Sayfalar

30 Ağustos 2010 Pazartesi

ANF İLE SÖYLEŞİ - : 30.08.2010

Sönmez: Batı’daki Kürt nüfusu umursanmalı




Ekonomist Mustafa Sönmez, Batı’ya yerleşmiş yüzde 40’lık Kürt nüfusun da umursanmasının gerektiğini belirterek, Kürt siyasi mücadelesinin sadece Kürt coğrafyasıyla sınırlı kalmaması gerektiğini kaydetti.

Kürt sorununun sadece ekonomik olarak ele alınamayacağını, kalkınma ve yatırımla açıklanmayacağını söyleyen Mustafa Sönmez ANF’nin sorularını yanıtladı

’KÜRT SORUNU KALKINMA VE YATIRIMLA AÇIKLANAMAZ’

Ekonomist ve yazar Mustafa Sönmez, Kürt sorununun çözümünü "kalkınma" ve yatırıma indirgemenin hata olduğuna dikkat çekerek, Kürtlerin demokratik hak ve özgürlüklerini talep etmeleri ile kültürel hakları için mücadele yürütmelerinin doğru ve saygın bir duruş olduğunu belirtiyor.

Ancak, bunu Türkiye’nin belli bir bölgesine sıkıştırmanın da fayda sağlamayacağı yönündeki görüşünü ortaya koyan Sönmez, "Çünkü, 2000’lerin Türkiyesi’nde iyice ortaya çıkmıştır ki, Kürtler sadece Güneydoğu ve Doğu’daki 21 ilde değil, tüm Türkiye illerinde yaşamaktadırlar" diyor.

ANF’nin sorularını yanıtlayan Sönmez, 2009 verilerini örnek göstererek; 2009 Adrese Dayalı Nüfus Sayımı sonuçlarına göre, 21 Kürt ili doğumlu olan nüfusun 18,5 milyona yakın olduğunu ifade ediyor ve ekliyor: "Bu, toplam Türkiye nüfusunun yüzde 25,6’sı demek."

18,5 milyonu aşan Kürt nüfusun 7,5 milyon ya da yüzde 40,5’a yakınının, Kürt illerinde değil, Batı, Orta ve Güney Anadolu illerinde yaşadıklarını anımsatan Sönmez, "Yani doğdukları topraklardan bu coğrafyalara göçmüşler. Daha detay bir analiz yaptığımızda, 7,5 milyondan 7 milyonunun 17 büyük merkezde yaşadığı anlaşılıyor" dedi.

Daha çarpıcı olanın ise İstanbul’un durumu olduğunu söyleyen ekonomist Sönmez, Kürt coğrafyası dışında yaşayan 7,5 milyon Kürdün 3,2 milyonunun İstanbul’da hayatını sürdürdüğüne vurgu yaparak, ’en büyük Kürt kenti İstanbul’ tezine de katılıyor.

İstanbul’u takiben Çukurova’nın, yani Adana ve Mersin’in barındırdığı Kürt nüfusun 850 bini geçtiğini de kaydeden Sönmez, Antep’le birlikte bu sayının 1 milyon 150 bini bulduğu bilgisini veriyor. Sönmez’e göre bu illerdeki Kürt nüfus ise toplam il nüfuslarının yüzde 23’ü dolayında.

İzmir’de de 750 bini aşkın Kürt nüfus bulunduğunu ve bu kesimin de İzmir nüfusunda yüzde 20’ye yakın paya sahip olduklarını bildiriyor.

’KÜRT SİYASİ MÜCADELESİ KÜRT COĞRAFYASIYLA SINIRLI KALMAMALI’

Bu verilerden yola çıkarak, birçok ülkede gözlenen etnik kimliklerin belli bir coğrafyada yaşadıkları gerçeğinin, (İspanya’da Basklılar, Katalanlar örneğinde olduğu gibi) Türkiye için geçerli olmadığını savunan Sönmez, Kürt siyasi mücadelesinin sadece Kürt coğrafyasıyla sınırlı kalmasına da, katılmıyor. Batı’ya yerleşmiş yüzde 40’lık Kürt nüfusun da umursanmasının gerektiğini belirten Sönmez, şu görüşte: "Kürt sorunu, bölgesel bir sorun değildir, Türkiye coğrafyasının her parçasını ilgilendiren, sadece Kürtlerin değil, kendini demokrat sayan Türklerin de sorunudur."

’CHP EKONOMİYE SIĞINARAK KÜRT KİMLİĞİNİ İNKAR EDİYOR’

Öte yandan başka bir hatayı ise, "Kürt sorununun, bölgenin azgelişmişliğine, yoksulluğuna indirgemek" olarak gören ekonomist Mustafa Sönmez şöyle dedi: "İşadamlarına ve CHP’nin önemli bir kısmına hakim olan bu dar ekonomizme göre, bölgede iş-aş meselesi halledilince Kürt meselesi de hallolacaktır. PKK, yoksul halkı ve işsiz gençleri kandırarak ‘terör^’ü sürdürmektedir. Bu indirgemeci yaklaşım da Kürt kimliğini küçümseyen, inkar eden damardan geliyor."

’KÜRT SORUNU BÖLGEDEKİ EKONOMİYLE İLGİLİ DEĞİL’

Sönmez, devamında ise "etnik kimlik mücadelesi sadece bölgesel yoksulluk meselesi olsaydı, İspanya’da en zengin bölgeler olan Katalunya ve Bask bölgesinde özerklikle sonuçlanan ulusal mücadeleler olur muydu?" diye soruyor.

Kürtlerin tarihsel olarak Kürt coğrafyasını değil de Güney Marmara’yı yurt edinmiş olsalardı dahi, bugün Kürt sorununun aynı şekilde sürebileceğini ifade eden Sönmez, böylece Kürt sorununun bölgedeki ekonomik problemlerle sınırlı bir bakış açısıyla ele alınmasına karşı olduğunu vurguluyor.

’MEVSİMLİK KÜRT İŞÇİLER POTANSİYEL SUÇLU GÖRÜLÜYOR’

Ekonomist Mustafa Sönmez, mevsimlik Kürt işçilere uygulanan ayrımcılığı ise tehlikeli bularak, çözüm olarak sendikal örgütlenmeyi işaret ediyor: "Ne yazık ki, yıllardır yaşanmayan, görülmeyen şeyler yaşanmaya, görülmeye başlandı. Ekmeğini kazanmak için tarım işçisi olarak çalışmaya gidenlere taciz edilmelerini önlemek adına, onlara adeta çalışma kampları koşulları hazırlanıyor. Potansiyel suçlu, tehdit unsuru muamelesi yapılıyor. Bu insanlık dışı, halkların kardeşliğini pekiştiren değil, düşmanlığı körükleyen bir tavırdır. Böylesi bir dışlanmışlık, izolasyon psikolojisi halklar arasında kardeşleşmeyi değil, uzaklaşmayı getirir. Bunu kıracak olan, bölgelerdeki sendikal örgütlenmelerdir. Sendikalar, çalışan sınıf hangi etnik kimlikten olursa olsun onları aynı çatı altına toplayıp ekonomik-demokratik haklarını korurken, onların aynı sınıftan insanlar olduğunu hatırlatarak kaynaştırmalı ve sınıf temelinde, kimliklere de saygıyı içeren yaklaşımları geliştirmeli. Onlara da yöredeki demokratik parti ve dernek örgütlenmeleri destek vermeli."

Anayasa’dan “Yerindelik” Ayıklaması ve Tüpraş Örneği…

Mustafa Sönmez

1980’lerin başlarında devreye sokulan özelleştirme yağması, fiilen 25 yılını geride bırakırken 40 milyar doları aşkın kamu varlığı özelleştirildi. Çok önemli bir kamu varlığı da kapatmalarla, devirlerle, rasyonelleşme adına çarçur edildi. Bu saldırgan liberalleşme, kuşkusuz, sınırlı da olsa yer yer kamusal muhalefetle karşılaştı. Sonuçta, bugün Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın Hukuk Müşavirliği’nin uğraşmak durumunda olduğu idari dava sayısı hala 5 bin 100’ün, adli dava sayısı 55’in üstünde.

Özelleştirmelerin hız kazanması 2000 sonrasına kalırken hasat, AKP’ye nasip oldu ve 40 milyar dolara yaklaşan özelleştirmelerin çoğunu AKP sonlandırdı. Bu kaynaklar, ağırlıkla çoğu 2001’deki banka hortumlamalarının yol açtığı bütçe açıklarını yamamaya yaradı. Ama AKP, açılan davalarla da epeyi uğraşmak zorunda kaldı ve bazı yağmalar hukuk savaşı ile önlendi. AKP’nin içinde uhde kalan en önemli satış projesi Salı Pazarı Galataport’tur. İzmir, Samsun, Bandırma liman satışlarında mahkeme sürecinin ülkeye milyon dolarlara mal olduğunu söyleyen Başbakan şaibeli Galataport, Haydarpaşaport ihalelerinde de yargıdan yakınıyor ve açıkça Anayasa değişikliğinin en önemli nedenleri arasında bunu göstermekten kaçmıyor.

***

12 Eylül’de oylanacak Anayasa taslağında 125. maddenin 4. fıkrası 'Yargı yetkisi, idari işlem ve eylemlerin hukuka uygunluğunun denetimiyle sınırlı olup hiçbir surette yerindelik denetimi şeklinde kullanılamaz' şeklinde düzenlendi.Yani idari yargı, gelen davalarda kamu yararı, sosyal adalet ve eşitlik, sosyal devletin görevleri, çevre, doğal kaynaklar ve kamusal mülkiyetin korunması gibi ilkelerde uygunluk aramayacak, itirazları usul yönünden inceleyecek, içeriğine yeni anayasa gereği olarak karışamayacak. İdari yargının ‘yerindelik yetkisi’ kullanarak verdiği bu kararlar ilk olarak 1990 yılında dönemin Başbakanı Turgut Özal tarafından engellenmeye çalışıldı. Özal hükümeti Danıştay Kanunu’nda değişiklik yaparak Danıştay`ın tüzük incelemelerinde sadece ‘kanuna uygunluk’ denetimi yapacağı, ‘yerindelik denetimi’ yapamayacağı hükmünü getirdi. Fakat bu düzenleme Anayasa Mahkemesi’ne takıldı. Anayasa Mahkemesi’nin verdiği bu karar sonraki yıllarda bu yönde yasal düzenleme yapılmasının önüne geçmiş oldu. Türk Telekom, Petrol Ofisi, Tüpraş gibi dev özelleştirmeleri gerçekleştiren AKP iktidarına kadar bu konuda yeni bir girişim olmadı. AKP hükümeti, elde kalan enerji, kamu bankaları, milli piyango idaresi devasa ihalelerde olası ‘yargı engellerini’ ortadan kaldırmak için Özal’ın 1990 yılında yasal düzenlemeyle yapamadığını, Anayasa değişikliğiyle yapmak üzere kolları sıvadı.

***

Yerindelik denetiminin varlığının ne anlama geldiğini Tüpraş özelleştirmesini hatırlayarak anlatalım:

Tüpraş, ham petrol rafinajı konusunda Türkiye’nin tekeli. Bir kısmı halka açık olan Tüpraş’ın yüzde 65,8 oranındaki hissenin blok satışı için 13 Ocak 2004 tarihinde ihale yapıldı. İhalede en yüksek teklif, 1 milyar 302 milyon dolar olarak gerçekleşti.

Başbakan RTE’nin başkanlığını yaptığı Özelleştirme Yüksek Kurulu bu kararı onayladı. Yani Tüpraş’ın 1 milyar 302 milyon dolara satılmasına olur verdi. Ancak, Petrol-İş sendikasının açtığı dava sonucunda bu satış, Danıştay tarafından iptal edildi.

İptal işleminden sonra şunlar yaşandı: Tüpraş’ın yüzde 14,8 hissesi 4 Mart 2005 tarihinde İMKB’de toptan satışlar pazarında yabancı kurumsal yatırımcılara (sonradan Ofer olduğu söylendi) yaklaşık 454 milyon dolara satıldı.Geri kalan yüzde 51 hisse ise 12 Eylül 2005’te yapılan ihalede en yüksek teklifi veren Koç Holding’e 4 milyar 140 milyon dolara satıldı. Eğer Danıştay 2004 yılındaki satışı iptal etmeseydi, Türpaş’ın yüzde 65,8 hissesi sadece 1 milyar 302 milyon dolara satılmış olacaktı. Danıştay’ın iptalinden sonra aynı hisseler toplam 4 milyar 594 dolara satılmış oldu.

