi ile ucuzlayan döviz, birçok ara malının yurt içinden tedariki yerine ithalatını daha cazip hale getiriyor. Ara malı ithalatının bu yıl yüzde 32 ile, yüzde 24’lük ithalat artışının önünde olduğu ve toplamdaki payının yüzde 72’ye çıktığı görülüyor. Tüketim malları ithalatının da yüzde 27 arttığı ve payını yüzde 13’e çıkardığı gözleniyor.

Türkiye’nin dış ticaretinin partnerlerinde de hızla bir değişiklik yaşanıyor; AB’nin payı azalırken Asya ülkelerinin payı artıyor. AB-27’nin ihracattaki payı yüzde 45-46’da takılırken ithalattaki payı da yüzde 40’ın altına düştü. Buna karşılık Asya’ya ihracat 3 puan artarak yüzde 28’e yaklaşırken Asya ülkelerinden ithalatın payı da 4 puan artışla yüzde 31.3’e çıktı. Asya ülkeleri içinde Çin’in ithalattaki payı 1,5 puan artarak yüzde 9,4’e çıktı. İran’dan da ithalat yüzde 132 artarak 5,3 milyar dolara ve payı da yüzde 4,1’e çıkmış görünüyor.

Başka bir ülke grubu tanımıyla bakıldığında, İslam ülkelerine ihracatın yüzde 28,5’ luk payı değişmezken bu ülkelerden yapılan ithalatın payı, 3 puan artışla yüzde 15,2’ye çıkmış görünüyor. İslam ülkeleriyle geçen yıl 8 milyar dolar Türkiye lehine olan dış ticaret, bu yıl ithalatın artmasıyla 3,5 milyar dolara düştü.

27 Ekim 2010 Çarşamba

Sosyal Güvenlikten Çalanlara Af mı?…

Mustafa Sönmez

İlk defa 1961 Anayasası, sosyal güvenliğe anayasal bir hak olarak yer verdi (md. 48). 1982 Anayasası’nda, “Herkes sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilâtı kurar” (md. 60) denildi. 1982 Anayasası’nın 61. maddesinde sosyal güvenlik bakımından özel olarak korunması gereken kişiler de sayıldı. Bunlar; “ Harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri, malûl ve gaziler, sakatlar, yaşlılar ve korunmaya muhtaç çocuklar...” olarak ifade edildi. Devlet bu kişileri sosyal yardım ve sosyal hizmetler yoluyla himaye etmekle görevlendirildi. Anayasa’nın 65. maddesi, devletin, bu görevlerini, amaçlarına uygun öncelikleri gözeterek “mali kaynaklarının yeterliliği” ölçüsünde yerine getireceği hükmünü getirdi. Böylece, bu hüküm bahane edilerek devletin bu görevlerini yerine getirmekten kaçınmasının da yolu açılmış oldu. Nitekim, bugün “Sosyal güvenliğin neresindeyiz?” diye bir soru sorsak, bir dizi eksik, bir dizi hile hurda ile burun buruna geliriz.

***

Türkiye’nin 2009 sonu nüfusu 72,5 milyon iken, bir şekilde “sosyal güvenliğin değdiği nüfus” 69,5 milyondur ama 3,6 milyon hiçbir biçimde sosyal güvenlik şemsiyesi altında değildir. Yani devlet ne parasal, ne de sağlık yardımı biçiminde 3,6 milyona değiyor.

Devlet, yurttaşlarına emeklilikleri ya da iş görmezlikleri halinde aylık bağlayarak ve onların sağlık harcamalarını karşılayarak sosyal güvence sağlamakla sorumlu. Peki bunun kaynağı nereden gelir? Sosyal güvenlik harcamalarının kaynağı, sigorta prim gelirleri ve bütçeden yapılan katkılarla sağlanıyor. Memur, işçi, esnafın prim katkılarının yetmediği sosyal güvenlik harcamaları, merkezi bütçeden yapılan transferlerle karşılanır. İdeali, kısa adı SGK olan Sosyal Güvenlik Kurumu’nun kendi yağıyla kavrulması , prim ve primlerin iyi yatırımlarla değerlendirilmesi sonucu sosyal güvenlik çarkının dönmesidir. Ama bu idealdir. Gerçekte ise sosyal güvenlik için bütçeden önemli kaynaklar aktarılır.

***

Ağustos 2010 itibariyle, sosyal güvenlik havuzuna yaklaşık 16 milyon memur,işçi ve esnaf , 42 milyar TL prim katkısı yaptı. Devlet de 10 milyar TL prim katkısında bulundu. Diğer gelirlerle birlikte SGK gelirleri 60,6 milyar TL oldu. Peki giderler? Devlet , bu 8 ayda 52 milyar TL emekli aylığı ödedi, 21,5 sağlık harcaması yaptı, diğer giderlerle , sosyal güvenlik harcamaları 80 milyar TL’ye yaklaştı. Dolayısıyla açık, 8 ayda 19 milyar TL’yi aştı. Yıl sonunda açık, muhtemelen 30 milyar TL’yi bulacak.

Yani devlet, 8 ayda 9,5 milyon emekliye maaş ödeyerek, onların 3,5 milyon yakınına sosyal güvence (sağlık hizmeti) vererek, 1,3 milyon yaşlı,özürlüye vb. maaş ödeyip sağlık hizmeti vererek, 9,3 milyon yeşil kartlı yoksula da bedava sağlık hizmeti vererek 80 milyar TL harcamış bulunuyor. Ama bu harcamanın 60 milyarını gelirlerle karşılarken 20 milyarını açık vermiş. Bütçeden de bunun için SGK’ya 8 ayda 37 milyar TL aktarılmış. Bunun 20 milyarı açık için, 10 milyarı sosyal güvenliğe devlet katkısı, 2,3 milyar TL’si işverenleri teşvik, 4,7 milyarı da e başka kalemler başlığı altında.

***

Bu arada, bazı uyanıklar, seçim yaklaşırken sigorta prim borçlarını ödemeyip devlete borç takmışlar. Nasılsa af çıkar ve ödemekten yırtarız diye. Bu, ahlak dışı bir uygulama ve neredeyse gelenek. SGK’ya 3,3 milyon esnafın prim borcu 20 milyar TL’ye yakın. İşçi çalıştıran özel sektörün prim borçları ise 21,5 milyar TL. Bunun ağırlığı belediyeler olmak üzere 6,4 milyar TL’si resmi sektörün. Böylece, batak prim alacağı yaklaşık 42 milyar TL. Bunun 10 milyar TL’si ceza. Batığın yıl sonunda, 50 milyar TL’yi bulması kimseyi şaşırtmayacak.
Şimdi AKP iktidarı, bu borcu hakkıyla tahsil etse, yıl sonunda bütçeden açık için 20 milyar TL çıkmadığı gibi SGK, yaklaşık 30 milyar TL’lik taze kaynağa kavuşacak ve hiç güvencesi olmayan yaklaşık 4 milyon insan sosyal güvenlik şemsiyesi altına alındığı gibi, işçi, memur, esnaf emeklilerine daha makul bir emekli maaşı ödenecek, daha makul ve karşılıksız bir sağlık hizmeti verilecek. Ne var ki, AKP iktidarı, seçim yaklaşırken şimdi bu alacakların üstüne bir bardak su içip affetme eğiliminde. Zaten, borçlular da buna alışık oldukları için aylardır prim ödemiyor, affı bekliyorlar.

Bu af gerçekleşirse, yeni bir büyük adaletsizlik, sosyal güvenlikten büyük bir çalma çırpma olacak…

25 Ekim 2010 Pazartesi

İstanbul Balonları…

Mustafa Sönmez

İstanbul, dışarıdan bir gözlemciyi çarpacak hummalı bir büyüme fotoğrafı veriyor. Bir biri ardına yükselen gökdelenler, altyapı için şantiyeler, her milletten yabancı ziyaretçiler, lüks otomobiller, mahşeri kalabalığıyla hava limanları, yeme-içme mekanları, festivaller…Bir canlılık, bir bolluk fotoğrafı ki, sormayın gitsin…Ne kadarı gerçek, ne kadarı “görüntü”?

73 milyona ulaşan Türkiye nüfusunun yüzde 18-19’unu tek başına barındıran İstanbul, ülke milli gelirinin yaklaşık yüzde 30’unu üretiyor. İstanbul, Türkiye istihdamının yüzde 20’sini gerçekleştiriyor. Türkiye dış ticaretinin yüzde 55’e yakını İstanbul limanlarından yapılıyor. Vergilerin yüzde 40’ı İstanbul’dan toplanıyor.

1980 öncesinin azman sanayi merkezi İstanbul’a hükmeden büyük holdingler, 1980 sonrası sanayiyi çevre illere aktarıp holding merkezlerinden yatırımları yönlendirmeyi, sanayinin düşük kar oranlı olanlarını “Anadolu kaplanları”na bırakıp kendileri, finans, iletişim-bilişim gibi yüksek kar oranlı sektörlere, İstanbul’un yükselen kent rantını paylaşmaya yöneldiler. Küreselleşmenin kontrol kulelerinden biri olmaya talip İstanbul’un, dünya kapitalizmi ile entegrasyonu arttıkça , ülkenin diğer bölgeleri ile arasındaki uçurum da büyüdü. 2006 yılına gelindiğinde İstanbul’un kişi başına geliri, Türkiye ortalamasının yüzde 55 üzerindeydi. İstanbul, eskisinden daha da “merkez”, daha dominant duruma geldi. Ülke ekonomisinin büyümesi, İstanbul’dan başlıyor, iç içe dalgalar gibi Marmara’ya, oradan Anadolu’ya yayılıyor. Aynı şekilde, ekonomide daralmada da , kuraklık İstanbul’dan başlıyor ve yine aynı senkronla ülkede yaşanıyor.

***
Bugünlerde İstanbul’daki canlanma görüntüsünün ardında ne var? Küresel depremin etkisiyle 2009’da, ekonomide yaşanan yüzde 5’e yakın daralmanın İstanbul özelindeki boyutunu henüz TÜİK açıklamadı. Ama, önceki yıllardan biliyoruz ki, Türkiye geneli büyüme-daralma ortalamalarının biraz üstünde büyüyüp küçülüyor İstanbul. 2009’da, krizi bir “V” yaparak yaşayan Türkiye ekonomisinin, 2010’daki yeniden büyüme sürecinde tabi ki İstanbul’daki canlanma var. Bu canlanmanın lokomotifi de, borsaya ve devlet kağıtlarına yatırıma gelen yabancı sermayenin “sıcak para” biçimi. İstanbul Menkul Kıymetler Borsası(İMKB), 100 endeksi 2009’u 53 bin puanla kapatmışken 2010’da sıcak paranın akışıyla hızla yükseldi ve 2010 Ekim’inde zirve yaparak 71 bin puanlara geldi. Bu, yüzde 33’e yakın bir artıştı ve dünya borsalarında böyle bir tırmanışın emsali yoktu. Borsadaki büyüklüğü 75 milyar dolar ile yüzde 70’e yaklaşan sıcak paranın bu “teveccühü”nü bütün dünya ilgiyle izlerken, bunun bir varlık balonuna yol açtığını da söylemeden edemiyorlar. Öyle böyle değil, İMKB’deki şirketlerin piyasa değeri 2009’da 235 milyar dolar olarak ölçülürken bugün bu değer yüzde 47 artışla 346 milyar doları bulmuş durumda. İşte İstanbul balonlarından biri bu…

***

İstanbul’a akan spekülatif sıcak paranın en çok tetiklediği sektörlerin başında İstanbul’un inşaat yatırımları geliyor. Gazetelerin, özellikle hafta sonu sayfalarının yarısı, büyük inşaat firmalarının satılık konut,villa inşaatlarının ilanlarıyla sıvanıyor. Büyük reklam kampanyaları ile inşaatlar başlamadan daireler sözleşmelerle satılıyor, konut kredileri hızla artıyor. Yapılmamış teslim edilmemiş konutların durmadan prim yapmış görünüyor.

