Sayfalar

27 Şubat 2010 Cumartesi

28 Şubat ve Sermaye İçi Rövanşizm…

Mustafa Sönmez

27.02.2010, Cumartesi
Bugün birçok alanda gözlemlediğimiz rövanşizm, sermaye fraksiyonları arasında da yaşanıyor. 28 Şubat “postmodern” darbesinden, yükselme çabası içindeki dönemin İslami sermaye fraksiyonları da nasiplerini aldılar ve hegemonik güç TÜSİAD’dan sert bir dirsek yediler. Bugün ise, AKP’nin desteğinde o travmayı anımsayarak TÜSİAD’dan rövanş peşindeler. O günlerde yaşananları şöyle bir hatırlatalım…

1990’da kurulan MÜSİAD üyelerinin sayısı RP genel başkanı Necmettin Erbakan' ın başbakanlığındaki RP-DYP hükümetinin etkisiyle 28 Şubat 1997’ye doğru 3000’e yaklaşmıştı. MÜSİAD, 1990’da kurulduğunda yaklaşık 1100 üyesi vardı. Bu tabloya Fettullah Gülen cemaatinin derneği İŞHAD'ın üyeleri de eklenirse İslamcı sermayenin yaptığı tırmanış daha iyi anlaşılacaktır. Bu tırmanış, ekonominin egemeni büyük İstanbul sermaye ve laik çevreler tarafından laik düzen ve sermaye içi dengeler açısından endişe vericiydi.

İslami sermaye, darbenin mimarisini hazırlayan Batı Çalışma Grubu tarafından analiz ediliyor ve fişleniyordu. Söz konusu İslami etiketli şirketlerin 385'inin büyük ölçekli olduğu, bunların yarısından fazlasının da Gülen cemaatiyle ilişkili olduğu raporlara geçmişti.

RP ve MÜSİAD'ın söylemlerine Endonezya-Malezya modeli hakimdi. Bu , gelenekleri koruyarak kalkınma modeliydi ve TÜSİAD üyelerinin, iç içe geçtiği ABD ve AB sermayesiyle ilişkiler çerçevesini zorlayan, eleştirel bir yönelişti. O dönemdeki MÜSİAD ve (RP’ye göre) , kalkınma için Türkiye'nin yüzünü dönmesi gereken yer Batı'dan çok, Doğu idi. Refahyol hükümetinin 28 Şubat'tan (1997) hemen önce, 5 Ocak 1997'de Çırağan Sarayı'nda düzenlediği D-8 zirvesinin simgesel bir önemi vardır. Nitekim, D-8 zirvesinin yabancı basında “İslam dünyası Batı'ya karşı birleşiyor” diye sunulduğu hatırlardadır. Dönemin Avrupa Komisyonu Türkiye Temsilcisi Büyükelçi Michael Lake de 12 Haziran 1997'de yaptığı bir konuşmada D-8 girişiminden duyduğu kaygıları: “D-8'ler girişimini başlatan Türkiye, şu anda bir kulübün içinde bulunuyor ve bunun kurallarına uyması gerekir” diye uyarı ihtiyacı duymuştu.

***
Dönemin MÜSİAD’ı, RP ile birlikte, AB'ye katılım projesi karşısında alternatif arayışların adreslerinden biriydi. Bu da onu, 28 Şubat sürecinin başlıca hedeflerinden biri yapmaya yetiyordu.

TÜSİAD’ı rahatsız eden başka şeyler de vardı: Kombassan, Yimpaş, İttifak, Jet Group gibi holdinglerin yurt içinden ve özellikle de Avrupa'da yaşayan Türklerden döviz toplayarak birikim yaratmalarından rahatsızlık duyuluyordu. Dahası, İslamcı holdinglerin ihalelere girip özelleştirme pastasından pay kapmaya başlayacak kadar büyümeleri (örneğin Kombassan, Petlas ihalesini kazanmıştı) , büyükşehir belediye yatırımlarında yandaş firmalara öncelik tanınmaya başlanması, TÜSİAD çevrelerinde ve dönemin laik TOBB yönetimi çevrelerinde rahatsızlık yaratmıştı.