Eğer Danıştay iptal etmeseydi, bu kamusal varlık, toplam 3 milyar 294 milyon dolar daha ucuza satılacaktı. Referanduma sunulan Anayasa değişikliğinde yargının yerindelik denetimi yapamayacağına yönelik düzenleme, işte bu tür can alıcı denetimi, özelleştirmenin “diken”ini ayıklıyor ve dikensiz bir gül bahçesi sunuyor özelleştirmeci iktidara. Sadece Tüpraş örneği bile bu Anayasa değişikliğiyle ne tür bir vurgunun yolunun açıldığını açık olarak gösteriyor.

12 Eylül referandumunda “Evet” deme gafletindekileri bıraktım, “boykot” savsaklamacılarına soralım: Sadece bu yağmacı maddeyi önlemek için bile Hayır demek gerekmez mi 12 Eylül’de ?…

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Yabancının Emlak İştahı Kabardı

Mustafa Sönmez

Yabancılara mülk satışı, sayıları 20 milyon eşiğini aşan turistlerden sağlanan turizm gelirleriyle kıyaslandığında hatırı sayılır boyutta. 2009’daki durgunlaşan satışların 2010’da hızlandığı ve yıl sonunda 3 milyar doları bulması bekleniyor. Yabancılara, emlak satışından elde edilen gelirler son 7,5 yılda turizm 16 milyar doları buldu ve yabancı turistlerin harcamalarından elde edilen gelirin yüzde 16’sına ulaştı.



Kaynak; Kültür ve Turizm Bakanlığı, TCMB

2003’te başlayan satışların 2008’e kadar arttığı, ancak 2009’da satışların hız kestiği anlaşılıyor. 2003’te 1 milyar doların altında kalan satışların, 2004’te 1,3 milyar dolara, 2005’te ise 1,8 milyar dolara çıktığı görülüyor. Satışların, 2006-2008 döneminde ise yıllık 3 milyar dolara yaklaştığı görüldü. Satışlar, 2009’da hız kesti ve 2009’da ancak 1,8 milyar dolarlık satış yapılabildi. Bu yıl ise satışlar şaha kalkmış durumda.



Bu yılın ilk 6 ayında satışlar 1 milyar 422 milyon dolara ulaştı. Kriz yılı 2009’un ilk yarısına göre satışlar toparlandı ve yüzde 83 artış yaşadı. 2010’un Nisan ayından itibaren satışların atağa geçmesi, yılın tamamında satışların 3 milyar doları aşacağını gösteriyor.

Satışların hızlanmasında, emlak arzındaki bolluk önemli bir rol oynuyor. 2008 öncesinde hızlandırılan konut ve yazlık inşaatları, 2009 krizi ile önemli bir talep daralması yaşayınca, fiyatlarda da hızlı bir gevşeme yaşandı.

2009’u bekle-gör ile geçiren yabancıların, özellikle 2010 ile birlikte alıma geçtikleri ve talebin canlandığı gözleniyor. Satışların haziran sonrası da arttığından ve yılın rahatlıkla 3 milyar doları aşan bir ciro ile kapatılacağından söz ediliyor.

***

Yabancılara gayrimenkul satışına, Tapu Kanunu'nun 35. maddesi değiştirilerek, 19 Temmuz 2003 tarihinden itibaren imkan tanındı. Bu düzenleme, özellikle bazı kıyı kentlerinde inşaat ve gayrimenkul faaliyetlerini önemli ölçüde canlandırdı. Yabancıların hülleli mülk edinme işlemlerine hukuki zemin sağladı, dövizli satışlar, cari işlemler dengesi açığının finansmanına da katkıda bulundu. Özellikle, kıyı illerimizdeki yazlık inşaat ve satışlarına, yabancılar büyük ilgi gösterdi. Yabancı mülkiyetindeki taşınmazlarda Antalya ( özellikle Alanya) yüzde 30, Muğla yüzde 14, İstanbul yüzde 11, Aydın (özellikle Kuşadası) da yüzde 11 dolayında pay sahibi. Satılan taşınmazın yüzde 51’i Almanların, yüzde 10’u İngilizlerin ve yine yüzde 10’u Avusturyalıların görünüyor. Toplam mülklerin yüzde 5’i de Yunanlılara ait . Yani satışların dörtte üçü 4 Avrupalı ülke vatandaşlarına yapılmış.

Yabancı talebine dönük inşaatların özellikle Güney’deki kıyı şeridimizde yol açtığı yağma, betonlaşma ve çevre sorunları madalyonun öbür yüzü. Yabancılarca alınan kıyı kentlerindeki gayrimenkullerin kayıt dışı işletilmeleri ve kayıt dışı turizm geliri elde etmek üzere kullanılması da temel eleştiri konularından bir başkası.



.

27 Ağustos 2010 Cuma

Sıcak Para Ağlarını Örerken...

Mustafa Sönmez

27.08.2010, Cuma
Anayasa değişikliği için referanduma gidilirken aylardır ekonominin yelkenini sıcak para rüzgarı şişiriyor. AKP iktidarı, bu konjonktürü de böyle bir yalan rüzgarı ile geçiriyor ve sıcak paranın pompaladığı ithalatla terbiye edilip düşen fiyatlar, görece istihdam kıpırdaması, 2009’a göre görece büyümüş görünen ekonomi, referandumda “Evet”çi AKP’ye meydanlarda sahte cakalar satma imkanı da veriyor. Sıcak para girişinin bu aldatmasına, iş dünyasının önemli bir kısmı da kanmış, hele ki dünyadaki ikinci dip ihtimallerini görüp duydukça, ölümden korkup sıtmaya razı olmuş haldeler. AKP’nin, bu sıcak para rüzgarına erken seçime kadar da ihtiyacı var. Bakalım, rüzgar esmeye devam edecek mi…

***

Dış kaynak hareketlerinin seyrine bakıldığında,Türkiye kapitalizmi 2010’da yeniden bir “sıcak para sarhoşluğu” yaşıyor denebilir. 2009’un başında geri çekilen ve stok olarak 43 milyar dolara kadar düşen sıcak para, 2009’un ikinci yarısından itibaren geri döndü ve stok 2009 sonunda 66 milyar dolara çıktı. Ama esas patlama 2010’da yaşanıyor. 2010’un ilk yarısının sonunda 20 milyar dolara yakın sıcak para girişi borsaya ve devlet kağıtlarına geldi. Böylece stok, 75 milyar doları aştı. Sıcak para girdikçe kur düştü ve ithalat daha cazip hale geldi ve coştu. Sonuçta dış ticaret açığı büyüdü ve akabinde de cari açık yılın ilk yarısında 21 milyar dolara yaklaştı. Yani bugün Türkiye’nin cari açığını ya da ortaya çıkan döviz açığını, borsaya ve devlet kağıtlarına gelen sıcak para karşılar vaziyette. Bu buz üstündeki dans nerede tökezler diye beklerken, sıcak para ağlarını örmeye devam ediyor.



Kaynak:TCMB veri tabanı

Sıcak paranın ilgisi, sadece Türkiye’ye değil. Benzer ülkeler de aynı parayı çekiyorlar. Bunun altında, ABD ve Avrupa finans kapitalini batmaktan kurtarmak için pompalanan likidite yatıyor. Büyük bütçe açıkları ile sonuçlanan kriz yangınını söndürme operasyonun ardından Avrupa, (başta Almanya) büyüyen bütçe açıklarını daraltmak üzere maliyede kemer sıkmaya gitti. Bu bir durgunluğa gidiş demek aynı zamanda. Haliyle, durgunluk içindeki ekonomide bankalar, reel sektöre kredi açmak yerine, yüzde 3-4 faizli ABD Hazine kağıtlarına para yatırıyorlar. Sıcak para da, bu tehlikeli sularda seyretmek yerine, krizden dolaylı etkilenmiş ama bütçe açığı, kamu borç stoku henüz tehlikeli boyutlara ulaşmamış “yükselen çevre ülkeler”i yatırım yeri olarak seçiyor. Türkiye de bunlardan biri.


Aşırı sıcak para girişinin, üretim ve ihracat deformasyonu yarattığı bilinen bir gerçek. Bu deformasyondan uzak olmak isteyen ülke, sıcak paraya da temkinli yaklaşıyor. Tobin vergisi gibi caydırıcılarla sıcak para girişine kontrol uyguluyor, daha ziyade, doğrudan yabancı sermaye ve kredi kullanımı ile dış kaynak ihtiyacını karşılamaya çalışıyor. Aralarında Türkiye’nin bulunduğu bazı ülkelerde ise sıcak paraya “Mevlana” tavrı var…Ne olursan, ne yaparsan, neye yol açarsan, fark etmez, gel!...


Türkiye gibi ekonomilerin sıcak para aktıkça ulusal paraları da değerleniyor ve değerlendikçe, sermayenin rant kazançları daha da artıyor. 2010’un ilk yarısında cari işlem açığı 21 milyar dolara yaklaştı. Krizde geçen 2009’un ilk yarısında cari açık 7.4 milyar dolardı. Açığın üçe katlanmasına rağmen, doludizgin sıcak para girişi sonucu , döviz sepeti (1 dolar+1 avro)12 ayda yüzde 5’e yakın ucuzladı.


***
Peki bu sıcak para akışı nereye kadar? Gözler IMF ve derecelendirme kuruluşlarının notlarında. Buralardan alarm işareti gelmedikçe sıcak para akmaya devam ediyor. Derecelendirme kuruluşlarının yakın dönem raporlarında genel yaklaşım şöyle: TL’nin değer kazanması ile patlayan ithalat, enflasyonu terbiye ediyor, ama buna karşılık cari işlem açığını hızla büyütüyor. Mali kural uygulamasının ertelenmesini hatırlatan bu raporlarda cari açığın büyümeye devam edeceği ve TL’nin aşırı değerlenmesi karşısında kaçınılmaz hale gelecek bir devalüasyonun yaratacağı sarsıntı hatırlatılıyor. Bu deprem öncesi, sıcak paranın da satıp kaçma zamanı. O an, hangi an,belli değil.


Bu arada sıcak para kaçınca ve yüksek oranlı bir devalüasyon yaşanırsa ne olur ? İhracatçılar da bunu istemiyor mu? İstiyorlar da, ya borçlu özel sektör? Onların borçlarının artacak TL karşılığı ? Öyle böyle değil, özel sektörün kısa vadeli dış borcu, Haziran 2009 ile Mayıs 2010 arasında yüzde 24 artarak 45 milyar dolardan yaklaşık 56 milyar dolara çıktı. Bu, Eylül 2008’deki rekor düzeye yeniden tırmanma demek… Döviz fiyatlarındaki şok artışların, kısa vadede döviz borçlularında yaratacağı sarsıntıyı düşünebiliyor musunuz?


AKP’liler, “tevekkülcü”…Bize bir şey olmaz, aymazlığındalar ve sıcak paranın yerli üretimde, istihdamda, ülkenin gelişme dinamiklerinde yarattığı erozyon da çok umurlarında değil…Şimdi daha önemli işleri var. Hele yargıyı da kontrollerine geçirecekleri evet oyları sandıktan çıksın, ondan sonrası tufan…

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Neresi “Demokratik”, Nasıl “Özerklik”? (2)

Mustafa Sönmez

25.o8.2010, Çarşamba
Kürt politik hareketinin gündeminin ilk sırasına oturtulan “demokratik özerklik”, şimdiden körlerin fil tarifine döndü. AKP’nin ağır topu, Başbakan yardımcısı Cemil Çicek’e sorarsanız, “Demokratik özerklik denilen şey, Türkiye’de Kuzey Irak’taki yapıya benzer bir yapı oluşturmaktır… Türkiye’de bir model oluşsun, sonra da şimdi bağımsızlık ilan etmek risklidir bunun bedeli var, konjonktür ileride uygun olduğunda da biz varmak istediğimiz yere varalım”… Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’e sorarsanız, o, belediye önündeki gönderde Türk bayrağının yanında sarı-yeşil-kırmızı bayrağın dalgalandığı bir yapılanmadır, ama sadece Güneydoğu’ya ait değil, tüm Türkiye’ye önerilecek bir modeldir.

Dostum Ertuğrul Kürkçü, “Kürtlerin istediğini biz de istiyoruz: Her il, her belediye kendi özerk yönetimine sahip olsun. Bu özerk yönetimler bir araya gelerek demokratik bir cumhuriyet altında her milliyet ve inançtan yurttaşı birleştirsin” diyor (26 Temmuz 2010,bianet.org).