Hazine verilerine göre, finans sektörü dışındaki özel sektörün dış borç stoku 85 milyar dolara yakın ve inşaat, gayrimenkul geliştirme alt sektörleri, bu borçlanmadan yaklaşık yüzde 30 pay almış durumda. İnşaat sektörü, İstanbul’u her gelir grubuna uygun konut, kentsel dönüşüm projeleri, rezidans, villa inşaatlarıyla, alış veriş merkezleri,ofis inşaatlarıyla donattıktan sonra bu alanlar belli bir doygunluğa ulaşınca hızla otel yatırımlarına yöneldi. İstanbul’un 2010 yatırımlarının yarısını konaklama yatırımları oluşturur hale geldi. İnşaat-gayrimenkul sektöründeki patlamaya, kamunun, belediyelerin altyapı yatırımları eşlik ediyor. İstanbul halkının eğitim,sağlık gibi sosyal ihtiyaçlarına harcanabilecek kamu kaynakları, daha çok ulaştırma ağırlıklı yatırımlara harcanıyor.

***

İstanbul inşaat sektöründeki balonlaşma gözle görülür durumda ve akla hemen Dubai’yi getiriyor. Hatırlanacaktır; Dubai'nin, “Bölgenin Finans Merkezi” olma iddiasıyla başlattığı devasa yatırımlara, sıcak para baronları da önemli yatırımlar yapmışlardı. Küresel krizle birlikte, yapılamayan satışlar, askıya alınan yatırım niyetleri, Dubai'de dev projeleri de arka arkaya sarstı. Tutarı 30 milyar doları bulan konut projesi iptal edildi. 2008'e kadar Dubai'de gayri menkuller inşaat başlamadan satılıyor ve sürekli prim yapıyordu. Global krizle ofis fiyatları yüzde 60, rezidans fiyatları yüzde 50 düştü. Tamamlanmış ofislerin yüzde 60'ı aylarca kiracı bulamadı.

İstanbul’da dış kaynağa dayalı inşaat hamlesinin sürüklediği büyümenin başına, umalım Dubai’de olanlar gelmesin. Ama, kesin olan bir şey var; İstanbul balonları şiştikçe şişiyor.

23 Ekim 2010 Cumartesi

Türkiye’de Yabancı Kaçak İşçiler…

Mustafa Sönmez

Malların ve sermayenin sınırsızca dünyanın tüm coğrafyalarında hareket etmesini savunan neoliberalizm, mesele, emeğin serbest dolaşımına geldiğinde ikiyüzlülüğünü ne yapsa gizleyemez ve ekmeğinin peşinde serbestlik isteyen işçilere hemen engeller çıkarır. “Yabancıların çalışma izni” mevzuat hazretleri, emeğin karşısına dikilir. Yine de ekmeğini her tür güvenceden yoksun, düşük ücret ve yaşama koşulları altında sürdürmek isteyenler “kaçak işçi” yaftasıyla sınırları zorlar. Bugün, hem gelişmiş hem gelişmekte olan birçok ülkede milyonlarca kaçak işçi tutunmaya çalışıyor. Kendi işgüçleri konusunda “ulusalcı” kesilen ülke kapitalistleri, her ne kadar yasaklar koysa da , yine de belli ölçülerde kaçak işgücüne göz yumarlar. Çünkü, kaçak yabancı işçiler, düşük ücrete boyun eğip genelde ücret düzeyini aşağı çekerek, ağır, tehlikeli işleri üstlenerek, sisteme can katarlar.

***

Türkiye’de çalışma izni bulunan yabancı sayısı ne kadardır dersiniz? Çalışma Bakanlığı’nın resmi istatistiklerine bakılırsa, verilen izinler 2004’ten sonra hız kazanmış. 2003’te 855 kişiye çalışma izni tanınırken 2004’te bu sayı 7 bin bandına çıktıktan sonra, izleyen yıllarda ortalama 10 bini buldu. Bunlar, legal çalışanlar. Ya kaçaklar? Bu konuda rivayet muhtelif. Kabinenin sansasyonel demeçleriyle dikkatleri çeken bakanlarından Ömer Dinçer, geçenlerde 20 bin Çinli işçi olduğundan ve işverenlerin yeni Çinli işçi çalıştırma taleplerinden söz etti. Çinli işçiler, ayda 100 dolara çalışıyorlarmış.

Türkiye’ye özellikle, duvarın yıkılmasından sonra eski reel sosyalist ülkelerden, Asya’dan, Afrika’dan, iş-aş peşinde akın akın göç geldiği malum. Rus, Ukraynalı, Gürcü, Azeri, Ermeni, Romen, Bulgar, Bosnalı, Moldovyalı…Turist pasaportu ile gelen bu nüfus, önceleri bavul ticareti ile iş-aş bulurken sonraları ücretli çalışmak üzere, özellikle İstanbul’u mekan tuttular. Bu coğrafyadan gelenlere daha sonra Asyalılar eklendi. Filipinli, Malezyalı, Çinli…Derken Afrikalılar boy gösterdi İstanbul’da. Yine de yabancı işgücü istihdamının büyük boyutlarda olduğunu söylemek güç. Çalışma Bakanı Dinçer, kaçak yabancı işçi istihdamından yakınırken elinde bunu caydırıcı önlemler olduğunun farkında değil mi? Mevzuata göre, kaçak yabancı işçi istihdam eden işveren, her bir yabancı işçi için yaklaşık 6 bin lira ceza öder. Tekrarı halinde ceza ağırlaşıyor, para cezasının yanında başka cezalar da geliyor. Ama esaslı bir denetim olduğu sanılmasın.

***

Türkiye de uzun süredir işgücü ihraç eden bir ülke. Halen sadece Avrupa’da 3 milyonun üstünde bir nüfus iş-aş gailesinde. Kaçak barınan, çalışan da az değil. Yıllarca, “Acı vatan”da tutunmak isteyen yurttaşlarımızın iç burkan hikayelerini dinlerken Batılılarca itilip kakılmalarından, hor görülmelerinden yakındık, yabancı düşmanlıklarını lanetledik… Bugün bile, krizdeki Avrupa’da topun ağzında yine göçmen işçiler, aileleri var. Avrupa’nın yükselen faşist hareketleri yabancı düşmanlığı, İslamofobi üstünden tırmanıyorlar. Ya bizdeki, “içimizdeki yabancı düşmanlığı ?”. Son zamanlarda, bizde de yabancı düşmanlığına çanak tutacak, kraldan çok kralcı mihraklar boy gösteriyor. Çalışma Bakanı’na destek sevdasıyla 21 Ekim tarihli Sabah’ta, kaçak yabancı işçi sayısının 500 bini aştığı, bunlar olmasa işsizliğin yüzde 10.6’dan yüzde 8,7’ye düşeceğine dair bir haber yer aldı. Haberde, kaçak yabancı istihdamından dolayı devletin vergi ve prim kaybının 6 milyar TL’yi bulduğu ifade ediliyordu. 500 bin yabancı kaçak işçi rakamına nereden varılıyordu? Böyle bir istatistik yok. Sadece “olsa olsa..” diye yapılan tahminler var. Kaçak yabancı istihdamında resmi veriler yok ama resmi ve “gerçek” işsizler konusunda verilerimiz var. TÜİK’e göre resmi işsiz sayımız 2,7 milyon. Buna umudunu yitirdiği için iş aramayan, mevsimlik çalışan,iğreti çalışan nüfusu eklediğinizde 6 milyona yakın işsiz ve yüzde 20’5’u bulan gerçek işsizlik oranına ulaşıyorsunuz. Bu kadar işsiz nüfustan ne kadar iş çalmış olabilir yabancı işgücü? Sabah gazetesi 500 bin diyor, ama “kafadan” ve onlar olmasa bu işler “bizim” olur diyerek yabancı düşmanlığına, bilerek bilmeyerek, işaret fişeği çakıyor.

İşsizliğin nedeni olarak yabancıları göstermek, çok eski ama eskimeyen bir burjuva hilesidir. Emeği emeğe düşürmek…Kar ve sermaye hırsı ile tıkanan ve işsizliği tırmandıran kapitalizmin gerçek sorumlu olduğunu saklamak…Sabah’ın haberindeki gibi, 500 bin yabancıyı kapı dışarı edip o işleri kendi işsizlerimize verseniz bile, geride 5,5 milyon işsiz kalıyor…Onları ne yapacaksınız ?

İşsizlik, iş-aş gailesinin gerçek sebebi kapitalizmdir, kar ve sermaye birikimi hırsıdır. Oysa dünya, hepimize yetecek kadar münbit bir topraktır, tıpkı Nazım’ın Taranta Babu’ya Mektuplarında yazdığı gibi:

Düşün TARANTA - BABU! /İnsanoğlunun yüreği/ kafası/ kolu/yedi kat yerin altından /çekip çıkarıp/ öyle ateş gözlü çelik allahlar yaratmış ki/ kara toprağı bir yumrukta yere serebilir,/ yılda bir veren nar /bin verebilir./ Ve dünya öyle büyük,/ öyle güzel/ öyle sonsuz ki deniz kıyıları/ her gece hepimiz /yan yana uzanıp yaldızlı kumlara/ yıldızlı suların /türküsünü dinleyebiliriz...

22 Ekim 2010 Cuma

CHP: Taban mı, Fincancı Katırları mı?

Mustafa Sönmez

2008 küresel krizinin ardından dünya önemli bir alt üst oluş yaşadı, yaşamaya devam edecek. Olağanüstü koşullar, olağanüstü duruşlar, çıkış formülleri ister, radikalleşme ister. Ana muhalefet partisi CHP’nin 8 yıllık AKP hegemonyasını aşması ve kriz koşullarında iktidara talip olması da , ancak radikal bir söylemle ortaya çıkmasına bağlıydı. CHP’nin yeni Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun başarı şansı buradaydı. Bugün türban, Kürt meselesi, dış politika, özgürlükler konusunda, özellikle ekonomide, CHP’nin, yeni bir çıkış, kitleleri heyecanlandıran, ümitlendiren yaklaşımlar ürettiği söylenebilir mi? Kitlelerin iş-aş meselesi gündemden hiç düşmezken, CHP’den işsizlik, gelir dağılımı, bölgesel denge, ekonomiyi bağımsızlaştırma, kamu kaynaklarının yağmasını önleme konusunda üretilmiş yaklaşımlar çok yetersiz. CHP, bir sosyal demokrat parti olmanın gereği, sırtını sendikalara, kitle örgütlerine, örgütlü-örgütsüz tüm yoksullara dayayan bir parti olma yönünde eksen değiştirmeliydi. Bu yöndeki çabalar çok yetersiz.