***
Kürt siyasi hareketinin yol haritasının odağına yerleştirdiği bu “proje”yi, “ Türkiye genelinde yerel yönetimleri güçlendirmek” hedefi olarak anlamak mümkün olabilirdi. Ama BDP’nin, Abdullah Öcalan’ın ifadelerinden öyle bir şey çıkmıyor. Şunu biliyoruz: Türkiye, Avrupa Konseyi tarafından hazırlanan ve üye devletlerin imzasına açılan Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nı önemli maddelerine çekince koyarak 1988’de imzalamıştı. Bu şart, yerel yönetimlerin özerkliği kavramını; “yerel makamların, kanunlarla belirtilen sınırlar çerçevesinde, kamu işlerinin önemli bir bölümünü kendi sorumlulukları altında ve yerel halkın çıkarları doğrultusunda düzenleme ve yönetme hakkı ve imkânı” olarak tanımlamakta. Kürt siyasetinin muradı bu mudur? Bu ise, bunu öncelikle ve ağırlıkla Kürt sorunu ile ilişkilendirme neyin nesi? O zaman, çıkarsınız ortaya, TBMM’de grubunuz var ve dersiniz ki, biz bütün Türkiye için Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın uygulanmasını istiyoruz. Bu konuda yanınıza CHP’den, başka partilerden milletvekilleri de bulursunuz, Türkiye’deki birçok meslek örgütü, sendika, demokratik unsur böyle bir talebi elbirliği ile hayata geçirmeye niye hayır desin ? AB desteği de cabası…Ama bu da değil. PKK-BDP’nin “demokratik özerklik” modeli, her zaman olduğu gibi- öncelikle Kürtlerin yoğunlukla yaşadığı bölge için istedikleri bir şey. Yani diyorlar ki, “Kürt illeri”nde demokratik özerklik uygulansın. Bölgede seçilecek yönetime , merkezin birçok yetkisi devredilsin. Hangileri ? O başlığın altı muhtelif…Vergi salmadan yerel futbol ligi düzenlemeye kadar bir aşure var orada. Diyelim ki, böyle bir şey oldu: İspanya’nın en zengin ulusu Katalanların, üniter İspanya içinde “özerk bölge” olmalarına benzer bir yapı, yoksul Güneydoğu’da bir şekilde gerçekleşti… Kürtlerin hangi derdine çare olacaksa bu model, söyler misiniz, bölge dışındaki milyonlarca Kürt’e ne getirecek? Mesela İstanbul, Ege,Çukurova’daki Kürtler, Güneydoğu’daki “özerk” bölgenin nimetlerinden- neler olacaksa o nimetler- nasıl yararlanacaklar? Eğer Kürt nüfusun en az yüzde 40-50’si bölge dışında, ülkenin gelişmiş bölgelerinde yaşıyor ve onların birçoğunun Kürt kimliği ile kültürel hakları ile ilgili talepleri bulundukları bölgelerde sürüyorsa, o zaman bölge temelli bir proje Batı’daki Kürtleri nasıl kucaklayacak?

Mesele merkezi devletin yetkilerini yerele devrederek demokratikleşme ise, bu niye sadece Güneydoğu için isteniyor ve BDP-ki Türkiye partisi olduğu, tüm Türk-Kürt ezilenler için ortak adres olduğu iddiasındadır- neden bu modeli tüm Türkiye için geçerli ve tüm ilerici-demokrat unsurlarca ortak bir program ve mücadele eylem alanı olarak takdim etmemekte, tersine, bölgeselleştirmektedir? “Biz yaparız, öteki bölgeler de örnek alır” mı denilmek istenmektedir? Diğer bölgelerdeki Kürtleri ,zımnen, asimile olmuş, Türkleşmiş Kürtler olarak mı görmekteler ?

***
Elbette, yereli demokratikleştirme, yetki ve sorumlulukta yerele inisiyatif tanıma gerekli. Bu, herkesin demokratik talebi. Ama bunu belli bir etnisitenin yaşadığı bölgenin ihtiyacı ve projesi olarak takdim, hem inandırıcı, hem de gerekli değil. Kürtler ülkenin tüm coğrafyalarında. Bölge esaslı “proje”ler, sözel olarak savunulurken bile, ayrılıkçılık, bölücülük ile yaftalanmaktan kurtulamaz. Bu “kör, bulanık hedef” adına sürdürülen her gayret, ülke genelinde kutuplaşmayı, Batı bölgelerindeki Kürtlere tacizi ve linç kültürünü beslemeyi getirir. Bu gerilim ikliminden olabildiğince kaçınılmalıdır.

Kürtlerin varlık ve kimliklerini güvenceye alarak eşit yurttaşlardan oluşan bir ortak yönetim oluşturma amaçlı önerilerini tartışmaya, dinlemeye açık olmalıyız. Ama, bu ülkede sadece Güneydoğulu Kürtler yaşamıyor. Batı’daki Kürtler ve demokrasi talebi olan Türkler, Araplar, Çerkezler, diğer etnik kimlikler de var. Herkesin ekonomik, politik, kültürel beklentilerini kucaklayacak çözümleri, kendimizi odağa, merkeze koymadan, gerilim yaratmadan, herkesin hassasiyetine saygı duyarak tartışmalıyız. Bunu yapmaktan başka çaremiz de yok.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Neresi “Demokratik”, Nasıl “Özerklik”? (1)

Mustafa Sönmez

23.08.2010, Pazartesi
AKP, Anayasa değişiklik paketi ile, yürütme ve yasamada ele geçirdiği üstünlüğünü, yargı gücünü de kontrol altına alarak perçinlemek ve bugünkünden daha otoriter bir düzen kurmak peşinde. AKP, yargı kalesini, 12 Eylül referandumundan çıkaracağı “evet”lerle düşürdüğü an, amaçladığı faşizan iktidarın önünde pek bir engel kalmayacaktır. İşte o zaman Tekel işçilerinin 4-C davasını, Karadeniz halkının HES davalarını, meslek odalarının, sendikaların özelleştirme karşıtı davalarını hukuksuz bularak bozan yargı, iyice “yandaş yargı” yapılacak, Ergenekon benzeri davalarla korku imparatorluğu iyice hükümran olacaktır.
Anayasa değişikliğinin arkasındaki amaç bu kadar net iken, akıl tutulmasına uğramış bazı demokrat ve sol geçinen çevreler bu amacı görmezlikten gelerek “evet”çilerin safında yer alma aymazlığındalar.

***

Anayasa değişiklik paketine Hayır kampanyasının başını CHP çekmekle beraber, aklıselim sol parti ve örgütler de tavırlarını “Hayır” olarak belirlediler. ÖDP, TKP, EMEP ortak bir tavırla “hayır” tercihinde çalışma sürdürürlerken onlara, Halkevleri, TMMOB, sol yönetimli sendikalar, çeşitli meslek örgütleri, Alevi dernekleri de eşlik ediyor.

Bütün bu “hayır”cı kesim, öteden beri, Kürt meselesinde demokrat bir tavır takınarak Kürtlerin kültürel hak ve özgürlükleri için, Kürt siyaseti ile dayanışma içinde bulunageldiler. Yeniden kardeşleşme için samimi bir çaba içinde oldular. Meselinin aslının sınıfsal olduğuna parmak bastılar. Gelin görün ki, gündemdeki Anayasa değişikliğinde solun “Hayır” tercihini, Kürt siyasi hareketi , PKK- BDP paylaşmıyor, Hayır demiyor, boykot diyor ama aslında “evet”e doğru da dans ediyor. Tam da bu yol ayrımında, Türkiye solunun PKK-BDP hareketini yeniden analiz etmesi, sapmalarına sessiz kalmaması ve eleştirel yaklaşması gerekmiyor mu? Bu hareket ne kadar demokratik bir harekettir, Kürtlerin geleceği ile ilgili proje olarak diline doladığı demokratik özerklik ne kadar isabetli, paylaşılabilecek bir öneridir?

***

12 Eylül kavşağı bir kere daha oraya koydu ki, PKK-BDP , her sürecin merkezine Kürtleri koyan milliyetçi bir duruşu tercih ediyor. BDP, tüm Türkiye partisi olma, sadece Kürtlerin değil, Türk emekçilerinin, demokratlarının da partisi olma iddiasına rağmen, içinde Kürtleri ilgilendirmeyen hiçbir mücadele içinde yok. Grev ve direnişlerde yok, demokratik direnişlerde yok. TBMM’de, varsa yoksa sadece Kürt başlığı altında bir kürsü kullanımı var.
Sonuçta, faşizan yönetimin son hamlesi Anayasa değişikliği konusundaki tavır, bu hareketin “demokratik”liği ve yol arkadaşlığını test etme konusunda da yeterince ipucu veriyor. Ne dedi BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, hatırlayın: “Hükümet taleplerimizi karşılamaya yönelik ciddi adımlar atarsa müzakere süreci başlar, biz de yeni anayasayı destekleriz.”

***
Kürt siyaseti, referandumu, pazarlık sürecinde bir koz olarak görmekte, o paketteki neoliberal, tahakkümcü özü es geçmektedir. Değişiklik maddelerinin Kürt işçileri, Kürt kamu çalışanlarını, Kürt öğrencileri, Kürt yoksul halkını nasıl etkileyeceği BDP’nin umurunda mıdır? BDP bütün varlık nedenini, onların Kürt olmalarından kaynaklı sorunların giderilmesi ile tanımlamaktadır. Bu, tam bir milliyetçi sapmadır. Ama onlara sorarsanız sözde ülke halklarının sömürüden, ezilmişlikten, dışlanmışlıktan kurtulması için “ortak adres”tirler…

Ne yazık ki, bütün bu iddiaların partisi, siyaseti olmadıklarına dair her gün yeni kanıtlar üretiyorlar. Zaten soğukkanlı ve objektif bir gözle bakılırsa, PKK-BDP siyasetinin anti-emperyalist, anti-feodal, anti-kapitalist özelliklerini hızla kaybettiği bir tarih vardır geride. Yeri geldiğinde ABD emperyalizmi ile onun kucağında büyüyen Barzani hareketi ile, yeri geldiğinde AB’nin emperyalist ülkeleri ile, hatta bir iddiaya göre İsrail ile ittifaklar yapan , onların sunduğu imkanlardan yararlanmak için işbirliği geliştiren PKK için artık anti-emperyalist sıfatı kullanılabilir mi? BDP programını iyi okuyanlar piyasacılığa, özelleştirmeciliğe dair bir dizi övgü bulabilirler. Anti-feodal ilke iyice geride bırakılmıştır. Güneydoğu sorunu ile büyük toprak sahipliği özdeşleşmiş olgular iken PKK, kuruluşunda baş mesele gördüğü bu sınıfsal sorundan sonraları hepten vazgeçti ve programında toprak reformunu, Kürt feodalleri,ağalarıyla mücadeleyi hepten çıkardı. Yoksul Kürt köylülerini topraklandırmayı, feodallerle mücadeleyi programından çıkarmış bir harekete nasıl demokratik diyeceğiz?

Bu durumda, anti-emperyalist, anti-feodal olmayan ve içinde Kürt sözcüğü geçmeyen hiçbir mücadele başlığı altında göremediğimiz, otoriter-faşizan sistemi pekiştirecek Anayasa değişikliği konusunu Kürt merkezli beklentilerini pazarlık konusu yapan Kürt siyasetinin neresi, nesi dayanışmaya değerdir? Kürt siyaseti bu milliyetçi sapmalarıyla, özgürlükçü, sol bir politika ile bağdaşmayan makyevelist, oportünist yönelimi ile nasıl “ortak adres” olacak? Bütün bunları vakit varken oturup tartışmalı, nereye gidiyoruz sorusunun yanıtını aramalıdırlar.
İzleyen yazıda olmayan “Demokratik”liğin “Özerklik” projesini tartışacağım…

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Medyada Politik Patronaj ve Akıbet…

Mustafa Sönmez

21.08.2010, Cumartesi
AKP iktidarı, özellikle son 2 yıldır “bütün güç bende” diyebileceği, otoriter bir sivil dikta rejimine geçişe odaklandı. AKP, bu hedefine kilitlenirken, yürütme ve yasamadaki hakimiyetini, medya gücü ile tahkim etti. Geriye yargıyı denetime almak kaldı ki, ona da 12 Eylül’de oylatacağı Anayasa değişikliği ile kavuşmayı umut ediyor.

AKP iktidarı, özellikle 2007 seçimlerinden aldığı güçle, meclisteki çoğunluğunun iradesini sınırsız kullanma cüretini gösterdi. Bir yandan silahlı kuvvetleri itibarsızlaştırıp çeşitli tertiplerle itham ederek etkisiz kılarken, bir yandan da esas hedefi olan yargı denetimine hamle yaptı, yargıyı yürütmenin denetimine alacak hamleleri hızlandırdı.

12 Eylül’de oylanacak değişiklik paketinde, Anayasa Mahkemesi’nin çoğunluğunun iktidarla aynı görüşü paylaşan üyeler olması sağlanmak isteniyor. Öncelikle yürütmenin başı olan Cumhurbaşkanı’na belirleyici bir rol veriliyor. Böylece yürütmenin yargı üzerindeki ağırlığı artırılıyor. Ayrıca iktidarın egemen olduğu kurumlardan seçilen üyelerin sayısı artırılıyor.

12 Eylül’de değişiklik paketi yürürlüğe girip yargı denetimi ortadan kalkarsa, Türkiye tek bir partinin egemen olduğu, iktidarın tek bir elde toplandığı ve her türlü anayasal denetimden sıyrıldığı otoriter bir rejime hızla sürüklenecek. 12 Eylül’de her “Evet” oyu, bu otoriter rejime evet anlamı taşıyor.

***

AKP’nin otoriter düzene geçiş uğruna büyük riskler göze aldığı, iktidarı kaybettiği anda Başbakan’ı Yüce Divan’a anında götürecek tehlikeli oyunları sahneye koyduğu malum. Bunun en başında, bir kamu kurumunun, TMSF’nin kontrolünde olan “müflis” Dinç Bilgin’e ait Sabah-ATV grubunun, ihaleye ikinci bir firmanın girmesine fırsat tanınmadan, AKP yandaşı olarak bilinen Çalık Grubu’na devridir. Muhtemel bir Yüce Divan oturumunda tekrarlanacak iddia şudur: Başbakan, yeni markası ile RTE, damadı Berat Albayrak’ın CEO’luk yaptığı Çalık Grubu ve ortağı Katar Emiri’ne ait Turkuvaz Grubuna , Halk Bankası ve Vakıflar bankası’ndan 750 milyon dolarlık kredi açılmasında da etkili olmuştur. Böylece, medya alanının en önemli gruplarından biri bu “politik patronaj” a geçmiştir. Sabah-ATV’nin, tamamen iktidar yanlısı bir yayın çizgisi izlemekte olduğu, bazı çatlak seslere ise konu mankeni olarak müsamaha gösterdiği bilinmektedir. Yakın zamanda gruba yeni haber kanalları ile takviyeler yapılacaktır.

Medyada politik patronaj, yine RTE destekli başka İslamcı sermaye gruplarının gazete-tv grupları ve AKP’nin koalisyon ortağı Fethullah Cemaati’nin (başta Zaman-Samanyolu olmak üzere) gazete-tv grupları ile pekiştirilmiştir.

Böylece, Türkiye medyası, özellikle 2007 sonrası ağırlıkla “politik patronaj” altına girmiştir. RTE’nin bu güçle, medyadaki rakibi Doğan Grubu’nu vergi denetimleri ile nasıl köşeye sıkıştırdığını, diğer medya gruplarını da bu yolla yola getirdiğini yaşayarak gördük.

***

Siyasi tarihimizde medya sopasıyla buna benzer operasyonlar yaşanmış mıdır? Tamamen benzemese de bazı “vaka”ları ve akıbetlerini hatırlatmak yerinde olacaktır.
Medyada politik patronajın bir örneği, 1988-1990 arası Kıbrıslı işadamı Asil Nadir’in medya macerası ile yaşanmıştır. Turgut Özal’ın, tahammül edemediği Aydın Doğan, Dinç Bilgin gruplarına karşı İngiltere’de iş yapan Asil Nadir’e sektöre girme talimatı verdiği ve desteklediği biliniyordu. Nadir, 3G diye bilinen dönemin Günaydın, Güneş gazeteleri ile Gelişim Dergi grubunu satın alarak sektörün en büyüğü durumuna geldi ve rakiplerini sindirmek üzere yıpratıcı, yıkıcı bir rekabet başlattı. Ezeli rakipler Doğan ile Bilgin, cephe oluşturarak savunmaya geçtiler. Asil Nadir’in, Özal güdümlü patronajı uzun ömürlü olamadı. İngiltere’deki ana şirketi Polly Peck’in bileği bükülünce Nadir’i kurtarmaya Özal’ın da gücü yetmedi ve ikisi de paldır küldür düştüler, şirketler ise iflas masalarında hala sürünüyorlar.

***

İkinci politik patronaj örneği Uzan Grubu vakasıdır. Turgut Özal’ın oğlu Ahmet Özal ile Cem Uzan, ilk özel TV yayınını TRT tekeline rağmen yurt dışından Özal’ın desteği ile başlattılar. Uzan ailesi, bu ilk özel korsan kanalı Özal’ın tepe tepe kullanımına açtı. Devamında, medyayı grubun yasadışı birikim sürecinde açık seçik silah olarak kullanan Uzan Grubu, tehdit-şantaj aleti olarak kullandığı medyanın yanına Genç Parti’yi ekleyerek gücünü pekiştirmek istedi. Sonunda, dinsizin hakkından imansız geldi. AKP, iktidarının ilk dönemlerinde Uzan’ı kuşattı ve hile-hurdası ortaya çıkarılarak bütün şirketlerine, medyasına el konuldu, aile yurt dışında soluğu aldı.

Bakalım, medyada politik patronaja ait bu hikayeye, ilerde medya tarihi yazanlar hangi halkaları ekleyecekler…Her firavunun bir Musa’sı yok mudur?

Akıbet farklı olamaz. Medyada politik patronaj, “konjonktürel”dir ve her tarihi şey gibi, sonu gelecektir. Politik patronaj altında rehin kalan meslektaşlara söylenecek çok şey yok ama durumdan vazife çıkaranlara, çeşme akarken testisini doldurma telaşındakilere, kraldan daha kralcı kesilenlere şu kadarını söyleyelim: Yolun sonu görünüyor…

20 Ağustos 2010 Cuma

Kriz Hangi İlde, Nasıl Yaşandı?

Mustafa Sönmez

20.08.2010, Cuma
Türkiye’ye yıkıcı dalgaları 2008’in son çeyreğinde ulaşan küresel krizin, 2009 yıkımının ardından 2010’da etkisini azalttığı söylenebilir. Yapılacak işler arasında, krizi bölgesel olarak tahlil etmek, bir yıkım bilançosu çıkarmak var. Hangi il, krizden nasıl etkilendi ve yaralarını ne kadar hızlı sarabildi? Bilgi olarak elimizde SGK’nın kayıtlı ücretli verileri var. İller bazında kayıtlı ücretli sayısını takip ederek krizin hangi ili ne kadar sarstığı, kriz öncesi ve sonrası durumun ne olduğunu anlayabiliriz. Bunun için kriz öncesi için 2008’in Ağustos verilerini, krizin ortası için 2009 Mayıs verilerini ve kriz sonrası için de 2010’un Mayıs ayı verilerini karşılaştırıp durumu görelim.

81 ile ilişkin bulguları bu sütuna sığdırmak imkansız, belki gerekli de değil. Tek cümle ile özetleyelim: Krizde kayıtlı istihdamda yüzde 5 daralma, kriz çıkışı, yerini kriz öncesinin yüzde 5 üstünde ücretli istihdam artışına bırakmış. Ücretlilerin yüzde 75’inin ya da dörtte üçünün toplandığı 18 büyük ilde ise durum şu: Krizde yüzde 6,4 daralma yaşanmış ve 445 bin işçi işten çıkarılmış ama kriz sonrasında, iş kayıpları telafi edilmiş ve kriz öncesine göre istihdam yüzde 3,3 oranında artarak 233 bin kişi işe alınmış.




Büyük 18 il içinde Ankara tek ayrışan il. Ankara’da hem kriz süresince, hem kriz sonrası bir daralma yaşanmamış görünüyor. Krizde kayıtlı ücretli istihdamını yüzde 1,5 artıran Ankara, kriz sonrası da , kriz öncesine göre istihdamını yüzde 11 artırmış. 18 büyük il arasında Ankara benzeri yok. RTE’nin krizin teğet geçtiği savı, sadece Ankara için geçerli !...

Türkiye’nin kayıtlı ücretli istihdamında yüzde 30 payı olan İstanbul’un kriz serüveni, krizde yüzde 7 daralma, kriz sonrasında da toparlanıp kriz öncesini yüzde 2 geride bırakma şeklinde. Başka bir ifadeyle krizde 195 bin işçinin işini kaybettiği İstanbul, hızla toparlanıp kaybını telafi etmiş ve 61 bin ek ücretli istihdamı yaratmış görünüyor.

Krizin İstanbul çevresindeki sanayi kentlerini derinden vurduğunu biliyoruz. Sayılara göre, bunlardan Bursa, krizde yüzde 12 daraldıktan sonra kriz sonrası yaralarını tam saramamış, krizde işini kaybeden 57 bin kişiden 15 bine yakını hala işine dönememiş. Kocaeli de 30 bine yakın iş kaybını telafi edememiş, hala 355 kişi işine dönememiş görünüyor. Tekirdağ ise tensikat kayıplarını ancak telafi edebilmiş. Bölgenin bir diğer sanayi kenti Sakarya ise kriz kayıplarını telafi ederek kriz sonrası ücretli istihdamını 4 bine yakın artırmış. Balıkesir ve Eskişehir’de de kriz sonrası orta halli bir toparlanma gözleniyor.

***

Ege’de İzmir, krizde yüzde 7’nin üstünde küçülüp 44 bin iş kaybı yaşarken kriz sonrası toparlanıp kayıplarını bir nebze telafi etmiş ve 5 bin yeni istihdama yer vermiş görünüyor. Komşu il Manisa’da toparlanma daha hızlı yaşanırken Denizli’nin sanayi yaralarını henüz saramadığı görülüyor. Güney’deki Muğla’da da kriz kayıpları henüz telafi edilememiş. Turizm başkenti Antalya ise kriz kayıplarını telafi ederek küçük de olsa bir büyüme ivmesi yakalamış.

Anadolu’nun sanayi kentlerinden Adana’nın, kayıtlı ücretli istihdamı kriz öncesine göre yüzde 9 artmış görünüyor. Komşusu Mersin’de de toparlanma belirgin. Keza, Konya ve G.Antep’ de hızlı büyüme ivmeleri yakalamış görünüyor. Özellikle Gaziantep’in en güçlü büyüme eğilimi gösteren il olduğu dikkatlerden kaçmıyor. Bir diğer Anadolu sanayi kenti Kayseri’deki toparlanma ise daha ağır seyrediyor.

Özetle, İstanbul-çevre sanayisi tam toparlanamamış, Anadolu sanayisi dinamik, Ege, ağır-aksak, turizm ve diğer hizmet sektörü illerinin toparlanması ise daha hızlı.

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Elektrik, Doğalgaz, Su Zammı Yolda

Mustafa Sönmez

18.08.2010, Çarşamba
Elektrik dağıtımı ile ilgili özelleştirmeler, elektrikte özelleştirme zincirinin ikinci adımı. Önce üretim özelleştirildi. Elektrik üretiminin özelleştirmesi, yap-işlet-devret, yap-işlet ve işletme hakkı devri modelleriyle yapıldı. Sonra lisans ticaretiyle piyasalaştırma sürdürüldü. Şimdi de sıra dağıtım halkasının özelleştirmesinde. Bütün bunların sokaktaki insan açısından tek anlamı var: Daha pahalı elektrik. Sadece elektrikte değil, doğalgazda da zammın eli kulağında. Suya da zam her an gelebilir. Evlerde tüp,kömür kullananlar ise AKP iktidarı süresince zaten ortalama TÜFE’nin çok üstünde fiyatlar ödediler.

Filmi başa sarıp AKP iktidarının başlangıcına, yani 2003 başına gidip bugüne, 2010 Temmuz ayına gelelim. AKP hükümetinin elektrik fiyatlarına 2007’ye kadar zam yapmadığını görüyoruz. Ancak TÜİK verilerine göre, 2008 Ocak’ta 2007’nin ilk ayına göre yüzde 17, 2009’da ise yüzde 30’un üzerinde zam gören elektrik 2010’da da yüzde 9’un üstünde zamlanmış. Bu yılın Ocak ayından bu yana ise henüz zam yok…




Elektriğe zammın, özelleştirme işlemleriyle beraber arttığı ve artacağı söylenebilir. Nitekim, elektrik dağıtım KİT’lerinin özelleştirmeleri yapılmadan önce, alıcı şirketlerin karlarını garanti altına alan bir tarife metodolojisi hazırlandı ve uygulamaya konuldu. Buna göre dağıtım şirketleri, satın aldıkları enerjinin maliyetini, işletme giderlerini, kayıp ve kaçak bedellerini, yatırım için kullandıkları kredileri ve bu kredilerin faizlerini, tarifeye yansıtabiliyorlar. Dahası, belediyelerin dağıtım kuruluşlarına ödemedikleri sokak aydınlatma bedellerinin yükü, özelleştirme sonrasında dağıtım şirketlerinin bu tahsilat zorluğuna düşmemeleri için Hazine üzerine yıkıldı. Ayrıca her dağıtım kuruluşu için, Türkiye Elektrik Dağıtım A.Ş.‘a (TEDAŞ) ait olan mülkiyetin işletme devri yapılarak, Özelleştirme İdaresi tarafından bir işletme hakkı devir bedeli öngörülmüş bulunuyor. Bu bedel de tarifeye yansıtılıyor. Kayıp ve kaçak oranını öngörülen düzeyden daha fazla düşürürse şirket, tüketiciden düşürdüğü düzeyden değil hedeflenen yüksek düzeyden kayıp ve kaçak bedellerini tahsil etmeye devam ederek, bu parayı da kasasına koyacak.