***

CHP’de ekonomik program üretenlerin bugüne kadar kamuya yansımış yaklaşımları, hiç de farklı şeyler söylemiyor. “Sosyal piyasa” gibi, ne idüğü belirsiz, Tony Blair ile birlikte iflas etmiş, Dervişçi bir çizgiden öteye giden ne var? Tabanın taleplerini örgütleyen, üretime, istihdama öncelik veren, kamu müdahaleciği ile AKP’den ayrışan bir söylemden çok, kendini TÜSİAD’cılara beğendirme, fincancı katırlarını ürkütmeme kaygısında bir CHP var görünürde. Açıkça konuşmak gerekirse, Kılıçdaroğlu’nun etrafını kuşatan liberal kadronun ekonomiye yaklaşımları, suya tirit önerilerden ibaret. Bu zevattan akıl alan Kılıçdaroğlu’nun 14 Ekim tarihli Cumhuriyet’te, Utku Çakırözer’e verdiği mülakatta özelleştirme ile ilgili hissiyatı, tek başına, CHP’nin nerede durduğunu gösteriyor. CHP Başkanı’nın ifadesi aynen şöyle: Özelleştirmeye karşı katı, ideolojik tutumumuz yok. Ama kamu açısından stratejik alanların özelleştirilmesine karşıyız. Aslında zaten özelleştirilecek bir şey kalmadı. Karşı çıksak ne olacak, çıkmasak ne olacak?”

Vakit varken, Başkan’a hatırlatmak gerekir; Özeleştirmecilerin hedefi, sadece KİT’ler değildir. Onlar, her tür kamusal üretimi, kamusal varlığı hedefine koyan; her tür kamusal mal ve hizmet üretimini metalaştırıp ticarileştirmeyi, bunların üstünden kar ve sermaye birikimi sağlamayı amaçlayan bir zihniyete sahiptirler. Özelleştirme, KİT’lerle sınırlı kalmamıştır, kalmaz; eğitimden sağlığa, belediye hizmetlerinden köprü, yol, tarih, kültür varlıklarının, kent topraklarının talanına kadar uzar özelleştirmenin hedefi. AKP, Boğaziçi köprülerinden, otoyollara, Galataport, Haydarpaşaportlara, okul binalarından 2B arsalarına, mayınlı tarlalara kadar bulabileceği her şeyi satmanın, özelleştirmenin peşindedir. Müzeleri, ören yerlerini, belediye hizmetlerinin her türlüsünü özelleştirmenin peşindedir. Bunlar ortada iken, CHP Başkanı’nın “Özelleştirilecek bir şey kalmadı” ifadesi, gerçek tehlikenin yeterince anlaşılmaması mı, yoksa CHP’yi, özelleştirme karşıtı bir parti gibi göstermeme çabası mıdır, siz karar verin. Peki kimin için bu çaba? Kimleri ürkütmemek için? Bu tavırla “yeni” olunabilir mi? Farklılık yaratılabilir mi?

***

İşsiz sayısının 6 milyona yaklaştığı, sözde büyümenin istihdam yaratmadığı, bölgesel uçurumun, gelir uçurumunun büyüdüğü koşullarda CHP, kamu yatırımlarını artıracağını şimdiden ilan etmeyip de ne zaman edecektir? Türkiye’nin iş-aş sorunlarının çözümü için KİT yatırımları, sadece Doğu/G.Doğu’ya mı gereklidir? Ya Karadeniz, ya Orta Anadolu, Ege işsizlerinin durumu ne olacaktır? Üretimi, istihdamı ön plana alan, bunun için de kamuyu yeniden yatırımcı yapacak bir yaklaşımdan yanayız dememekle, hangi fincancı katırlarından çekinmektedir CHP?

Sıcak para ipine sıkı sıkı sarılarak yalancı bir bahar havası yaratan AKP’nin bu tutumu karşısında, CHP, sadece “sıcak paraya karşıyız” demekle mi kalmalı? Sıcak para ile büyüme, AKP’nin temel stratejisidir. Bu afyonla, üretimi, istihdamı köreltme pahasına, bütçe açığını azaltıyor, merkez güçlerle iyi geçiniyor, içerideki ithalatçı işbirlikçilerle uyum içinde yaşıyor, yandaş sermayeyi hızla palazlandırıyor. CHP, tam da bunun tersini savunmalıdır ki, AKP’den farkı anlaşılsın. CHP, neden çıkıp, biz sıcak paraya Brezilya’nın, Çin’in, diğer Asya ülkelerinin yaptığı gibi “Tobin vergisi” uygulayacağız, TL’nin aşırı değerlenmesini önleyeceğiz, ithalatı değil, yerli üretimi, ihracatı teşvik edeceğiz, diyemiyor? Neden, dış kaynağa bağımlılığı azaltmak için, iç tasarrufları artıracağız , bunun için de kapsamlı, adil bir vergi reformuna gidip herkesten gücüne göre vergi alacağız, diyemiyor ?

Taban mı, varlıklı sınıflar, fincancı katırları mı? CHP, alternatif olmak istiyorsa, vakit varken, hızla netleşmeli, teslimiyetçi liberal çizgiden uzaklaşmalı, kitlelerin, tabandakilerin iş-aş beklentisine, inandırıcı, onları sürece katan çözümler üreterek umut vermelidir.

20 Ekim 2010 Çarşamba

Sıcak Para, İktidarın Bütçesini Düzeltiyor

Mustafa Sönmez

Türk Lirasını aşırı değerlendirerek ihracatı olumsuz etkileyen, ithalatı azdıran, dolayısıyla hem yerli üretim ve istihdama ağır darbeler vuran hem de önemli dış ticaret açığına, dolayısıyla cari açığa (döviz açığı) yol açan sıcak para girişini, başta RTE olmak üzere, etrafındaki ekonomi ile ilgili bakanlar pek seviyorlar. İhracatçıların bütün ağlama sızlamalarına karşın sıcak para girişine kapıları ardına kadar açan iktidarın bu “sıcak paraseverliği”nin altında , bütçeye sağladığı yararlar var. Bütçeye derman olan sıcak para, seçime giden iktidar için de baş üstünde tutulacak bir “nimet”…

***

Manzara şudur: Bu yılın Ocak-Eylül döneminde bütçe açığı 21.3 milyar TL olarak gerçekleşti. 2009’un aynı döneminde bu açık 41 milyar TL’ye yakındı. Ortada açığın yarı yarıya azalması gibi bir durum var. Bu nasıl oldu? Anlatalım; Vergi gelirleri bu yıl, geçen yıla göre yüzde 23’e yakın arttı, bütçe giderlerindeki artış ise yüzde 6’da kaldı. Böyle olunca açık, yüzde 48 oranında azalarak 21 milyara kadar geriledi. Şimdi Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in, kasılarak bütçe performansındaki başarıdan söz etmesinin altındaki gerçek nedir? . Bu düzelmiş bütçenin altında, tabii ki sıcak para afyonu vardır. Sıcak para girişi ile ithalat,dolayısıyla, ithalattan alınan KDV artmakta, damga vergisi, dış ticaretten alınan diğer vergi ve harçlar artmaktadır. Bunların yanı sıra , ithal girdi ile canlandırılan iç tüketim hızlanmakta, bu da dahilden alınan KDV, çeşitli mal ve hizmet tüketiminden alınan Özel Tüketim vergisi (ÖTV) tahsilatını artırmaktadır. Sonuç şudur: Sıcak para, ithalatı ve büyümeyi tetikliyor, bu da ithalat ve iç pazar tüketiminden alınan dolaylı vergileri artırıyor. Böylece, sadece 5 dolaylı verginin artışı yüzde 31’e, bu vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payı ise yüzde 60’ın üstüne çıkmıştır.



Çoğunluğu alt-orta sınıflarca ödenen dolaylı vergilerde yüzde 31’in üstünde vergi artışı sağlayan AKP Hükümeti, çoğu ücretli ve maaşlılardan stopaj usulüyle tahsil edilen gelir vergisi tevkifatında da yüzde 4 artış sağladı. Böylece dolaylı vergilerle verginin yüzde 60’ını ödeyen ortalama tüketicilerin yanısıra ücretliler, bordrolarından kesilen vergiler ile toplam vergilerin yüzde 17’sini yüklendi. Yani, uçamayan kazlar yine yolundu.

***

Sıcak paranın yarattığı hormonal büyüme ile bütçe gelirini artıran iktidar, harcamalardaki artışı ise yüzde 6’da tutmuş görünüyor. Harcamalarda kısıntı nereden diye bakıldığında yine sıcak paranın izi görülüyor. Sıcak paraya yakılan ışıkla devlet kağıtlarına yatırım yapan yabancıların iştahı, faiz oranlarını biraz olsun düşürdü. Bu da , bütçeden faiz olarak yapılan harcamayı yüzde 14 azalttı ve 39 milyar TL’ye indirdi. Geçen yılın ilk 9 ayında faiz giderleri bütçe giderlerinin yüzde 23’ünü oluştururken bu yıl bu oran yüzde 19’a düştü. Hükümetin bütçede kıstığı en önemli kalemlerden birini de sağlık giderleri oluşturuyor. Geçen yıl 5,1 milyar TL olan sağlık giderleri, bu yıl yüzde 26 azaltılarak 3,8 milyar TL’ye düşürülmüş durumda. Hazine’den sosyal güvenlik açığına yapılan katkılar 22,4 milyar TL’de kalmış, artış oranı yüzde 4,5’ta tutularak giderler frenlenmiş. Bu tasarruflar, sağlık harcamalarının bir kısmı hastalara ödetilerek yapılmıştır.

Sonuçta bütçe açığı , geçen yıla göre yarı yarıya düşürülürken AKP iktidarına 2011 seçim yılında herkese seçim şekeri dağıtacak bir imkan da sıcak para girişi ile ortaya çıkmaktadır.

AKP iktidarının sıcak para meftunluğu, ekonomiye uzun vadede verdiği büyük zararlara rağmen, yeniden iktidar olma hırsı uğruna, süreceğe benzemektedir.

18 Ekim 2010 Pazartesi

“Yeni Medya Düzeni” Kimin Düzeni?

Mustafa Sönmez

Devrin moda deyimlerinden biri “Yeni Medya Düzeni”. Yenilik, her şeyden önce medyada ortaya çıkan yeni mecralarda. Yani digitalleşmede…İnternetin, GSM şebekelerinin , geleneksel yazılı medyanın, hatta televizyonun yanında birer mecra olarak boy vermesi…Şimdi digital medyayı dikkate alarak içerik ve gelir modelleri konuşuluyor. Yazılı medyanın, digital medya ile ne kadar bir arada yaşayabileceği, ne kadar çekişeceği tartışılıyor.

Her ülkenin medya yapılanması farklı. Her şeyden önce unutulmaması gereken, medyanın, ekonomik bir sektör olmaktan önce, toplumun politik ve ideolojik yeniden üretimini gerçekleştiren temel kurumlarından biri olması; Ülkedeki sınıfsal güç dengesinin yansıdığı bir platform olması. Medya, bir ülkenin hakim güçlerinin iç kavgasının yansıdığı; ülkedeki sermaye egemenliğinin yeniden üretilmesinde işlevi olan en önemli düzlemlerden biri, belki de en önemlisi… Medyada digitalleşme, son tahlilde yeni “araçlara” , yeni mecralara kavuşmak demek.Ya içerik? Onu belirleyenler, her zaman medyanın egemenleri. İçeriğin özü aynı kalırken, varolan araçlara bir de digital olanlar ekleniyor, o kadar.

***
Türkiye’de digitalleşmenin boyutlarına göz atalım mı? TÜİK, 2010’da hanelerin yüzde 34’ünde masaüstü bilgisayar, yüzde 17’sinde de dizüstü bilgisayar olduğunu belirlemiş. Bu, bilgisayar sahipliğinin yüzde 51’e ulaşması, her 2 evden birinde bilgisayar bulunması demek.