***

2008 yılında devreye alınan maliyet bazlı fiyatlandırma mekanizması ile otomatik zam uygulaması yürürlüğe girdi, yüksek fiyatlar doğrudan tüketicilerin tarifelerine yansıtıldı. 2009’un sonlarında ve 2010 yılında maliyetlerdeki azalışa rağmen AKP iktidarı Türkiye Elektrik Ticaret ve Taahhüt A.Ş (TETAŞ) üzerinden manipülasyon yaparak, elektrik fiyatlarında yapılması gereken indirimi de engelledi.


Kısa adı EMO olan Elektrik Mühendisleri Odası’na göre, dağıtım özelleştirmeleri öncesinde, alıcı şirketler için cazibesini koruması adına, hükümet kendi yayımladığı maliyet bazlı fiyatlandırma mekanizmasının işleyişine bile müdahale ederek, yurttaşların cebinden kaynak aktarımı yapılmasına hizmet etmiş oldu.

Dağıtım özelleştirmesine girmeye niyetli şirketlerin karlarının garanti altına alınmış olması nedeniyle ihalelerde verilen dudak uçuklatıcı fiyatlar şaşırtıcı değil. Zarar etmeyeceği, tam tersine kar edeceği garanti olan böylesi bir yapılanma içerisinde, tabi ki Mehmetler, hazır altyapı ve sistem üzerinden para kazanmaktan emin olarak o fiyatları verdiler.

***

Elektrikte zam, yakın gelecekte yaşanacaktır. AKP iktidarı, kendi dönemindeki TÜFE kadar elektrik fiyatını artırmadı. İndirime gitmesi gerekirken onu da yapmadı. Zamlı fiyat, özel firmalara bırakıldı. Keza, evlerde kullanılan doğalgazdaki fiyat artışlarına bakıldığında da 12 Eylül referandumu sonrası bir fiyat artışı gündemdedir. Tüp fiyatları ve kömürde fiyatlar, AKP iktidarı dönemince yaşanan TÜFE’nin bir hayli üstünde artmış zaten.

Fiyatı artırılması muhtemel bir kalem de su. Belediyelere bağlı su şirketlerinin, yine 12 Eylül sonrası suya zam yapmaları beklenmeli. Suda da fiyatlara beklenen kadar zam yapılmış değil.

Özetle, 12 Eylül referandumu sonrası evlerdeki sabit faturalar, zamlı ödeneceğe benzer.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Taha Akyol, Telekom’u Araştırmadan Yazmış…

Mustafa Sönmez

16.08.2010, Pazartesi
Milliyet yazarı Taha Akyol, 13 Ağustos tarihli yazısına “Özelleştirme İyidir” başlığını koymuş. Olabilir. Fikren öyle düşünüyordur. Ama, özelleştirmenin neden iyi olduğunu açıklamaya kalkınca, yeterli araştırma yapmadığı, okuru da doğru bilgilendirmediği anlaşılıyor. Elektrik dağıtımını konu ederek yazısına devam eden Akyol, sözü Telekom’a getirerek, Telekom’un özelleştirmesine muhalefet edenlerin nasıl yanıldıklarına kanıt olarak Telekom’un performansı ile ilgili bazı iddialarda bulunuyor ama aktırdığı olgular gerçek değil, belli ki araştırmamış. Diyor ki, “Özel sektörün telefona zam yaparak halkımızı sömüreceği de anlatılıyordu dilekçelerinde! Hâlbuki Türk Telekom’un beş yılda yaptığı yatırımlar ve rasyonel iş idaresi sayesinde konuşma ücretleri yüzde 50 ucuzladı!!...”

Taha Bey’e naçizane tavsiye: Bir mal ya da hizmetin fiyatının ucuzlayıp ucuzlamadığını öğrenmek istiyorsanız, TÜİK sitesinin sol menüsündeki enflasyon maddesini tıklar sonra veri kuşağından 445 küsur maddenin 2003 Ocak başından bugüne fiyat çizgisini görürsünüz. O listede telefonla ilgili fiyatlara baktığınızda da şunu görürsünüz: 2005-2010(Temmuz) dönemi şehir içi telefon görüşme ücretlerindeki artış yüzde 49,6; Telefon kart ücretindeki artış yüzde 74,4, internet ücretindeki artış yüzde 316,5!...Sabit telefon ücretindeki artış yüzde 18,5. Bunlar ucuzlama değil artışlardır. Ucuzlama iki hizmet türünde vardır; Şehirlerarası tarife 5,5 yılda yüzde 42, uluslar arası konuşmada yüzde 47 ucuzlamıştır. Ama, halkın önemli kısmının kullandığı şehir içinde hatırı sayılır fiyat artışı vardır hele ki internet ücretleri zaman zaman indirilse de bu yılın ocak ayından itibaren yeniden tırmandırılmıştır.

Özetle Taha Bey, Telekom hizmetlerinde bir ucuzlama yok…

***

Hatırlatalım; Telekomünikasyon dahil olmak üzere birçok önemli mal ve hizmeti hakkıyla üreten KİT’leri özelleştirmeye karşı çıkanların değişik argümanları vardı. Stratejik sektör olma, bunlardan biri iken, kamunun hakkıyla ürettiği mal ve hizmetleri neden özel ellere devrediyor, kamuya kaynak kaybettiriyorsunuz, bir başkasıydı. Bakın, kısa adı IDC olan Internatıonal Data Corporation’a göre, Türkiye’de hızla büyüyen telekomünikasyon ve bilgi teknolojilerinin pazar büyüklüğü toplamda 24 milyar dolara çıkmıştır ve her yıl en az 1 milyar dolar artmaktadır. Bu ne demektir? Kamu eliyle üretilebilecek ve getirisi yine kamuca kullanılabilecek 24 milyar dolarlık bir pazar, özelleştirme ile bir-iki – çoğunluk hissesi yabancılara ait- firmaya devredilmiştir. Telekom, cebinden özelleştirme için çıkan 8,5 milyar dolara karşılık 2005-2009 döneminde 11 milyar dolar net kar sağlamıştır (bkz. Tk.gov.tr). Nasıl bir altın yumurtlayan kaz özelleştirme adı altında kesilmiştir, farkında mısınız Taha Bey ?

Ama daha önemlisi, kamu için çok önemli bir gelir kaynağı olabilecek mobil sektörünün de Turkcell ağırlıklı oligopol bir piyasaya terk edilmiş olmasıdır. Bütün çırpınmalarına karşın,Telekom’un sabit pazar payı mobil lehine daralmaktadır. 2004’te 20 milyar dakika mobil konuşması yapılırken sabit konuşma 65 milyar dakika idi. Bugün durum nedir: 108 milyar dakika cep konuşmasına karşı 24 milyar dakika sabit konuşma…Mobil, yani cep telefonu, çocuk, genç, yaşlı tüm korumasız tüketiciye her dakika daha çok harcatmakta ve inanılmaz birikim sağlamaktadır. Telekomünikasyon harcamaları, özellikle genç-çocuk dinlemeden reklam bombardımanı ile kaşınıyor ve insanlara, yeme-içmelerinden kesme pahasına iletişime para harcatıyor. Bu insafsız atak, iletişimin kamu hizmeti olduğu bir düzlemde yaşanır mıydı? İletişim gibi doğal bir hakkı metaştırıp, azgın biçimde bundan kazanç sağlama saldırısını, Taha Akyol’un ifadeleriyle girişimcilik, piyasa ekonomisi olarak hoş görmek mümkün müdür?

Öte taraftan, Telekom özelleştirmesinin kaç kişinin ekmeğine mal olduğunu bilmek isterse Taha Bey, dönüp tk.gov.tr’yi tıklasın ve her 3 ayda bir yayımlanan Türkiye Elektronik Haberleşme Sektörü raporunu indirip okusun. Telekom’un 2003’te 61 bin olan istihdamı 2005’te 52 bine indikten sonra her yıl hızla azaltılmış ve 2009 sonuna geldiğinde 27 bine indirilmiştir. Tam 7 yılda 34 bin Telekom çalışanının işini kaybetmesidir söz konusu olan. İyi mi olmuş özelleştirme?

***

Özetle, Türkiye’de özelleştirmeler, hiçbir biçimde verimsiz kamu işletmeciliğini tasfiye edip toplumun yararına bir düzen getirme biçiminde yapılmamıştır. Dönüp bakın , kamu işletmeciliğinde Tüpraş’mı başarısızdı, Erdemir mi? Petrol Ofisi mi başarısızdı, Pektim mi? Bugün yerim bittiği için bir sonraki yazımda ele alacağım elektrik üretimi ve dağıtımının nasıl bir özelleştirme gerekçesi var ? Taha Akyol diyor ki, “Elektrik dağıtımı dediğimiz dev ağı Ankara’dan kamunun verimli işletmesi mümkün değildir.” Niye? Bugüne kadar nasıl işletilmiş? Nereye elektrik götürülememiş? Neresi elektriksiz kalmış? Zaten işe yaramaz ise niye 5-6 milyar doları veriyor Mehmetler? Enayi mi bunlar?

Taha Akyol, ciddiye alınmak istiyorsa, özellikle ekonomi konularında önyargılarından arınmalı, kulaktan dolma bilgilere itibar etmemeli, iyi araştırıp yazmalıdır.

14 Ağustos 2010 Cumartesi

Futbolu Seviyoruz, Metalaşmayı Sevmiyoruz…

Mustafa Sönmez

14.08.2010, Cumartesi
Birçok Akdeniz ülkesinde olduğu gibi, futbol, Türkiye’de yaşayan her sınıftan, genç-yaşlı, hatta kadın-erkek herkesin sevdiği bir “eğlence”. Nüfusu 72,5 milyonu bulmuş ve her yıl en az 1 milyon artan bir ülkede, futbol bu kadar sevilir de, futboldan para kazanılmaz mı? Futbolun endüstrileşmesi, bu ülkede doludizgin yaşanmaz mı? Yaşanır tabi. Avrupa’nın futbol endüstrileri içinde 7’nci sıraya yerleşen Türkiye futbol endüstrisinde, sadece süper lig 970 milyon dolarlık futbolcu yatırımına sahip. Bu rakamın transfer sezonu sonuna kadar 1 milyar dolara ulaşması çok mümkün.

Süper ligimiz, 18 takımlı ve 1 milyar dolarlık ama oldukça hiyerarşik, oldukça eşitsiz bir güç dengesi ile yeni bir sezona başlıyor. En pahalı oyuncularla lige başlayacak Fenerbahçe’nin yatırımı 100 ise en düşük değerli futbolcularla lige başlangıç yapacak Konyaspor’un kadro değeri 9. Yani arada 1’e 10 fark var.




Üç büyüklerin futbolcu kadro değeri, toplamın yüzde 44’ünü oluşturuyor. Ama, geçen yıl Bursaspor, Fenerbahçe’nin kadro değerinin üçte birine sahip bir kadro ile şampiyonluk ipini göğüsleyince, öğrenildi ki, her şey pahalı krampon demek değil. Futbol, eninde sonunda bir takım oyunu ve müthiş, sürprizlere gebe bir oyun…Ne kadar endüstrileşip ticarileşse de, para, tek başına başarıyı getirmiyor.


Süper ligdeki 18 takımda, şimdiden 163 yabancı futbolcu var. Bu, neredeyse futbolcuların üçte birinin “ithal girdi” olması demek. Toplamı 1 milyar dolara yaklaşan futbolcu yatırımında da yabancı ayaklara ödenen paralar çok yüksek. Yani, Türkiye’de birçok sektörde olduğu gibi, futbolda da ithal girdi, ithal donanım ağırlıkta. Futbolcuların yanı sıra teknik adam kullanımında da ibre yabancılardan yana. Ama, ülke dışı başarılar(ihracat) sınırlı, sektör, ağırlıkla iç pazara dönük…

***

Türkiye’nin, Avrupa futbol endüstrileri içinde 7’nci sırada yer alacak kadar bu sektöre yatırım yapmasının tabi ki, futbola olan taleple bire bir ilgisi var. Kitleler, statları dolduruyor, şifreli kanallara ücret ödeyerek maç izliyor. Bu paraları ödemeye hazır kitleyi bulunca yayıncı kuruluş olma yarışında TV’ler arası milyon dolarlar çarpışıyor…Yayın gelirleri havuzundan kulüp kasalarına – boylarına poslarına oranla- para akıyor ve kulüpler sırf bu yolla yatırım harcaması yapabiliyorlar. Kitlelerin bu kadar ilgisinin olduğu sektöre, reklam verenler iltifat ediyor ve hem yayıncı kuruluş hem tek tek kulüpler reklam harcamalarından nasiplerini alıyorlar. Bazı şirketler, isimlerini kulüp adının önüne yazdırarak reklam yapıyorlar: Antalyaspor’un adı artık Medikal Park Antalyaspor olarak okunacak maç nakillerinde ve medyada (Ne kadar sıkıcı değil mi?).

Bu kadar tüketici ilgisi, maçların oynandığı stadyumları, birer stat olmaktan öte AVM, otel-rezidans yatırımına dönüştürmüş durumda. Kent dokusunu tahrip eden bu gayri menkuller üstünden de büyük paralar kazanılıyor, kazanmak için projeler üretiliyor. Bizim tarihi İnönü stadının , koruma kurulları atlatılırsa, denize bakan cephesinin otelleştirilmesi, arka tarafının geriye doğru genişletilip yeni bir stad-AVM’ye dönüştürülmesi, bir başka cinlik olarak rafta, fırsat kolluyor…

***

Yeni bir sezon başlarken futbolseverler olarak biz de sezonu açıyoruz; futbolda seyir zevkinin, kalitenin artmasını seviyoruz, ama kitlelerin bu beğenisinin istismarını, futbolun ticarileştirilip metalaştırılmasını sevmiyoruz. Futbola başka emellerin yüklenip kirletilmesini sevmiyoruz ve onlara karşı her fırsatta, her maçta başka bir futbolun mümkün olduğunu göstereceğimizi de bilmelerini istiyoruz.

13 Ağustos 2010 Cuma

Başka Bir Futbol Mümkün

Mustafa Sönmez

13.08.2010, Cuma
Özellikle, son 30 yıldır, eğlence sektörünün en önemli alt dallarından biri durumuna gelen, yazılı-görsel basın, reklamcılık, bahis oyunları ile çapraz ilişkiler içinde daha çok metalaşıp ticarileşen futbol, artık her yerde bir “endüstri” olarak adlandırılırken, kitlelerin futbol sevgisi her gün biraz daha paraya tahvil ediliyor. Seyri, hem TV ekranlarından hem tribünlerden, büyük para ediyor. Stadyumlar, artık birer AVM gibi. Futbol yıldızlarıyla özdeşleşme, forma satışları vs. para ediyor. Futbol, ayrıca önemli bir reklam mecrası, reklamlar oluk oluk akıyor. Turizme katkısı, ideolojik ve politik yeniden üretime katkısı da futbolun diğer “dışsal ekonomileri”…

***

Futbolun beşiği İngiltere’nin, her ne kadar dünya kupalarında esamesi okunmasa da yaptığı yabancı transferleri ile 20 takımlık birinci liginin değeri 4,2 milyar doları aşıyor. Pahalı ayaklarla oynanıyor İngiltere ligi..Oyuncular ortalama 7,5 milyon dolarlık. İngiltere’de birinci ligde futbolcu yatırımı, ülke milli gelirinin binde 2’sini buluyor.

Futbol ateşinin her daim yüksek seyrettiği Güney Amerika’yı bir yana bıraktığımızda, Avrupa’da futbol tutkusu ve onun endüstrileşmesinde İngiltere’yi, İspanya ve İtalya izliyor. Türkiye ise ilk 10’ a giren futbol tutkusu ve futbol endüstrisi hızla büyüyen bir ülke olarak 7’nci sırada.




Bir diğer futbol tutkunu ülke İspanya’da birinci ligin futbolcularının değeri İngiltere’den 1 milyar dolar az olsa da 3,2 milyar dolar ve ülke milli gelirinin yüzde 0,24’üne denk düşüyor. Barcelona futbol takımı ile ülke imajı göklerde iken bu takımın omurgasını oluşturduğu İspanya milli takımının 2010 dünya kupası şampiyonu olması, İspanya’ya futbol endüstrisi üstünden- hem de küresel krizle boğuşurken- fark kazandırdı.


Duvarın yıkılmasının ardından kapitalizmi hızla restore eden Rusya’da eğlence endüstrisi ve onun önemli bir ögesi olan futbolda, müthiş bir büyüme var. Rusya birinci liginde oynayan futbolcuların değeri 1 milyar dolara yaklaşıyor ve Rusya, futbola her geçen yıl biraz daha çok para yatırıyor. Benzer bir durumda olan başka bir ülke Ukrayna. Bu ülkenin de son 20 yılda futbol endüstrisine büyük yatırımlar yaptığı ve halkın futbol tutkusunun, bu endüstrinin gelişmesine önemli ivme kazandırdığı biliniyor.

***

Rusya’nın hemen altındaki Türkiye’de 18 takımlı süper ligde, 163’ü yani üçte birine yakını yabancılar olmak üzere, 532 futbolcu yer alıyor. Bu oyuncuların değeri 971 milyon dolar olarak hesaplanıyor ve bu da ortalama değerin 1,8 milyon dolar olması demek. Bu, İtalya ve Almanya’daki ortalama oyuncu değerinin üçte biri olsa da Türkiye için önemli. Süper ligin futbolcu değeri ülke milli gelirinin yüzde 0,11’i olsa da Türkiye’de de futbol endüstrisi hızla büyüyor.


Milli gelirine göre futbola en çok para yatıran ülkenin Portekiz olduğunu görüyoruz. Ülke milli gelirinin yüzde 0,38’i büyüklüğünde futbolcu yatırımı olan Portekiz’de, futbol endüstrisi hep önemli olmuş, diktatör Salazar’ın iktidarını sürdürmesinde kullandığı 3F, Fiesta ve Fado’yu, Futbol tamamlamıştı. Bugün bile futbol Portekiz için çok önemli.

Her şeyin Para-Meta-Para çevrimine çekildiği dünyada, kitlelerin büyük bir aşkla sevdikleri futbolun bunun dışında bırakılması zaten mümkün olamazdı. Futbolun hızla metalaştırıldığını, ticarileştirildiğini ve futbol zevkimizin paraya tahvil edildiğini görerek ve bilerek ama bunu yapanları da iyi tanıyarak, bütün dümenlerin farkında olarak, başka bir futbol da mümkün diyerek futbolu seviyoruz ve hep seveceğiz…

11 Ağustos 2010 Çarşamba

2,5 Milyon Banka Borçlusu

Mustafa Sönmez

11.08.2010,
Hane halkının 2010’un ilk yarısında, tüketici kredisi ve kredi kartı borç toplamı 147 milyar TL’yi geçerken, banka borçlarını ödemede sorun yaşayanların sayısı da 2,5 milyona yaklaştı. Tüketici kredisinde borç stoku 110 milyar TL’ye yaklaşırken kredi kartı borcu da 40 milyara merdiven dayadı.Bu 150 milyara yaklaşan borç stoku, 2009’un ilk yarısına göre yaklaşık 30 milyar TL daha fazla.

Aileler, bu yılın ilk yarısında, krizdeki 2009’un ilk yarısına göre yüzde 31 daha fazla tüketici kredisi kullandılar. Oysa 2009’un ilk yarısında daha temkinliydi herkes ve 2008’in ilk yarısına göre borçlanma sadece yüzde 4 artmıştı. Bu da yüzde 11’lik enflasyon dikkate alındığında reel olarak gerileme demekti.. Bu anlamda, 2010’un ilk yarısında enflasyonun bir hayli üstünde reel bir borçlanmaya gitmiş haneler.Yani yiğitçe borçlanmışlar!..



Kaynak: BDDK Veri tabanı

Ailelerin tüketici kredisi kullanımlarında konut ve ihtiyaç kredisi öne çıkarken taşıt kredisi kullanımı hızla azalmış görünüyor. Krizde konut kredisi kullanmaya niyetli olanlar, “bekle-gör”e geçmişti. 2010’un ilk yarısında ise konut kredilerinin Haziran sonunda 52 milyar TL’ye çıkarak, 2009 Haziran sonunu, 14 milyar TL geçtiğini, oransal olarak da yüzde 34 arttığını görüyoruz. Konut için borçlanma yeniden hızlanmış görünüyor.

Daha çok, borcu borçla kapatmak için kullanılan ihtiyaç kredisinin ise kriz yılı 2009’un ilk yarısında yüzde 10, 2010’un ilk yarısında ise yüzde 35 dolaylarında arttığı görülüyor. İhtiyaç kredisi kullanarak borçlananların yükü 2008 Haziranından 2010 Haziranına 14 milyar TL artmış görünüyor.

Konut ve ihtiyaç kredisindeki şahlanışa karşılık taşıt kredisine iştah kesik. 2008 Haziran’ında 6 milyar TL olan taşıt kredisi stoku, 2010 Haziran’ında 4,3 milyar TL’ye inmiş. Enflasyondan arındırmadan bile yüzde 17’ye yakın gerileme var taşıtta.

***

Kredi kartı borçları ise sürekli bir artış halinde. Ayda ortalama 15 ila 18 milyar TL dolayında kart ile harcama yapılıyor, ama bunun bir kısmı zamanında ödenmiyor ve borca dönüşüyor. 2008’in ilk yarısında 30 milyar TL olan bu kredi kartı borcu, yüzde 10’a yakın artışla 2009 ortasında 34 milyar TL’ye çıktı. Bu borç, cari fiyatlarla 2010 ortasında 39 milyar TL’ye yaklaşmış durumda. Başka bir ifadeyle, ailelerin hem kriz koşullarında hem kriz sonrası kredi kartı borçları arttı ve 2010 ortasında 40 milyar TL’ye yaklaştı.
Sonuç olarak bakıldığında, ailelerin tüketici kredisi kullanımları ve kredi kartı üstünden biriken borçlanmaları 2009 Haziran’ında 117 milyar TL iken bu haziranda 147 milyar TL ye çıkmış. Yani 30 milyar TL artmış.

Merkez Bankası sadece 2010 Haziran sonu itibariyle tüketici kredisini ödeyemeyenlerin sayısının 180 bini, kredi kartı borcunu ödeyemeyenlerin sayısının da 290 bini geçtiğini belirtiyor. Önceki yılların borçluları ile birlikte, tüketici kredisi borçlusu 722 bini, kredi kartı borçlusu 1 milyon 443 bini buldu. Bu, toplam 2 milyon 164 bin borçlu demek . Yıl sonunda banka borçlusu 2,5 milyonu rahat geçer.

---------------------------
Düzeltme
-------------------



9 Ağustos Pazartesi tarihli yazımda,”Türkiye’de Sanayisizleşme”nin istihdam göstergelerinden izlenmesi ile ilgili bölümde yanlış oranlar aktardığımı fark ettim. İlgili bölümü yeniden aktarıyorum:

Bu sanayinin zaviye kaybetme eğilimini, istihdam göstergelerinden de izlemek mümkün. 2000’de 13,8 milyonluk istihdamda sanayinin yüzde 27,6 olan payı, 2005’e gelindiğinde yüzde 28’e çıkmasına karşılık 2009’da yüzde 25,4’e düştü. Aynı dönemde inşaatın yüzde 10 dolayındaki payı yüzde 8’e düşerken hizmetler sektörünün 2000’deki payı yüzde 62,5’tan 2009’da yüzde 66’nın üzerine çıktı.

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Türkiye Sanayisizleşiyor

Mustafa Sönmez

09.08.2010, Pazartesi
Pek müthiş keşifler yapılıyor son günlerde. Bunlardan birine TÜSİAD Başkanı Boyner’de katılmış ve buyurmuş ki, “Dünyada üretim Doğu’ya kayıyor”. Bu büyük tesbitten sonra Türkiye’nin eksenine ilişkin de inciler döktürmüş. Bir yandan da Türkiye’nin AB ihracat pazarları üstünden “eksen” tartışmaları var.