Telekomünikasyon Kurumu’na göre ise, 2003 yılında sadece 19 bin internet abonesi varken, bu sayı 2006’da 2,8 milyona, 2010 Haziran’da 7,7 milyona ulaştı. Toplam internet abone sayılarının yıllık büyüme oranı yüzde 25’e çıkmış görünüyor. Yine TÜİK’in belirlemelerine göre, Türkiye’de hanelerin yüzde 42’si internete ulaşabilir durumda. Oran, kentlerde yüzde 49’a yaklaşıyor. İnternet kullanan ailelerde e-posta gönderip/alma amacı, yüzde 73 ile ilk sırayı alıyor. İnternet, ikinci olarak en çok (yüzde 64) sohbet odalarına mesaj göndermek için kullanılıyor. İnterneti, gazete-dergi okumada kullanma, yüzde 59 ile üçüncü sırada. Ailelerin yarısı, interneti radyo TV izlemede kullandıklarını da bildirmişler. Cep telefonu üstünden internet hizmeti alanların sayısı ise şimdilik 1 milyonu bulsa da önemli bir yerde.

Gelelim GSM, yani cep telefonu aboneliğine. 2010 ortasında cep telefonu abone sayısı 61,5 milyona ulaşmış durumda. Bu, 16,3 milyon sabit telefon aboneliğinin neredeyse 3 kat üstünde. 3G abone sayısı ise 11,4 milyonu bulmuş bile…

***

Digitalleşme, elbette önemli. Ama bir de soruyu şöyle soralım. İnternet ve GSM kullanımının bu kadar yaygınlaşması, medyadan beklenen bilgi, haber almada, farklı yorumlara ulaşmada, ifade özgürlüğünü genişletmede ne kadar ilerleme yarattı? İçeriği ne kadar demokratikleştirdi? Aslolan bu değil midir?

***

Bu soruya yoğunlaşıp Türkiye’nin medya ortamına göz attığımızda görünen şu. Mecralarda, yani araçlarda yenilik doludizgin ama içerikte anti-demokratikleşme de ürkütücü boyutta. Neden böyle? Dönüp dolaşıp medya mülkiyetini hatırlamamız gerekiyor. Medyada oligopolistik yapı pekişmiş durumda. Reklam harcamalarından yarısını aldığını belirten Doğan Grubu, medya düzeninin yarısına hükmediyor; yazılı medyadan, görsel medyaya, internet gazeteciliğinden kitap, müzik endüstrisine kadar farklı medya alt sektörlerinde egemen bir grup Doğan…

Medya düzenimizin bu hegemonik yapısına bizzat AKP iktidarınca, RTE eliyle “düzenleme” yapıldı. TMSF’nin müflis Dinç Bilgin’den devraldığı ikinci büyük medya grubu, Sabah-ATV, kamu bankalarının açtığı kredilerle, RTE’nin damadının yönettiği gruba verildi. Bu cüretkar hamleye, AKP ile koalisyon halindeki Fethullah Gülen cemaatinin mensuplarının kontrol etiği medya kuruluşları eklenince medyada iki bloklu bir yapı çıktı:Doğan Grubu karşısında “yandaş medya”. Arada kalan Çukurova, Doğuş, Ciner ve bazı irili-ufaklı medya kuruluşları, bu ana bloklaşmayı tamamlayan üçüncü (hatta buçuk mu demeli?) grup.

TRT ve Anadolu Ajansı gibi iki büyük kurumla kamu yayıncılığı ise, bekleneceği gibi, AKP iktidarının kontrolünde.

Bu medya mülkiyeti, bu güç dengesi, “medya düzeni”nin özünü oluşturur. Medya düzeninde içerik üretimi, esas olarak bu mülkiyet düzeni , bu düzende gücü oranında boy gösterenlerin beklentileri ve çıkarları doğrultusunda şekillenir. “Kağıttan egemenliğe”, digital ögelerin eklemlenmesi, temelde neyi değiştirir, neyi “yeni” yapar? Sanırım temelde fazla bir şeyi değil…Hatta bireye her saniye ulaşmanın imkanını sunan digital araçlar, bireyi daha sıkı manipüle etmenin imkanını sunmuyor mu? Ama yine de digitalleşme, sistemde küçük çatlaklar, demokratikleşme için yeni nefes boruları da açıyor. Ayrıca tartışılması gereken konular bunlar…

16 Ekim 2010 Cumartesi

Gerçek İşsizler 6 Milyona Yaklaştı.


Mustafa Sönmez


Temmuz ayı işgücü-istihdam-işsizlik verileri, işsizlik cephesinde yeni bir şey olmadığı gibi, kış işsizliğinin yolda olduğuna işaret ediyor. Haziran’dan Temmuza işgücünün 21 bin arttığını , istihdamın ise 10 bin azaldığını, yani 10 bin kişinin 1 ayda işinden olduğunu görüyoruz. Böyle olunca, sadece Temmuz’da işsizler ordusuna 31 bin kişi katılmış bu sürede ve işsizlerin sayısı 2 milyon 782 bine ,işsizlik oranı da yüzde 10,6’ya çıkmış görünüyor. Tabii, bu, resmi işsizler ve işsizlik oranı. Umudunu yitirmiş, mevsimlik ve esnek çalışanları eklediğimizde işsiz sayısı 5 milyon 804 bine kadar çıkarken işsizlik oranı da yüzde 20,5’u görüyor.

Genç işsizliği yine ürkütücü. Resmi işsizlik 15-24 yaş grubunda yüzde 19,5 olarak belirlenirken kentlerde , yani tarım dışında genç işsizliği yüzde 24,5 gibi ürkütücü bir boyutta alarm veriyor.





İşsizliğin tarımla kamuflajı Temmuz verilerine de yansıyor. Tarımda arz sorunu, üretim eksikliği ortada. Tarımda üretici fiyatlarındaki yıllık artış yüzde 22’yi buluyor. Tarım büyümüyor. Buna karşılık tarımsal istihdam durmadan artmış görünüyor. TÜİK’e bakılırsa, geçen Temmuz’dan bu Temmuz’a tarım istihdamı yüzde 5,5 artmış. Tarımda hikmeti bilinmeyen bu istihdam artışı, haliyle işsizliği de kamufle ediyor.

Sanayideki kısmi toparlanma, imalat sanayi istihdamının Temmuz’da da 41 bin kişiye iş kapısı açtığını ortaya koyarken inşaatın da 52 bin istihdam yarattığı görülüyor. Böylece tarım,sanayi ve inşaattaki istihdam artışları Temmuz ayında 143 bini bulmuş durumda.

Hizmetler sektörüne gelindiğinde, büyüme iklimine rağmen bu dalda istihdam artışı yerine istihdam kaybı var. Hizmetlerde istihdam kaybı Temmuz ayında Haziran’a göre 153 bini bulmuş. En önemli istihdam kaybı, yaz ayına bağlı olarak eğitim sektöründe. Bu dalda istihdam kaybı 90 bini bulmuş, bir ayda. Ekonomideki büyüme eğilimlerine rağmen ticaret dalında istihdam artmıyor. Temmuz’da da 27 bin istihdam kaybı olmuş sektörde.

Turizmin omurgası otel-lokanta sektöründe daha çok istihdam artışı beklenirken, bu beklenti gerçekleşmemiş. Sadece 6 bin iş açılmış Temmuz’da turizm sektöründe.

***

Ekonominin yüzde 11’e yakın büyüdüğü yılın ilk 6 ayında , umulan istihdam artışının gerçekleştiği, istihdamın temposunun büyüme temposu ile örtüştüğü pek söylenemez. Büyüme ile istihdam arasındaki asimetri, özellikle tarım sektöründe dikkati çekerken sanayinin toparlanmasıyla beraber, özellikle imalat sanayiinde istihdam artışı gerçekleştirdiği görülebiliyor. Büyüme-istihdam örtüşmezliği hizmetler sektöründe de dikkat çekiyor.

Bekleneceği gibi, Temmuz işgücü, istihdam, işsizlik verileri, “mevsimselliği” içeriyor. Tarım, inşaat, turizm gibi alt dallarda istihdamın canlandığı bu mevsimde, sonbahara, kışa doğru mevsimsel istihdamın azalması, dolayısıyla işsizlik oranının yeniden “kış işsizliği” rakamlarına çıkmasını bekleyebiliriz. Bu da , Temmuz’da yüzde 10,5 görünen resmi işsizliğin Ağustos’tan itibaren artarak yüzde 11-12 platformuna taşınması demek. Özellikle tarım dışı işsizliğin, mevsimsellikten arındırıldığında yatay bir seyir izleyerek yüzde 14 platformunda kemikleşme eğilimi göstermesi iyiye işaret değil.

İşsizliği yüzde 10’a indireceğini öne süren RTE’ye sıcak para balonu ve mevsimler de yardım etmedi. Yaklaşan kışla birlikte işsizliği daha çok yaşayacak, daha çok konuşacağız.

15 Ekim 2010 Cuma

Sıcak Para: İktidar Kazandırıyor, İhracatçı Kızıyor…


Mustafa Sönmez

Dolar kuru, beklendiği gibi kısa sürede 1.50 TL bandından 1.40 bandına, oradan da 1.30 TL bandına indi. Düşüş sürer mi, sürer. En azından Ekim sonuna kadar bu böyle gider. Merkez Bankası verilerine göre, bu yılın ilk 6 ayının sonunda sıcak paranın hisse senedine yaklaşık 2,5 milyar dolar, devlet iç borçlanma senetlerine (DİBS) 9,5 milyar dolar, banka mevduatına da 10,5 milyar dolar yatırdığı anlaşılıyor. Bu, toplamda 6 ayda 22,5 milyar dolarlık bir giriş demek. Akışın, Ekim’de de sürdüğü biliniyor.


Sıcak parayı böylesine çeken ne? Tabi ki kar. AKP iktidarının izlediği para politikası, sıcak para için Türkiye’yi mükemmel bir adres durumuna getirmiş durumda. Ne mi kazanıyor sıcak para? Diyelim ki, yıl başında 10 bin dolarlık sıcak para geldi ve devlet kağıdı aldı. Eylül sonunda TL bazında getirisi yüzde 6,2. Dolar kurundaki düşüşü de dikkate alırsanız dolar bazında 9 aylık getirisi yüzde 9,5. Yani 2009 yılı sonunda Türkiye’ye getirilerek DİBS’lere yatırılan 10 bin dolar , Eylül sonunda 10 bin 950 dolara, neredeyse 11 bin dolara çıktı. Nerede var böyle kar? Ya da sıcak para, Türkiye’deki bir bankaya mevduat olarak gelmiş olsun. Türk lirası banka mevduatında tutulan sıcak para da bu yılın ilk dokuz aylık döneminde dolar bazında yüzde 11 kar elde etti. 2009 yılı sonunda TL mevduata yatırılan 10 bin dolar Eylül 2010 sonunda 11 bin 100 dolara çıktı. Nerede var böyle kar?

Borsada, hisse senetlerinin bu yılın ilk dokuz ayında TL bazında artışı yüzde 24,5. Aynı dönemde dolar kuru da yüzde 3 oranında azaldığı için, İMKB’nin dolar bazında dokuz aylık getirisi yüzde 28,3 olarak gerçekleşti. Diğer bir ifadeyle 2009 yılı sonunda Türkiye’ye getirilerek hisse senedine yatırılan 10 bin dolar, Eylül sonunda 12 bin 830 dolara kadar yükseldi.

***

Bu kadar kazandıran bir ülkeye sıcak para girişi hiçbir engelle karşılaşmıyor. Asya ülkelerinin, Brezilya’nın, ülkemizin üretimini, istihdamını olumsuz etkiliyor diye uyguladıkları sınırlamalarla karşılaşmıyor. Merkez Bankası, enflasyonu düşürmeye yardım ediyor diye, TL’yi aşırı değerlendiren sıcak para girişine karışmıyor. Sıcak para girişi ile şu sıralar artık 1.30 TL bandına inen dolar kuru, ithalatı kamçılıyor, içeride sahte bir bahar yaratıyor.Hükümet de bu afyonlamadan memnun. Dışarıdan 260 milyar dolar döviz üstünden borçlanmışlar memnun. Memnun olamayan kim? İhracatçılar, turizmciler.Yani dışarı mal ve hizmet satanlar. Onların da ağlayıp sızladıkları makam yine Hükümet…Hükümette, Dış Ticaretten Sorumlu Devlet Bakanı Zafer Çağlayan, izlenen kur politikasından şikayetleri dile getiriyor. En son dedi ki CNBC-e’ye, “Ekonomistlerin tartışmasına açmak istiyorum. Enflasyonla mücadele eden ülkelerde enflasyon düşerken paralarının değeri de düşüyor. Para Politikası Kurulu’nun yanlış uygulamalarından faizin yüksekliğinden TL değerlenmiştir. Bu konuda Türkiye tek örnek, fiyat istikrarını ana hedefi olarak belirleyen Merkez Bankası enflasyonu indirirken bilerek mi TL’yi değerlendirmiştir” Bakan, aslında cevabı biliyor… Evet , taammüden TL’yi değerlendirmektedir MB…Merkez Bankası’nın bağımsızlığının Türk ekonomisinden bağımsız olamayacağını söyleyen Çağlayan, enflasyon hedeflemesinin yeniden gözden geçirilmesi için Bakanlar Kurulu’na teklif götüreceğini eklemiş. Bence havasını alır, hatta RTE’den zılgıt yer…



Bu arada, şikayetçi ihracatçılar, niye şikayetlerini hala iktidara götürüyor da CHP’nin kapısını çalmıyorlar, cevabını bilen var mı?

13 Ekim 2010 Çarşamba

Anadolu Sermayesi Değil, İslami Sermaye…

Mustafa Sönmez

Yaygın medyanın da işgüzarlığıyla Türkiye’de bir sermaye fraksiyonu kavramı icat edildi: “Anadolu sermayesi…”. Bu deyim, AKP iktidarı öncesi de kullanılırdı. Şimdilerde ise , özellikle sol liberallerce TÜSİAD’ın rakibi olarak ,İslami sermaye yerine kullanılıyor.…TÜSİAD’ın yönetiminde bulunmuş olmakla beraber şimdilerde liberal düşünce üretimine katkıda bulunan, Eczacıbaşı ve Soros kaynaklarıyla dönen TESEV’in Başkanı Can Paker, 11 Ekim tarihli Referans Gazetesi’nde "Anadolu sermayesi, İstanbul sermayesi ayrımı TÜSİAD kızsa da var. Bu sosyolojik, objektif vakadır. Niye MÜSİAD var, niye TUSKON var, niye Anadolu Kaplanları diye bir kavram çıktı ?” diye soruyordu. Olgunun varlığı doğru olmakla beraber, niteleme yanlıştır. Paker’in, “Anadolu sermayesi” dediği, özünde İslami sermayedir;Anadolu’da olduğu kadar İstanbul’dadır. Paker, bu kesimin özelliğini şöyle ifade ediyor: “Bu girişimci sınıfın önemli bir özelliği devletin koruması olmadan iş dünyasında yer almalarıydı. Dolayısıyla daha çok kendilerine güvenerek, daha çok ayaklarının üstünde durarak ve daha çok kapitalist rekabet şartlarına uyarak çıktılar”. Bunu neye dayanarak söylüyor Paker? Bu sermaye fraksiyonunun morfolojsine ilişkin tek bir araştırması, bir çalışması var mı TESEV’in ? Yok…

***
Paker’in iddia ettiğinin tersine, hiçbir sermaye fraksiyonu yoktur ki, devletten teşvik, destek görmesin. Paker ve diğer (sol) liberallerin Anadolu sermayesi dedikleri, aslı İslami sermaye olan kesimden , finanstakilerin “Faizsiz bankacılık”ları, her dönem teşvik gördü. Sanayidekilerden hangisi Teşvik Tedbirleri’nden yararlanmadı? Yanılgı şurada: Dünyada, sanayide kar oranlarının düşüşü ile, özellikle sanayinin emek-yoğun, kirlilik yaratan aşamaları çevre ülkelere aktarıldı, bunlara tedarikçi sanayici rolü verildi. Örneğin Türkiye, AB’nin sanayi ürünü tedarikçisi yapıldı. Türkiye’de ilk birikimini sanayiden gerçekleştiren Koç,Sabancı,Eczacıbaşı gibi TÜSİAD kurucuları, sanayinin kar oranı düşük sektörlerinden çekilip finansa, İstanbul rantlarına, enerjiye, Tüpraş,Erdemir, PO, Petkim gibi özelleştirmenin kaymaklarına yöneldiler. Terk edilen sektörleri ise, İstanbul ve Anadolu’da düşük ve ücretsiz emeği tepe tepe kullanma şansı olan KOBİ’lere bıraktılar. Küresel sermaye de eskiden İstanbul üstünden , büyük holdingler ile kurduğu tedarik ilişkisini, doğrudan İstanbul ve Anadolu’daki bu KOBİ’ler ile sürdürdü(*).

Bu sermaye fraksiyonunun, ana profili; ucuz ve örgütsüz emeği insafsızca sömürmeye dayalı, girdilerini artan ölçüde ithalatla karşılayan yoksullaştırıcı bir ihracat-sanayileşme ve /veya büyük holdinglere taşeronluk, devlet rantlarından nasiplenme için yarıştır.

Bu grubu bir araya getiren, “sermaye” olarak çıkarları kadar, İslami hayat tarzı özlemleridir. Bunları, önce Erbakan 1990’da MÜSİAD’ı kurarak örgütledi. Fethullah da TUSKON’u kurdu. Bu kesimin ortak özelliği, İslami söyleme sahip bir parti arkasına dizilerek birikime ortak olmak, dahası, İslami, muhafazakar bir hayat tarzı üstünden kapitalizmi yaşamaktır. Malezya buna örnektir. Bunu, Erbakan’la yapamayınca AKP’ye omuz verdiler ve 2002’den bu yana yol alırlarken saflarına kimi sinik TÜSİAD’cılar , “her devrin sermayedarları” da katıldı. İslami sermayedarlar, irili-ufaklı özelleştirmeler, TOKİ ihaleleri, belediye yatırımları vb. üstünden özellikle kayırılıp büyütüldüler. Bu kesime, “Kendi ayakları üstünde büyüyen” nitelemesinde bulunan Can Paker, hiçbir şeyi görmüyorsa, Çalık’ın RTE ile petrol, rafineri, Sabah-ATV operasyonlarını da mı görmez? Pes…

***

Peki, bir yanda TÜSİAD, diğer tarafta da MÜSİAD-TUSKON çekişmesi nereye evrilecek? Paker’e göre , Gerek ekonomik alışverişlerde gerekse birbirlerinin karşılıklı yaşam tarzlarını kabul etmekle” bunlar kaynaşacaktı…Şöyle devam ediyordu; “Yani eski sermaye gibi devletle ilişkileri yürüten kimse kalmayacak. Ekonominin gidişi bu. Devletin ekonomik olarak verecek bir şeyi kalmayacak zamanla.” Bir kez de Can Paker için hatırlatayım: 2010 Ağustos itibariyle teşvikli yatırım tutarı 35 milyar TL. Bunun 15 milyar TL’si tek başına Çalık-RTE rafineri girişimine ait. Paker, dönüp bakmıyor mu dünyaya…2008 krizinden sonra devletlerden kaç trilyon dolar aktı sermayeyi ayakta tutmak için ? Hani devlette, verecek bir şey kalmamıştı neoliberalizmle ? Hayatın gerçeği,liberallerin ezberlerini tekzip ediyor.

12 Eylül’de “askeri vesayet bitti” fetvasına inanan Paker ve takipçileri, izlesinler İslami burjuvaziyi ve AKP’yi…Bakalım, “sivil vesayet”ten göreceklerine daha ne kılıflar uyduracaklar..

(*) Detaylar için bkz: Mustafa Sönmez, Türkiye’de İş Dünyasının Örgütleri ve Yönelimleri, Friedrich Ebert Vakfı yayını, 2010,İst.

11 Ekim 2010 Pazartesi

Mahkum Kadar Tutuklu

Mustafa Sönmez

Yazıya hemen yeni bir veri ile başlayayım. Adalet Bakanlığı, bu yılın Eylül ayı sonu itibariyle 63,5 bin hükümlüye karşılık 56,8 bin tutuklunun dört duvar arasında bulunduğunu bildiriyor. Bu ne demektir ? Adalet karşısına çıkma durumunda kalanların yüzde 47’si , ceza almamış ama yine de “içeride”dir. Tutuklama kararı, ceza değil, bir önlem, kural değil, bir istisna olmak gerekirken ve adalet kantarında dikkatlice tartılıp verilmesi gereken bir yargı kararı olmak gerekirken, yıllardır kural haline getirilmiş bulunuyor.


AKP iktidarı döneminde hem tutuklu hem mahkum sayısındaki artış çok dikkat çekicidir. 2005’te 56 bini ancak bulan tutuklu ve mahkum sayısı 2006’da 70 bini, 2007’de 91 bini, 2008’de 103 bini aştıktan sonra 2009’u 116 binin üstünde kapamıştır. 2010’un ilk 9 ayı sonunda ise 120 bini geçmiştir. 2000-2005 döneminde ancak yüzde 10 olan tutuklu ve mahkum sayısındaki artış, 2006-2010 döneminde yüzde 70’in üstündedir. Artış çok çarpıcıdır !...

Demokratik ülkelerde dört duvar arasındakilerden tutukluların oranı yüzde 30’u aşmazken bizde 12 Eylül darbe yılında yüzde 55’i geçmiş, 1990’da yüzde 33’e inse de sonraki yıllarda tekrar yüzde 50’leri aşmıştır.





Kaynak:Adalet Bakanlığı veri tabanı

Ne acıdır ki, ülkemizde mahkemeler tarafından çok sık ve çoğu zaman da keyfi olarak verilen tutuklama kararları, peşin cezaya dönüşmüştür. Yine adalet istatistikleri gösteriyor ki, açılan davaların ancak yüzde 40 kadarı mahkumiyetle sonuçlanıyor. Yani, sonuçta çoğu insan tutuklu olarak, yattığıyla kalıyor.

***

Özellikle AKP iktidarı döneminde bu keyfilik ve kalitesiz adalet üretimi kamuoyundan yeteri kadar tepki görmüyor. Tutuklanma keyfiliğinden “Ergenekon” olarak adlandırılan soruşturma ve kovuşturmadan kimi askerler, gazeteciler, siyasetçiler, akademisyenler de nasiplerini aldılar, almaya devam ediyorlar.

Mustafa Balbay 7 mevsimdir tutukludur. Yargılandığı mahkemenin üç yargıcından ikisi onun “suç işlediği hakkında geçerli şüphenin var olduğu”, eğer serbest bırakılırsa “delilleri karartacağı”, “kaçacağı” görüşündedirler. Balbay gazeteci- yazardır. Kendisine atılan “suç” ise “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaktır”, yani “darbeciliktir”. Aklı başında kimse bu suçlamaları, tutukluluğa ilişkin bu gerekçeleri inandırıcı bulmamaktadır. Balbay, gibi benzer suçlamalarla tutuklanmış gazeteci Tuncay Özkan, dünya çapında bir tıp adamı olan Prof. Dr. Mehmet Haberal, yine eski bir rektör olan Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu darbecilikle suçlanmaktadır.