Üretimin Doğu’ya, yani Asya’ya kaydırılması gerçeği, yeni değil. Tersine 1980’lerden başlayarak merkez-gelişmiş ülkeler, kendi birikim seviyeleri açısından artık yeterince karlı bulmadıkları sanayi sektörlerini, Çin,Hindistan, başta olmak üzere diğer Asya ülkelerine, Güney Ameraka’ya, giderek Ön Asya ve Doğu Avrupa’ya kaydırdılar. Kendileri ise görece kar oranı yüksek finans, bilişim, iletişim ve imalat sanayinin katma değeri yüksek alt dallarında, işlemlerinde yoğunlaştılar. Özellikle finansallaşma üstünden kar seviyelerini korumayı denediler, ta ki 2007-2008 kriz patlamasına kadar.

Merkez, sanayiyi Doğu’ya kaydırırken, Türkiye de bazı roller aldı. Sanayide özellikle otomotiv, tekstil-konfeksiyon, dayanıklı ev eşyaları sektörlerinde, AB pazarları için tedarikçi-ihracatçı roller üstlendi. Gelin görün ki, bugün vardığımız yer itibariyle, Türkiye’nin bu sanayici role bile iştahla sarılmadığı, hem katma değer hem istihdam olarak sanayinin toplamdaki yerinin son 10 yılda gerilediği, , net ithalatçı karakterde olduğu, gerçek ihracatçı sektörlerinin geri planda kaldığı görülüyor.



Kaynak:TÜİK milli gelir serilerinden hesaplandı

Milli gelirde tarım dışarıda bırakılarak, tarım dışı sektörlerin katma değer payı incelendiğinde sanayinin (imalat sanayi,elektrik ve madencilik) 1998’de yüzde 32’ye yaklaşan payının 2009’a gelindiğinde yüzde 29’a düşerek yaklaşık 3 puan gerilediği görülüyor. Bu 10 yılda, inşaat yüzde 7’ye yaklaşan payını korurken hizmetler sektörünün 1998’de yüzde 61 olan payını 2009’da yüzde 65’e kadar çıkardığı görülüyor.

Bu sanayinin zaviye kaybetme eğilimini, istihdam göstergelerinden de izlemek mümkün. 2000’de 13,8 milyonluk istihdamda sanayinin yüzde 27,6 olan payının 2005’e gelindiğinde yüzde 28’e çıkarmasına karşılık 2009’da yüzde 25,4’e düştüğünü görüyoruz. Aynı dönemde inşaat yüzde 9 dolayındaki payı yüzde 8’e nı sürdürürken hizmetler sektörünün 2000’deki payını yüzde 62,5’tan yüzde 66’nın üzerine çıkardığını görebiliyoruz.



Kaynak:TÜİK Hanehalkı İşgücü İstatistikleri veri tabanı

Milli gelirde ve istihdamda sanayinin payının dişe dokunur bir ilerleme göstermeyip patinaj yaptığı önermesini ikna edeci bulmayanlara, bir de sanayinin iç bileşimini hatırlatmak yerinde olur. TÜİK, geçtiğimiz hafta 2008’e ait “Yıllık Sanayi ve Hizmet İstatistikleri” başlığı altında alt sektörlerin katma değer dökümünü verdi. Oradan görüyoruz ki, imalat sanayi katma değerinde, ithal girdi kullanımı üst seviyede olan, yani “net ithalatçı” ana metal sanayi, kimya sanayi, makina-teçhizat, otomotiv, petrol rafinajı, kağıt,televizyon cihazı, elektrikli cihazlar sektörleri, imalat sanayi katma değerinde önemli bir yer tutmaktadır. Net ihracatçı gıda,tekstil ve giyimin toplam imalat sanayi katma değerindeki payı yüzde 40’ı ancak bulmaktadır. Net ithalatçıların 2000-2009 döneminde 916 milyar dolarlık ithalat yaptıklarını ve ancak 393 milyar dolarlık ihracat gerçekleştirdiklerini, geçerken hatırlatalım.Bu, imalat sanayine hakim bu sektörlerin söz konusu dönemde 522 milyar dolarlık net ithalata yol açtıkları anlamına geliyor ki, bu denli yoğun ithal girdi kullanan sektörlerin egemen olduğu bir sanayiye de gerçek anlamda sanayi demek mümkün değildir. Sanayiden,sanayileşmeden söz ederken, bu net ithalatçıların hegemonyası hiçbir zaman göz ardı edilemez. Bu ithal odaklı sektörel yapıdan da bakınca Türkiye’nin sanayisizleştiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

7 Ağustos 2010 Cumartesi

Yerel Yönetim Zayıf, Bölüşüm Adaletsiz…

Mustafa Sönmez

07.08.2010, Cumartesi
Türkiye, özellikle son 10 yılda hızla kırdan kente göç süreci yaşadı. Bugün vardığımız yerde nüfusun dörtte üçü kentlerde yaşıyor. Bu durum da yerel yönetimlerin önemini artırıyor. Hızlı kentleşme ile birlikte, kamu yönetiminde yerel yönetimlerin yetki ve sorumluluklarının ve ona bağlı olarak ekonomik kaynaklarının artırılması, her şeyden önce yönetsel ve ekonomik etkinlik açısından gerekli ve rasyonel.

Hızlı kentleşme, yılda yüzde 1,5 artan nüfus, ister istemez, ülkenin yönetim şablonlarında değişimi de gerektirir. Yereli güçlendirme, ekonomik olmanın yanı sıra, demokratikleşme, kitlelerin siyasete katılımı açısından da istenir bir şey olmalıdır.

***

Merkezi ve yerel harcama optiğinden bakıldığında, AKP iktidarının yereli güçlendirme konusunda etkili bir çaba içinde olmadığı görülebiliyor. Mahalli yönetim harcamaları, merkezi yönetim harcamalarının yüzde 20’sinin üstüne çıkamıyor. Yerel yönetim derken, harcamaların yüzde 60’ının sayıları 3 bine yaklaşan irili ufaklı belediyelerce, yüzde 40’ının da 81 il özel idaresi, İSKİ gibi belediyeye bağlı kuruluşlarca, mahalli idare birliklerince yapıldığı görülüyor. Yerel yönetimlerin istihdamı 300 bin ile, toplamı 2,5 milyonu geçen diğer kamu personelinin sadece yüzde 10’undan biraz fazla. Yerelleşme yolunda kat edilecek daha çok mesafe var.


Kaynak: Muhasebat Genel Müdürlüğü veri tabanı

Yerel yönetimler, özellikle belediyeler, bütün ademi merkeziyetçilik iddialarına karşın, merkeze ve onun aktaracağı kaynaklara bağımlı, yetkileri, olması gerekenden daha dar ve kısıtlı. Bu durum, yerel yönetim harcamalarından her bölge, il kentlisinin farklı yararlanması gibi bir çarpıklığı da getiriyor. 2009 illere göre mahalli idare harcamalarını, aynı yılın il nüfuslarına böldüğümüzde, Türkiye ortalaması 665 TL. Peki bu ortalama, ilden ile nasıl değişiyor? Burada da , Doğu ve G.Doğu illerinin çoğunun, Türkiye ortalaması ve Batı’daki birçok ile göre, nüfus başına daha az harcama, dolayısıyla hizmet aldığını ortaya koyuyor.




Gelişmiş Batı illerinde, kişi başına yerel yönetim harcaması, Türkiye ortalamasının yüzde 70 ila yüzde 90 üstünde seyrediyor. Buna karşılık, Kayseri, Bursa, Gaziantep, Adana, Denizli gibi Anadolu’nun gelişen illerinde nüfus başına yerel yönetim harcamalarının çok geride kaldığı görülüyor. Ama çarpıcı olan Doğu ve Güneydoğu illerinin durumu. Nüfus başına mahalli idare harcaması, Tunceli, Şırnak’ta Türkiye ortalamasının beşte biri kadar iken Diyarbakır’da bir kentli için yapılan harcama, Türkiye ortalamasından yüzde 40 , İstanbul’dakinden ise ise yüzde 63 gerisinde.

Bu göstergeler, demokratikleşme, yerelde kamu hizmeti adaleti açısından yapılacak çok şey olduğunu, bölgesel mağduriyetlerin ülkenin çok değişik bölgelerini kapsadığını ve bunlara neoliberal zihniyetin getireceği bir şey olmadığını, doğrudan demokrasi optiğinden yerelleşmeye ağırlık vermenin vaktinin gelip de geçmekte olduğunu yeterince ortaya koyuyor.

6 Ağustos 2010 Cuma

Çakma İhracatçı Sektörler…

Mustafa Sönmez

06.08.2010, Cuma
Ekonomik performansın kıstası sayılan, bir tür kutsanmış sözcük olan “ihracat”ın üstündeki şalı çekip atmak, gerçek muhtevasını sergilemek gerek. Çarşamba günkü yazımda söz ettiğim “Çakma ihracat”ı biraz daha teşhir etmek yerinde olacak. İhracatçı gibi görünüp gerçekte ise ithalatı. ihracatının üstünde olan sektörlere “çakma ihracatçı” diyoruz. Neler var bunların arasında?
Önce şunu hatırlatalım: Türkiye 2000 sonrası muazzam bir dış ticaret patlaması yaşadı. 2000-2009 döneminde Türkiye’nin dış ticaret hacminin 1 trilyon 750 milyar dolara çıktığını görüyoruz. Bu, yılda ortalama 175 milyar dolarlık dış ticaret hacmi demek. 2000’de 78 milyar dolar olan dış ticaretin, 2008’de 334 milyar dolara çıkması yüzde 328 artış demek!…

Küresel kriz öncesinin likidite bolluğu, bu patlamada en önemli etken. Muazzam bir ithalat, “patlayan” bir ihracat ve bu dış ticaret rüzgarıyla yıllık yüzde 7’leri bulan bir büyüme dönemi…Peki elde ne var? Elde, büyümeyle birlikte 397 milyar dolara ulaşan büyük bir dış ticaret açığı, dış açığı finanse etmek için yükselmiş dış borç stoku, dış kaynağa artan bağımlılık ve deforme olmuş bir sanayi yapısı var. Ama en çok da ithalat bağımlılığı artmış sektörler var. Bunlardan bazıları ihracatçı gibi görünüyor, ihracat rakamları küçük değil ama ithalatları öyle büyük ki…



Dış ticarete konu sektörlerin başında demir-çelik ağırlıklı ana metal sanayi var. Toplamdaki payı yüzde 12. 2000 sonrası ithalatı, ihracatının çok üstünde ve bütün ihracatçı görüntüsüne karşı 38 milyar net ithalatçı bir sektör. Otomotiv, dış ticarete konu malların yüzde 11’ini oluşturuyor. İthalatı da var ihracatı da. Ama yine de 2000 sonrası 2 milyar dolar net ithalatçı görüntüsünde. Dış ticaretin üçüncü önemli sektörü kimya da yüzde 11 paya sahip ve tam bir net ithalatçı sektör. 2000 sonrasını 130 milyar dolar net ithalatla kapatmış.

Petrol, ister ham petrol,doğalgaz biçiminde, isterse işlenmiş olarak Türkiye’nin net ithalatçı olduğu bir sektör olarak kendini belli ediyor. Teknoloji ağırlıklı ,katma değeri yüksek sektörlerde de Türkiye net ithalatçı. Makine-teçhizat, tıbbi aletler, televizyon,haberleşme araçları, bilgi işlem makinaları, elektrikli makinalar , kağıt sektörlerinde Türkiye ihracatçı görünse de “net ithalatçı”…

***

Geriye ne kalıyor? Net ihracatçılar. Yani ihracatı, ithalata ağır basanlar. Onlar hangileri? Başta giyim ve tekstil. Bu iki sektörün 2000 sonrası dış ticarete konu mallardaki payları yüzde 12’ye yakın ve toplamda 123 milyar dolar net ihracat gerçekleştirmişler. Ancak. Tekstilde ıthalat egılımlerı hızlı. Net ihracatçı sektör listesinde ikinci sırada gıda- içecek var. Bu sektörün toplamdaki payı yüzde 3,5’a yakın ve 2000 sonrası 17 milyar dolara yakın net ihracat performansı göstermiş. Yıne de yılda 2 mılyar dolar ıthalat yapıyor. Çimento-seramik , bir başka net ihracatçı. Metal eşya, mobilya, plastik-kauçuk, bazı maden üretimleri net ihracatçı olduğumuz diğer sektörler.

Özetle, Türkiye, ihracatçı ülke profilinin aksine net ithalatçı bir ülke. Net ihracatçı olduğu sektörler, geleneksel sektörler:Tekstil-konfeksiyon,gıda. Çimento ve seramikte net ihracatçı olmuş. Mobilya,lastik-plastikte de ihracatı ithalatının üstünde. Otomotivde, net ihracatçı duruma geçmenin eşiğine gelmiş. En önemli değişimi bu.