Darbe tankla tüfekle yapılır. Ergenekon davasının yanı sıra, benzer davaların yüksek rütbelerdeki askeri sanıkları serbest bırakılırken içeride yalnız gazeteciler, bilim adamları, yazarlar ile teğmen, üsteğmen gibi genç subaylar kalmıştır ve serbest bırakılırlarsa “delilleri karartacakları”, “kaçacakları” görüşü ile tutuklu olarak günlerini dört duvar arasında geçirmektedirler.

***

Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Merkezi’nin 10 Ağustos 2010 tarihli “Tutuklama Raporu”na yazdığı önsözde de hocam Prof.Dr.Rona Aybay şöyle demektedir; “Tutuklamadan beklenen amaçların, CMK’da “adlî kontrol” olarak adlandırılmış uygulamalarla sağlanabileceği durumlarda, tutuklamada ısrar edilmesini hukuk içinde açıklamaya olanak yoktur. Bu durum karşısında tutuklu, dava sonunda aklansa bile; aklanmanın sevinci ve mutluluğu, uzun tutukluluk dönemi nedeniyle ciddi biçimde gölgelenmekte; tutukluluk ile mahkumiyet arasında bir fark kalmamış gibi olmaktadır.”

Sabaha çıkmamış hangi gece var? Bu davaların nasıl sonuçlanacağını er geç göreceğiz. Ama haksız tutuklama kararlarında ısrar edenler, hangi vicdan rahatlığı ile gece yastığa başlarını koyup uyuyabilmekteler?

9 Ekim 2010 Cumartesi

İş-Aş Üstünden Muhalefet Niye Yok ?

Mustafa Sönmez

AKP iktidarına karşı hem Anayasa referandumu öncesinde, hem sonrasında muhalefet, daha çok siyasette, Anayasa, türban, Kürt meselesi temaları üzerinde yoğunlaştı. Toplumun ağırlıklı kesimini ilgilendiren ekonomi, iş-aş sorunlarına ise pek girilmedi, girilmiyor.

Açık olan bir şey var: Türkiye 2008-2009 krizini, bir “V” biçiminde yaşadı ve ciddi bir daralmadan sonra kriz öncesine dönmüş fotoğrafı veriyor. 2010’un büyüme rakamının yüzde 8-9’u bulması muhtemel. Derecelendirme kuruluşları, IMF ve benzeri odaklar, Türkiye’ye övgüler düzüyorlar. Özünde, oluk oluk akan sıcak paradır ekonomiyi güllük gülistanlık gösteren… Öyle görünüyor ki, sıcak para rüzgarıyla yaşanan afyonlanmanın etkisine, başta ana muhalefet CHP olmak üzere, genelde muhalefet de girmiş gibi. Oysa bu görüntünün arkasına sarkıp halka ekonomik gerçeklerin anlatılması, ödenen ve ödenecek bedellerin hatırlatılması, hepsinden önemlisi, yaşananlardan farklı bir Türkiye’nin mümkün olduğunun, somut projeler üretilerek gösterilmesi gerekiyor.

***

Çin, Hindistan, G.Kore, Tayvan, Endonezya, Brezilya gibi yükselen ekonomiler, ABD ve merkez AB emperyalizminin sıcak paraya kapıları açma dayatmasına, direniyorlar. Spekülatif sıcak para akımının yıkıcı ithalatına direniyorlar. Ama Türkiye, direnmiyor, önlem almıyor, tersine sıcak paraya davetkar, kapılarını ardına kadar açıyor. Sonuç? Sıcak para girişi ile TL, daha da aşırı değerli hale geliyor, ucuzlatılan döviz, ithalatı kamçılıyor, sanayi çarkları ithal girdi ile dönüyor. Bu, yüzde 7-8 büyümede ifadesini buluyor. Ortada bir büyüme var ama sıcak para kaynaklı, ithalata dayalı ve yerli ara malı üretimini gerileten, istihdamı artırmayan, Türkiye’nin ihraç mallarını, turizmini ucuzlatan, kısaca yoksullaştıran bir büyüme. İşte muhalefetin kitlelere göstermesi gereken fotoğraf bu... Neden Asya’dakiler, Brezilya bu oyuna direnirken Türkiye teslimiyetçi? Kitlelerin bunu kavraması gerekiyor.

***

Sıcak para girişi ile törpülenen işsizlik hala büyük sorun. Tarım, turizm, inşaat gibi mevsimsel işlerle yumuşayan işsizlik, önümüzdeki aylardan itibaren tekrar yükselecek. Büyümeyen tarımda, son 12 ayda 600 binin üstünde istihdam artışı görünüyor. Bu, işsizliğin kamuflajı aslında. AKP iktidarı, TÜİK’i manipüle mi ediyor? Kitlelerin önünde bu sorunun cevabı istenmeli.

Üretim çarkları yeniden dönüyormuş gibi, ama hangi ücretlerle? Ücretli sınıf ölümle korkutulup sıtmaya razı edildi. İşini kaybetmek istemeyen kitleler, hala 2008 ücretleri ile, hatta eksiğine çalışıyorlar. Tarım, ciddi bir çöküş içinde. Aile harcamalarının en önemli kısmını oluşturan tarım-gıda ürünlerinde fiyat artışları 12 ayda yüzde 22’yi buldu. Halk için gerçek enflasyon rakamı budur. Buna karşılık memurlara, emeklilere yüzde 7-8 zam veriliyor. Bu, kamu çalışanlarının, emeklilerin yoksullaştırılmasıdır.

Vergide adaletsizlik diz boyu. Vergi yükü, KDV- ÖTV gibi dolaylı vergilerle geniş tüketici sınıfların sırtında. Verginin ağırlıklı ayağını ücret ve maaşlardan stopaj yoluyla kesilen vergiler oluşturuyor. Bütçenin harcama ayağında da büyük adaletsizlik var. Tarıma destekler azaltılıyor. Hanehalkı transferleri azaltılıyor. Sağlık-eğitim harcamalarının finansmanı hızla halkın sırtına yıkılıyor. Özelleştirmelerle dibi kazınan KİT’lerin ardından İstanbul’un kamu varlıkları, Galataport, Haydarpaşa projeleri haraç mezat satışa hazırlanıyor..

***

Sayıları 13 milyonu bulan ücretlilerin 3 milyonu bile sendikalı değil. Grev hakkını kullanabilenlerin sayısı yılda 3 bini bile bulmuyor.Bu kadar örgütsüz, toplu pazarlık, grev hakkından yoksun bırakılmış, işsizlikle yıldırılıp korkutulmuş çalışan sınıf, bir de daha fazla güvencesizleştirme, esnek istihdamla daha çok sömürülme tehditi altında. Çalışan sınıfın haklarını savunan bir muhalefete ihtiyaç var.

Ekonomideki sıcak para teslimiyeti, yıkıcı ithalatla ezilen sanayici-ihracatçı kesimlerin önemli bir kısmında da tepki görüyor. Yandaş sermayedarlara çeşitli altyapı, enerji projeleri peşkeş çekiliyor. RTE’nin damadının yönettiği Çalık’ın, çok ayrıcalıklı projelere mazhar olması, “bertaraf iş dünyası”nda kaygıyla izleniyor. Muhalefetin yılgınlıklara gögüs gerip, cesur tepkileri sahiplenmesi, örgütleyebilmesi gerekiyor.

İç tasarrufları önemseyen, dış kaynak olarak sıcak para yerine “doğrudan yabancı sermaye” girişlerini, uzun vadeli kredi kullanımını tercih eden, istihdam yaratıcı bir birikim modeline yönelen; kamunun üretici potansiyellerini kullanan, tarımdaki, turizmdeki potansiyelleri değerlendiren; ucuz emeğe yaslanan değil, teknoloji yatırımları ile rekabet gücü kazandırılmış bir sanayi ile büyüme vaat eden; doğaya, kültürel varlıklara saygılı, demokratik planlamacı, katılımcı bir alternatifi üretebilecek muhalefete acilen ihtiyaç var…

8 Ekim 2010 Cuma

Kur Savaşları: Lenin’in Yazdığı Gibi…

Mustafa Sönmez

Büyük krizler, dünya pazarlarını paylaşmış büyük sermayeler-onları temsil eden devletler- arasında bir yeniden paylaşım kavgasıdır aynı zamanda. Başlarda ticari savaş biçiminde başlayan itiş-kakışın sonradan iki dünya savaşı felaketi ile sonuçlandığını unutmayalım!..

Derin bir çöküşün ardından uzun bir durgunluğa dönüşen büyük kriz, yeni dengelere gebe. Kriz öncesinin “İmparator”u ABD, yaşamakta olduğu talep eksikliğini, büyük işsizliği aşmanın arayışında. Diğer egemen blok AB de büyük bütçe açıkları verme pahasına, devlet müdahaleleri ile yatıştırılan krizin enkazını, yeniden büyüme ivmesi yakalayarak aşma çabasında. Finans krizi yaşayan bu iki blokun şu an hedefi, krizde küçülme bir yana, büyüme yaşayan irice gelişmekte olan ülkelerin pazarlarına dalmak, oralara mal ve sermaye ihracı gerçekleştirerek kuyudan çıkmak. Otuz dolayında çevre ülkeye, -bu arada Türkiye’ye- sonuna kadar abanıyorlar. Ama direnenler var. Hangileri? Çin, Hindistan gibi iki dev pazar, başta geliyor. Yanı sıra Asya’da G.Kore, Endonezya, Tayvan ve Güney Amerika’da Brezilya…

Bu 6 “yükselen” ülkeye, IMF aracılığıyla da yapılan bir telkin var: Pazarlarınızı ABD’ye, AB’nin merkez ülkelerine açın, açın ki, size ihracat yaparak çarklarını döndürebilsinler. Sizlerin kriz öncesinden döviz fazlanız var. İthalat yapabilirsiniz, böylece ihracat ihtiyacı olan ABD ve merkez AB’yi kuyudan yukarı çekebilirsiniz…

***

Peki ne lazım bunun için ? Özellikle Çin ve diğerlerinin pazarlarını açmaları, bunun için de yerel paralarını aşırı değerlendirip ithalatı cazip, ihracatı itici kılacak hale getirmeleri…Peki bunu ne sağlar? Sıcak para girişine sınırsız izin…Biliniyor ki, sıcak para, borsaya, devlet kağıtlarına hızla girer ve girdiği ülkede döviz arzını artırır, böylece kurları aşağı bastırır. Ucuzlamış kur ile ithalat cazip hale gelir, ihracat cazip olmaktan çıkar. Çin’e, Hindistan’a, Brezilya’ya ve diğer 3 Asya ülkesine özellikle telkin edilen, sıcak paraya dirsek göstermemeleri…Ne var ki, özellikle Çin ve Hindistan, başından beri sıcak para girişlerine pek yüz vermediler. İhtiyaçları olan esas dövizi, ihracata dönük üretimle kazandılar, hem öyle kazandılar ki, birçok yükselen ülke-hele ki Türkiye- dev cari açıklar verirken, onlar büyük döviz fazlaları ile krizi karşıladılar. Özellikle Çin, sistemin eşkiyası ABD’nin dev cari açıklarını karşılayan ana finansör oldu.

ABD ve merkez AB’nin beklentisine, bütün tehditlere rağmen, Çin yüz vermiyor, sıcak parayı tersliyor. Teknoloji getirmeyen, istihdam yaratmayan doğrudan yabancı sermayeyi bile istemiyor, yerli sermayesini kolluyor. Hindistan ve Asya ülkeleri de öyle. Hele Brezilya, sıcak paraya koyduğu yüzde 2’lik vergi caydırıcısını, geçen gün 2 puan daha artırdı. Bu 6 yükselen ülke, sıcak paraya yüz vermeyince, sıcak para , dirsek görmediği ülkelere ve tabi ki, Türkiye’ye daha çok yöneliyor.

***
Hiçbir şey özde, Lenin’in, “Emperyalizm”’de yazdığından farklı değil. ABD, merkez AB emperyalizmi, yine bağımlı-çevre ülkelere mal ve sermaye ihraç etme derdindeler. Pazar arayan sıcak paranın boyutlarını hatırlatalım bu arada: Sıcak para akımlarını yakından izleyen Uluslararası Finans Enstitüsü (IIF), 30 “yükselen ekonomi”ye dönük özel yabancı sermaye girişlerinin 2009’da 581 milyar dolara kadar düştüğünü ve 2007’ye göre yüzde 40 dolayında daraldığını belirlemişti. IIF, 5 Ekim tarihli bülteninde ise, 2010’da, sıcak para akımının şeniden hızlandığını ve yıl sonunda 825 milyar dolara kadar çıkacağını, 2011 beklentisinin de 834 milyar dolar olduğunu açıkladı.

Kendini sıcak paraya karşı koruyanlar, sıcak paranın yerli paraları aşırı değerlendirerek “piç ettiğini”, ihracat yerine ithalatı cazip kılıp üretim eşiklerini aşındırdığını, birçok yerli firmanın yıkıcı ithalat karşısında piyasaya havlu attığını ve işsizliği büyüttüğünü bildikleri için, direniyorlar. Bir de direnemeyip sıcak paranın tahripkar etkisine aldırış etmeyen, günü kurtarmak için sıcak paraya ardına kadar kapılarını açanlar, teslim olanlar var ki, başı Türkiye çekiyor.

Türkiye’nin, özellikle tekstil-konfeksiyon, gıda, cam-seramik, kısmen otomotiv gibi net ihracatçı sektörleri, TİM aracılığıyla, sıcak paranın tahripkar etkisinden, dolar kurunu yıllardır 1,50 TL’nin altına iten yıpratıcı etkisinden yakınıyorlar. Buna karşılık çıkarı ithalattan yana olan sektörler, dışarıdan 250 milyar doların üstünde dışarıdan kredi kullanan özel firmalar, bedeli ne olursa olsun, sıcak para girişine engel konulmamasını istiyorlar. AKP iktidarı da temelde ikincilerden yana. Ama, TİM’cileri ve sözcüleri Bakan Çağlayan’ı arada bir yatıştırmak gerek. Merkez Bankası’nın son günlerde döviz alımını artırmayı işaret eden önlemleri, ağza çalınan bir parmak baldan, sızlananların ağzına tıkılan emzikten öte bir şey mi, yaşayarak görürüz. Açık olan şu ki, Türkiye, emperyalizmin sıcak para koç başı ile teslim almak istediği ama direnişle karşılaştığı ülkeler arasında değil. Sinik, sünepe, teslimiyetçiler arasında ve bunun bedelini tüm topluma ödetiyor, ödetecek…

6 Ekim 2010 Çarşamba

Tarım Çöküyor; Fiyatlar, İthalat Tırmanıyor…

Mustafa Sönmez

Eylül tüketici enflasyonu, son 5 ayın zirvesine vararak yüzde 1,23’ü, 12 aylık olarak da yüzde 9,24’e çıkarken önümüzdeki aylarda yeniden iki haneli enflasyonun yaşanacağının sinyallerini verdi. Bu sonuçta çok açık bir neden var: Tarımsal üretimdeki gerileme, yani çöküş…Tarımsal ürün arzının eksikliği, fiyatların yükselişini beraberinde getirdi…

Üretici fiyatları optiğinden bakacak olursak, son 12 ayın fiyat artışı yüzde 9’a yaklaşırken tarımdaki üretici fiyatlarındaki artışın yüzde 22’ye yaklaştığı anlaşılıyor. Tarımda fiyatlar, 2009’un son çeyreğinden başlayarak sürekli tırmanış halinde. 2010’un Nisan ayında tarımda yıllık artışlar yüzde 30’a yaklaşmıştı.


Kaynak:TÜİK, ÜFE veri tabanı

Tarımda fiyatların bu tırmanışında, özellikle 2000’li yıllarda hızlanan neoliberal politikalar en önemli etken. IMF-Dünya Bankası direktifleriyle birçok ürünün ekimi sınırlandırılırken “mali disiplin” politikaları ile birçok tarımsal üründe destekler azaldı, üretim geriledi, kuraklıkla, tarımsal zararlılarla mücadelede tek başına bırakılan üretici, tarıma küstü ve kitleler halinde kırlardan kente göçtü. Sonuçta, tarımda büyüme oranları, özellikle son yıllarda hızla geriledi. 2001’de yüzde 8 küçülen tarım, 2002’de yüzde 9 büyüdükten sonra, AKP’nin 2003-2009 arası iktidarında ancak yüzde 1,4 büyüdü. Oysa ekonominin genelinde bu dönemde yıllık büyüme oranı yüzde 4,3 olarak gerçekleşti.

***

Tarımdaki neoliberal yıkım, bu yılın domates fiyatlarındaki yüzde 57’lik rekor artışta kendini gösterdi. Türkiye Ziraatçiler Derneği Başkanı İbrahim Yetkin, Milliyet’e yaptığı açıklamada domates güvesinin 10 milyon ton civarında olması beklenen domates mahsulünü yarı yarıya azalttığını belirtirken, “Gerekli müdahale yapılmadı. Son yıllarda devlet eliyle mücadeleyi rafa kaldırdık. Çiftçiler mücadeleyi kendileri yapıyorlar. Maliyeti de dönüm başına 1.500-2.000 lirayı bulduğu için ilaçlama yapmak istemeyenler oldu. Bu haşere İspanya, Tunus ve İtalya’da da görüldü ama ilaçlamanın yarısını devlet karşıladı. Şimdi Tarım Bakanlığı bu bölgeleri karantinaya alıyor, ama böyle önlenmez” diyordu. Yetkin, aşırı sıcaklar ve üreticinin geçen yıl çok ucuzlayan domates ekiminden kaçması faktörünün de fiyat şokunda etkili olduğunu belirtiyordu. Plansızlık, öngörüsüzlük, sonuçta domatesin yanı sıra bir dizi sebze ve meyvenin üretimini de olumsuz etkiledi. Tarımın yanı sıra hayvancılıktaki ihmal ve öngörüsüzlük et,dolayısıyla et ürünleri ve süt ürünlerinde de üretimi, arzı geriletti ve fiyatları hızla tırmandırdı. Gerileyen tarım ve hayvancılığın üretim ve arzındaki gerilemeyi telafi etmek için “kendine yetinmekle övünen Türkiye”, hızla tarım ve gıda ürünü ithalatını artırıyor.


2008’den bu yana ayda ortalama 760 milyon dolarlık tarımsal ürün ve gıda maddesi ithalatı yapılıyor. 2008’in tamamında 10,2 milyar doları geçen tarım-gıda ithalatı, 2009’da 7,6 milyar dolar olarak gerçekleşti. 2010’un ilk 8 ayında ise 6,5 milyar doları geçen ithalatın yıl sonunda 10 milyar doları bulması hiç de şaşırtıcı olmayacak.

AKP’nin yol açtığı tarımdaki çöküş, varlık içinde yokluk, ne yazık ki bu boyutta kalmayacak , derinleşecek…

4 Ekim 2010 Pazartesi

Kürt Burjuvazisi - TÜSİAD, PKK ve Bilek Güreşi

Mustafa Sönmez

Referandum öncesi, Kürt siyasi hareketinde bir çatlağı da ortaya çıkardı. Güneydoğu’nun irili ufaklı Kürt burjuvazisi, STK’ları aracılığıyla “Evet” tercihinde bulunacaklarını ilan ettiler. Kürt siyaseti önderleri ise bu çıkışa ancak “ahlaksızlık” diye tepki gösterebildiler. Ama bir şeylerin değişmekte olduğunu gördüler mi, bilinmez.

Kürt işadamlarını, AKP’ye yakınlaştıran ne oldu? Soruya doğru bir yanıt bulmak için, fotoğrafın kadrajını TÜSİAD’ın Kürt sorununa eskisinden biraz daha müdahil olması görüntüsüne kadar genişletmek gerek. Kürt sermayesi diye ortaya çıkanlar, özünde TÜSİAD üyelerinin yıllardır Güneydoğu kentlerinde bayiliklerini, acenteliklerini, taşeronluklarını yapanlar. Ankara’daki siyasi ilişkileri ile devletten, TOKİ’den ihale alanlar, bölgedeki hızlı kentleşmenin yarattığı pazardan nasiplenenler.

Türkiye’deki Kürt burjuvazisi, özellikle Irak Kürdistan’ında olan bitenlerle yakından ilgili, o bölge ile ilgili Türkiye’nin ticaretinden rol kapmaya çalışıyor. Barzani ile çoğunun yakın ilişkisi var. Kürt burjuvazisi, bu kartı elinde sallayarak AKP’ye, TÜSİAD’a , yani hem içerinde Kürt sorununu “sonlandırmak” gibi bir gündemi olanlara, hem de Irak gibi geleceğin petrol zengini bir ülkeden pay almaya çalışanlara sinyaller göndermekte.

***

Hatırlayalım, genelde Irak’ın tamamı, özelde de Irak Kürdistan’ı önemli ham petrol ve doğalgaz rezervlerine sahip. ABD’nin işgalinin altında esasta bu enerji kaynaklarına hükmetmek olduğunu artık kimse yadsımıyor. ABD’nin buradan aslan payını kimseye bırakmayacağı açıktır. Ama, Irak ile coğrafi, tarihi ,kültürel ilişkisi olan Türkiye ve bazı Orta Doğu ülkeleri, buradan bize de bir pay çıkmalı, diye düşünmekte ve coğrafyanın sunduğu “enerji koridoru” olmak gibi bir hamallıkla sınırlı kalmayıp Irak’tan özellikle Kuzey Irak’tan daha büyük bir petrol payı için iştah kabartmaktadırlar.

Söz konusu olan sadece bölgenin enerji kaynaklarını işletmek, ticaretine müdahil olmak değil tabi ki. Geliri artacak bölgeye daha çok tüketim malları satmak, orada inşaatlar yapmak, bu gelişecek pazarı, Türkiye kapitalizmi ile entegre etmektir asıl hedef. Türk burjuvazisinin bu yolun başında olsa bile kat ettiği mesafeden örnekleri hatırlatalım.

Coca Cola, Efes markalarının sahibi Anadolu Endüstri Holding’in patronu, TÜSİAD’ın eski başkanlarından Tuncay Özilhan’ın, Erbil’deki şişe dolum tesisleri Nisan 2008’de faaliyete geçti, sırada Bağdat yatırımı var. . Çukurova Grubu’nun şirketi Genel Enerji, Irak'ın Kürt Bölgesinde Taq Taq ‘da petrol arama işine girdi. İmzalanan projenin yüzde 55'lik hissesi Genel Enerji’nin, Addax Petroleum International ise yüzde 45'lik pay sahibi. Bu ortaklık, Koya kentinde bulunan 60.000 BPSD kapasiteli rafineriyi inşa ediyor. Şirket, ayrıca, Koya'dan Kerkük'e uzanan 64 km uzunluğunda 24 inçlik bir boru hattı inşa ediyor ve Kerkük-Ceyhan boru hattına bağlanacak.

Ankara merkezli Pet Holding’e ait Pet Oil, bir diğer petrol yatırımcısı. Şirketin Ağustos 2006'da Kuzey Irak- Bina Bawi sahasında başlattığı sondaj çalışmaları devam ediyor. Pet Oil'in bu projede oluşturduğu şirketin adı A& T Petroleum ve proje ortakları Hawler Energy ve Oil Search Iraq Ltd.