Bunların dışında başta petrol-enerji sektöründe olmak üzere net ithalatçı. Kimyada müthiş net ithalatçı. Katma değeri yüksek, teknoloji ürünlerinde de net ithalatçı.

Bu da bize hangi sektörlerin çakma ihracatçı, hangilerinin gerçek ihracatçı olduğu konusunda yeterli bir bilgi vermiş bulunuyor.

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Çakma İhracatçılar Meclisi, ÇİM

Mustafa Sönmez

04.08.2010, Çarşamba
Ekonomi medyası bilir. Her ayın ilk günü bir ihracat şamatası yaşanır. Şamatayı kısa adı TİM olan Türkiye İhracatçılar Meclisi hazırlar. Sahne, kah Hakkari olur kah İzmir Aliağa...Biten ayın ihracat rakamları açıklanırken TİM Başkanı’na dönemin dış ticaretten sorumlu bakanı eşlik eder. Bu, eskiden Kürşat Tüzmen’di, şimdi Zafer Çağlayan. Her ayın ilk günü, ihracatçı birliklerinden alınan kayıtla ne kadar ihracat artışı gerçekleştirildiği açıklanırken, meşhur 2023’ün 500 milyar dolar hedefi ile ilgili de iman da tazelenir. Aslında daha çok ihracat yapacaklardır ama, döviz kurunu birileri hep ucuz tutmaktadır. Bundan da çok şikayetçidirler.

Bunlar madalyonun yüz akı tarafıdır, kara yüzde ise ithalatçılar, yani döviz harcayıcılar vardır ve hep onlar kurun düşük tutulmasını savunmaktadırlar. Öyle usta şovmenlerdir ki, dinleyenleri bir güzel inandırırlar buna. Peki bunlar ihracatçı ise, onca ithalatı kim yapmaktadır? Bu ihracatçıların, ihraç ettikleri ürünlerde ithal girdi oranı nedir ? İhracat artarken ithalat nerelere tırmanır? Tek yüzlü madalyon olur mu? Tabi ki olmaz. Bu üçüncü sınıf gösterilerin artık sona erdirilmesini dilerken gelin madalyonun diğer yüzüne de bir bakalım.

İhracat arttıkça ithalata ne oluyor? İthalat daha hızlı artıyor.



Kaynak:TÜİK Dış Ticaret veri tabanı

2009’un ilk 6 ayı ile 2010’un ilk 6 ayı diş ticaret verileri şunu gösteriyor. Krizin en derin hissedildiği 2009’un ilk 2 ayında ihracat düştükçe ithalat ihtiyacı da düşmüştü. Bu 2009 mayıs sonuna kadar böyle devam etti. Ancak birkaç aylık dalgalanmadan sonra ihracat başını kaldırdıkça ithalat daha fazla kaldırdı. Sonuçta, 2010’un ortasına geldiğimizde ihracat aylık 9,5 milyar dolar iken ithalat 15 milyar dolar…Yani 5,5 milyar dolar ihracatın üstünde. Daha kümülatif ifade edelim: 2009 kriz yılının ilk yarısında ithalat ihracata karşı 62’ye karşı 47 önde iken, 2010’un ilk 6 ayında bu skor, 83’e 55…Yani fark, 15’ten 25’e çıktı. İhracatçılar, bu ithalat artışı bizden değil, enerji vb. bağımlılığından ileri geliyor, derlerse, hemen onlara, sadece imalat sanayinin ihracatı ile enerji hariç ara malı ithalatının getirelim.



Görünen şudur: İmalat sanayinin 2009’un ilk yarısında 45 milyar dolar olan ihracatına karşılık 31 milyar dolarlık girdi ithalatı yapılmıştı. Bu, sanayi ihracatının yüzde 69’u demekti. 2010’un ilk yarısında ise imalat sanayi ihracatı 51 milyar dolara çıkarken, enerji dışındaki ara malı ithalatının 43,4 milyar dolar olduğu görülüyor. Yani girdi ithali, sanayi ihracatının yüzde 85’inin üstüne çıkmış. İhracat ilk 6 aylar boyunca 6 milyar artarken girdi ithali 12,5 milyar dolar artmış. İthal girdiye yöneliş daha yoğunlaşmış görünüyor.

***

Aslında, yapılan ihracatın, ithalata ne kadar bağımlı olduğunu daha net söylemek, ihracatta asli öğe olan “dahili işlem rejimi” ile yapılan ihracat rakamları olsaydı, daha kolay olurdu, her sektörde ihracatçı sanayicinin ne kadar ithal girdi kullandığı kalem kalem sayılırdı. Yakın zamana kadar bunu yapabiliyorduk(*) ama ne hikmetse, TİM’cilerin hamisi Bakan Zafer Çağlayan’a bağlı Dış Ticaret Müsteşarlığı’nın web sitesinde yayımlanan ve 1996’ya kadar geriye giden bu istatistikler, birden bire kaldırılmış.
Neden acaba? Bir açıklama bekliyoruz…

Bitirirken bir öneri İSO Başkanı Tanıl Küçük’e…İSO, yıllardır sanayide ilk 500+ikinci 500 firma listesi yayınlar ve listelerde firmalara ait ihracat sütunu yer alır. Bundan böyle bir de “ithalat” sütunu istiyoruz. Bilelim; hangi büyük sanayici, ihracatına karşılık, ne kadar ithalat yapmış.…Bilelim ki, çakma ihracatçılar ile gerçek ihracatçılar ayrışsın. Böylece Çakma İhracatçılar Meclisi ÇİM ve üyeleri de ortaya çıksın…

(*) Bu istatistikler kullanılarak yapılan analizler için merak edenler şu kaynaklara bakabilirler: Mustafa Sönmez, 100 Soruda Küresel Kriz ve Türkiye, Alan Yayınları, 2009 ve M:Sönmez, İhracatın İthalata Bağımlılığı, Ege Sanayi Odası, 2004

2 Ağustos 2010 Pazartesi

AKP, 12 Eylül’ün Ruh İkizidir

Mustafa Sönmez

02.08.2010, Pazartesi
AKP, kendi politik ihtiyaçlarını, öngördüğü toplum projesini gözeten bir anayasa değişikliği paketini, tek taraflı olarak, hazırlayıp milletin önüne koymuş bulunuyor. Söz konusu politik ihtiyaç, yüksek yargıyı tarafsızlaştırmak değil, , yandaş hale getirmek . Ama iktidar partisi bunu, 12 Eylül darbesi ile 1982 Anayasası ile hesaplaşma gibi göstermeye, yapılacak referanduma da böyle bir hayal mahsulü yüklemeye çalışıyor. Bazı solcu geçinen sazanlar da bunu bir güzel yutuyorlar…Oysa, kısa bir tarih turu ve serinkanlı bir analiz, AKP’nin 12 Eylül karşıtı olmak bir yana, 12 Eylül’ün ruh ikizi olduğunu, onun mirasçısı olduğunu ortaya çıkaracaktır.

Her şeyden önce, AKP, 12 Eylül darbecileri ile başlayan küreselleşmeci, neoliberal, piyasacı çizginin savunucusu olarak, bir mirasçıdır. Kimin mirasçısı? 12 Eylül, Kenan Evren ismiyle özdeşleşmiş. Oysa bir o kadar sembol isim Turgut Özal’dır ve AKP, Özal’ın mirasçısıdır.

12 Eylül askeri darbesi sadece siyasi sistemi bir diktatörlüğe çevirmekle kalmadı, ekonomik düzeyde de 24 Ocak Kararları ile neoliberal, piyasacı, emek karşıtı, küreselleşmeci kapitalizm patikasına taşıdı ve bu mimari de Turgut Özal’a aittir. Turgut Özal, 12 Eylül 1980 öncesi Sabancı Grubu’nun koordinatörüydü, MESS isimli en militan işveren sendikasının başkanıydı. Demirel, Zincirbozan’a götürülürken müsteşarı Turgut Özal, 12 Eylül hükümetinin ekonomiden sorumlu Başbakan yardımcısı koltuğuna oturtuluyordu.

Turgut Özal-12 Eylül, hiç didişmediler. Darbe icraatını birlikte gerçekleştirdiler. Yeniden parlamenter rejime geçme sırasında Evren cuntasının hedefi, iki partili sistem kurmaktı. Biri kendi partileri MDP, diğeri konu mankeni Halkçı Parti olacaktı. Özal, bu şablonu bozan ANAP’ı kurmaya kalkınca sürtüşme oldu ama Özal’ın hamisi ABD, Evren cuntasını ikna etmeyi bildi.

Özal’ın müritleri, 2002’de Erbakan’ın ortodoks milli görüşünden ayrılan Erdoğan-Gül ikilisinin kurduğu neoliberal-muhafazakar AKP’nin ruh ikizleri olduğunu hemen anladılar ve AKP’nin omurgasını oluşturdular;Hem kimlikleri ile hem taşıdıkları ruh aynıydı…Birkaç isim mi istersiniz: Tayyip Erdoğan’ın en yakın kadrosundan Cemil Çiçek, Abdulkadir Aksu, Bayburt Milletvekili Ülkü Güney , Ankara Milletvekili Ahmet İyimaya ,Kahramanmaraş Milletvekili Mehmet Sağlam , Ardahan Milletvekili Saffet Kaya , İstanbul Milletvekili Murat Başeskioğlu , Kırıkkale Milletvekili Vahit Erdem , Ankara Miletvekili Zekai Özcan…

***

12 Eylül’ün sembol isimlerinden Turgut Özal’ın müritlerinin ete kemiğe büründürdüğü AKP, tıpkı 12 Eylülcüler gibi , emek karşıtı, anti-sendikal, anti-kamucu, neoliberal, piyasacı, küreselleşmeci bir çizgiyi benimsediler. Hatta, doğruyu söylemek gerekirse, 2003-2008 döneminde IMF ile yürüttükleri program kapsamında özelleştirmede, liberalleşmede 12 Eylülcüler ve devamı ANAP’tan daha militan bir çizgi izlediler. Halep oradaysa, arşın burada. Bakın özelleştirme verilerine, bakın devleti küçültme verilerine…AKP iktidara geçerken kaç KİT çalışanı varmış? 384 bin. Şimdi? 184 bin…200 bin tasfiye… Bakın bakalım bugün sayıları 13 milyonu bulan işçiden-memurdan kaçı sendikalı ? 3,5 milyonu. Kaçı toplu sözleşme yapabiliyor? Ancak 750 bini...Kaçı greve çıkıyor ? 3 bini!...Gelir bölüşümü? 12 Eylül döneminden bile geride. Türkiye, Meksika ile birlikte, dünyanın en rezil bölüşüm tablolarından birine sahip.

***

12 Eylül 1980 ile hesaplaşma palavrasını sıkan AKP’nin 12 Eylül ile bir derdi olsa, 8 yıldır 12 Eylül simgelerine sessiz kalır mıydı ? Bugün adı işkence ile cellatlıkla anılan Kenan Evren’in , eseri 12 Eylül’ün ismi, hala birçok okulda, caddede, bulvarda. 12 Eylül adını taşıyan bir çok kamusal alan var. Alın size Kenan Evren İlkokulları listesi: Adana Seyhan /Adıyaman Kahta(yakında değişti)/Antalya Döşemealtı Nebiler/ Çanakkale Gökçeada / Diyarbakır Ergani /Gaziantep Şahinbey / Giresun /Hatay Dörtyol/Konya Çumra /Malatya Topsöğüt /Manisa Kula /Marmaris/ Niğde Bor/ Samsun Çarşamba / Sivas Şarkışla / Osmaniye Bahçe

Adı Evrenpaşa Olan Okullar: Bitlis, Elazığ ,Erzurum , İzmir, Muğla Armutalan ,Şanlıurfa Ceylanpınar.

Adı 12 Eylül Olan Okullar: Ankara Haymana, Bitlis, İzmir Narlıdere , Siirt Baykan.

Ve Evren Liseleri: - İstanbul Kadıköy , İzmir Konak, Manisa Alaşehir.Adana’da,G.Antep’te Kenan Evren isimli bulvarlar,caddeler…

12 Eylül rejimi ile derdi olan bir iktidar, bugüne kadar bu işkencecinin isminin kamusal kurumlarda taşınmasının dayanılmaz ağırlığına tahammül eder miydi? Onların 12 Eylül karşıtlıkları yalandır, gerçek olan ise 12 Eylül’ün mirasçısı olduklarıdır.