Ayrıca 21 Kasım 2008 tarihinde kamu kuruluşu TPAO, BOTAS , petrol devi Shell Energy Europe BV ile Irak’ta doğal gaz arama, işletme, taşıma pazarlama faaliyetlerini kapsayan bir işbirliği ön anlaşması imzaladılar.

***

Ortaya çıkışını yoksul Kürt köylülerine, işçilerine dayandıran, ama sonra bu sınıfsal rotadan çıkarak “”ulusal” konsept ile Kürt varlıklı sınıfını da bünyesinde barındıran PKK, öyle görünüyor ki, şimdi sınıfsal bir arınmaya zorlanacak.

Kürt burjuvazisi, PKK’nın onca yıla yayılan programının, beklentilerinin karşılığını bulup bulmasını pek umursamadan, kestirmeden bir ateş-kes ve bir uzlaşma için insiyatif artırma çabasında. Bu konuda Güneydoğu’daki Fethullahçı irade ile, AKP ile, karşıtlıklarına aldırmadan TÜSİAD ile yoğun bir trafik geliştiriyor. Bu eğiliminden ABD’nin, AB’nin ilgili makamlarının bihaber olması mümkün değil. Kürt burjuvazisinin geliştirdiği bu gayretin, hiç bir şeye yaramasa bile, AKP’ye seçim öncesi güneşli bir iklim sunduğu açık.

Kürt burjuvazisinin ateşkesten, “barış”tan ne umduğu ve ne ele geçireceği ise belli: Irak Kürdistan’ının enerji kaynaklarından, işbirliğinin karşılığı “makul pay”… Peki PKK ? PKK’nın eline ne geçecek ? Okullarda Kürtçenin seçmeli ders yapılması lolipopu PKK’ya yeter mi? Bunca yılın kavgası herhalde bunun için verilmedi.

Kürt kesiminde sınıfsal bir bilek güreşi kaçınılmaz görünüyor.

2 Ekim 2010 Cumartesi

Karadeniz, Karadeniz…



Mustafa Sönmez

Mimarlar Odası’nın düzenlediği “Kent, Kültür ve Demokrasi Forumu” için Karadeniz’de, Sinop’tayız. Bu buluşmalar Hatay, Van ve İstanbul’da sürecek. Bir bölgenin, bir kentin üretim ilişkilerini sorgulamadan, kültürünü , demokrasi mücadelesini, anlamak mümkün değil. Günümüz Karadeniz’inde üretim ilişkileri ne durumda, nereye seyrediyor sorularına ilişkin bulgularımı paylaşmak isterim.

Karadeniz, bir bütün olarak, Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu’sundan sonra en çok gelişmeye muhtaç bölgesi. Karadeniz’in 4 alt bölgesinden Batı’ya en yakın olanı, Zonguldak, Bartın, Karabük bölgesi, görece en gelişkini. Tarihsel olarak kömür madenciliği ve demir-çelik yatırımları ile tarıma dayanan bu bölge diğer Karadeniz’den ayrışıyor. DPT’nin 2003 için belirlediği “Sosyoekonomik Gelişme Endeksi”, Türkiye’nin 26 alt bölgesi içinde Zonguldak alt bölgesini 11’nci sıraya koyarken Samsun 18’nci, Trabzon 19’ncu, Kastamonu alt bölgesi ise 21’nci sırada. Yani Kastamonu-Çankırı-Sinop bölgesi, Doğu Anadolu’nun Malatya-Elazığ bölgesinin hemen altında, Erzincan-Erzurum bölgesinin üstünde yer alıyor.

***

2000’lerin Karadeniz’inin en önemli karakteri, hala tarıma, üstelik verimsiz bir tarıma dayanması. Böyle olunca, kentleşme de zayıf. Bölgenin genelinde şehir nüfusu, yüzde 75’lik Türkiye ortalamasının çok altında, yüzde 55 dolayında. Kentlerinde sanayinin, hizmet sektörünün gelişemediği Karadeniz, verimsiz tarımla geçinemeyince göç üstüne göç vermiş, yıllardır ve vermeye devam ediyor. Karadenizlilerin en çok göçtüğü bölgeler de bekleneceği gibi, İstanbul , çevre illeri ve Ege …

Bu kadar göç verince, kentleşme düşük seyredince, istihdam edilen nüfus ağırlıkla tarımda görünüyor. Türkiye genelinde tarımda çalışan nüfus yüzde 25’e kadar inmişken Karadeniz’de yüzde 50 görünüyor. Tarım, bölgedeki gerçek işsizliği de gizliyor. Verimsiz tarımda çok sayıda gizli işsiz var elbette. Tarımda işi var görünen nüfusun payı yüzde 50’nin üstünde, ama tarımdan sağlanan gelirin bölge gelirindeki payı yüzde 15 dolayında. Bu da yoksul bir tarımsal faaliyet demek. Sonuçta, Karadeniz’de kişi başına gelirin 2006 düzeyi Türkiye ortalamasının altında. 2006’da Türkiye kişi başına geliri 100 kabul edildiğinde bir tek Zonguldak bölgesi bunun üstüne çıkıyor. Buna karşılık Kastamonu, Samsun, Trabzon alt bölgelerinde kişi başına gelir düzeyi, Türkiye ortalamasının üçte bir altında




Kaynak:TÜİK, Gayri Safi Katma Değer, 2004-2006

Yıllardır toprağında umutla direnen, ya da yurt içi ve yurt dışına göç edip, göç ettiği bölgeden baba evine para göndererek ocağını tüttürmeye çalışan Karadenizli, inatla bazı şeylerin düzelmesini bekliyor, ama kolay değil. Bölgeden, Batı’ya giderek iş kurmuş çok Karadenizli var ama Bölgeden kazanıp bölgeye yatırım yapan girişimci fazla yok. Devlet, 1980 sonrasının neoliberalizmiyle var olan sınırlı sayıdaki KİT’leri de özelleştirip çekilmiş bölgeden. Piyasaya kalmış Karadenizlinin kaderi.

Büyük yatırımcının yolu Karadeniz’e kolay düşmüyor. Ancak son zamanlarda, artan bol kepçe teşviklerle Karadeniz’in doğal kaynaklarına, yer altı-yerüstü zenginliklerine yöneliş biraz artmış. Hazine verilerine göre, 2000-2008 döneminde yapılan teşvikli yatırımlardan Karadeniz, yüzde 8 pay almış görünüyor. Yapılan yatırımlarda ise iki sektör dikkat çekiyor. Bunlardan birincisi enerji, yani bölgenin akarsu kaynakları üstüne kurulmak istenen santraller için alınmış teşvikler, yatırımların yüzde 30’unu oluşturuyor. İkinci dikkat çeken sektör ise seramik. Yıldızlar Holding tarafından yapılan Kurşunlu Seramik Fabrikası yatırımının etkisiyle, Çankırı, bölgenin en çok yatırım yapılan ili durumuna gelmiş görünüyor. Seramik sektörüne yapılan yatırımlar, toplam yatırımların yüzde 30’una yaklaşıyor.

Karadeniz, göç kanamasını durdurup iş-aş sorununa çare ararken, doğasının, akarsularının yağması tehlikesi ile de karşı karşıya geliyor. Hele Sinop için düşünülen bir nükleer santral projesi var ki, o bir bölge değil, büyük bir ülke sorunu…

1 Ekim 2010 Cuma

RTE’nin Tunceli. Hakkari Çarpıtması…

Mustafa Sönmez

Başbakan RTE. kaç zamandır gözümüzün içine baka baka. en çok kamu yatırımını Tunceli’ye. Hakkari’ye yaptıklarını iddia ediyor. En son. armara Üniversitesi’nin. bir bilim kuruluşunun ders yılı açılışında yine herkesin gözünün içine bakarak söyledi bunu. Neresi. ne kadar gerçek ?

Öteden beri. “Bu Kürtler daha ne istiyor!” diye başlayan cümlelerin ardından şu ikincisi gelir: “Bu bölgenin ödediği vergi belli. buna karşılık devlet harcamalarından aldıkları paya bakın. Batı’nın kaynakları bu bölgeye aktarılıyor”…Kimi iktisat cahili “Beyaz Türkler” de bu savdan hareketle. “Bırakın. ayrılsınlar. zaten sırtımıza yükler” der…Gerçek böyle midir?

***

Üretimin olmadığı. kısır bir tarım-hayvancılığın bile yok edldiği. kentlere doluşmuş işsizler ordusunun kol gezdiği bir bölgeden vergi geliri çıkar mı? Ancak tüketebildikleri malların KDV.ÖTV’leridir hazineye damlayan. Bunun sonucudur ki. bu illerin vergi gelirleri. bu bölgeye yapılan kamu harcamalarının üçte birini bile bulmaz. Hatta. başlığımıza konu olan Tunceli’de vergi gelirleri. kamu harcamalarının yüzde 15’ini. Hakkari’de yüzde 10’unu bile bulmuyor. Böyle olunca nüfus başına yapılan kamu harcamasında Tunceli. Hakkari. Türkiye ortalamasının üstünde kamu “yatırımı”ndan nasipleniyor görünüyorlar. Başbakan’a ezberletilen de bu. Ama. nedense bu iki il dışındaki bölge illerinin nüfus başına aldığı kamu yatırımı konu edilmez. 2010 yılı ilk 8 ayında Türkiye ortalaması olarak nüfus başına 2 bin 500 TL yi geçen kamu harcaması. Ş.Urfa’da 700 TL’ye. Ağrı’da 800 TL’ye. Batman’da 850 TL’ye kadar düşüyor. Buna ne buyrulur?



Kaynak:Maliye Bakanlığı. Muhasebat G.M. ve TÜİK verilerinden hesaplandı


Buraya kadar şu soruyu sormadık: Şu kamu harcaması. yatırımı dediğiniz ne ola ki? Tunceli’ye. Hakkari’ye yapılan kamu harcamalarının ne kadarı sağlığa. eğitime. ne kadarı polise. askeredir ? Bu soruyu Başbakan merak etmez mi? Dönüp bu harcamaların bileşimine bakmaz mı? Topluma bunu açıklaması gerekmez mi? Gerekmez. çünkü bakın bu yapılırsa ortaya nasıl bir görüntü çıkıyor:



Kaynak:Maliye Bakanlığı. Muhasebat G.M veri tabanı

RTE’nin en yüksek kamu harcamasını aldığını iddia ettiği Tunceli ve Hakkari. kişi başına en yüksek kamu harcamasını alıyorlar ama çoğu polis. asker harcaması olarak gerçekleşiyor bu harcamanın. Yeni karakollar.biber gazları.coplar…Yani silahlar. toplar. bombalar…RTE’nin dile getirmediği Tunceli. Hakkari’ye kamu harcamaları bunlardır aslında. 2010’un ilk 8 ayında Hakkari’ye yapılmış görünen 632 milyon TL kamu harcamasının yüzde 36’sı polis-asker harcamasıdır. Tunceli’ye yapılan yaklaşık 300 milyon TL’nin yüzde 58’ı yine polis-asker harcamasıdır. Yıllardır. barışa. bu bölgenin yoksul insanlarının eğitimine. sağlığına. iş-aş yatırımına yapılması gereken harcamalar. polis-asker harcamasına ayrılmıştır ve barış geciktikçe bu akıl dışılık devam edecektir.

Barışın önkoşulu samimi olmaktan geçer. Sayılar ortada dururken. RTE. devletin şiddet harcamalarını. refah harcaması olarak gösterirken. Tuncelili ana muhalefet parti başkanının çıkıp demesi gerekmez mi:

“Sen herkesi kör. alemi sersem mi sanırsın?”