İslami şirketler ağı üstünden ulaşılan maddi kaynaklarla yapılanlardan da endişe duyuluyordu. Dini cemaatlere bağlı vakıf ve dernekler, bu kaynaklarla cami, okul, özel üniversite, dershane, öğrenci yurdu yaptırıyor, yoksula yardım paketleri ile cemaat büyütüyor ve adım adım ağlarını örüyorlardı.

***

28 Şubat darbesini izleyen yıllarda , Gül-Erdoğan fraksiyonu, ortodoks Erbakan-milli görüş- çizgisinden, neoliberalizme ve ABD’ye, (Fethullah Gülen ile koalisyon içinde) doğru kaydılar, MÜSİAD da, eski duruşunu değiştirdi ve daha “Batıcı”, küreselleşmeci, AB’ye yüzü dönük bir çizgi değişikliği ile 2000’lere giriş yaptı. AKP’nin 2002 ve 2007 seçim zaferleri ile birlikte “rövanşı almak” zamanı da gelmişti. Hem makro politikalarda hem özelleştirme, TOKİ, belediye ihaleleleri pastasını paylaşmada, devir artık MÜSİAD ve Gülenci TUSKON devriydi…28 Şubat’ın rövanşı, vergi sopasını TÜSİAD’cıların, özellikle Doğan’ın kafasının üstünde sallayarak, onları sindirerek de alınıyor, ya da özelleştirme, teşvik vb. havuçları büyük sermayeyi yola getirmede kullanılıyor.

Boyner başkanlığındaki TÜSİAD’ın İslamcı sermayedarlarla çatışmadan çok, uzlaşmaya , hatta biata yatkınlığı ise ilk ortaya çıkan izlenimler. Devamını, bekleyelim, görelim…

26 Şubat 2010 Cuma

Kapatma, AKP’nin Kurtuluşu Olur…

Mustafa Sönmez

26.02.2010, Cuma
AKP’nin 2000’li yılların başında, siyaset sahnesinde başrol almasında hem iç, hem dış faktörler etkili oldu. Dışarıda , ABD, Büyük Ortadoğu Projesi BOP’a en uygun müttefik olarak , radikal islama karşı ılımlı İslam modelini öneren Fethullah Cemaati ve AKP kurucularını seçti. Doğrusu, bu tarihte, ABD’nin önünde başka bir seçenek de yoktu. Yine 2000’lerin iç rüzgarları da AKP’den yana esti. 2001 krizi ile diğer siyasi partiler tükenmişlerdi, seçmenin eskiyi cezalandırma, yeniye şans tanıma eğilimi güçlenmişti. AKP kurucuları , milli görüşçü elbiselerini askıya asmış, iç ve dış büyük sermayenin de hoşuna gidecek, IMF uyumlu neoliberal elbiselerini üstlerine geçirmişlerdi.

Her ne kadar Irak işgali sürecinde ABD, AKP’den beklediği performansı görmese de , stratejik hedeflerine ayak sürüyenlerin TSK ve AKP’ye ayak bağı teşkil eden yargı olduğunu da fark etti. Irak sonrası, Afganistan, Pakistan coğrafyasında TSK’dan beklenenleri, Kıbrıs, Ermeni meselesi, Kürt meselesinde AKP’nin uyumlu hareket edebilmesi için de içerideki ayak bağları için bazı “iyilikler düşünülmesi” gerektiği ajandaya kaydedildi ve “gereği için”, işbirliği içinde hazırlıklara başlandı.

***

2002-2007 döneminin, likidite bolluğu koşulları, AKP’nin ekonomide lehine esen başka bir rüzgar oldu. AKP, dış kaynak girişine dayanan 2002-2007 döneminin yıllık ortalama yüzde 7’lik büyümesini kendi başarı öyküsü olarak pazarladı ve başarılı da oldu. Başlangıçta AKP’li kadrolara ihtiyatlı yaklaşan TÜSİAD, AKP’yi AB-IMF çıpalarını en iyi uygulayan iktidar olarak takdir etti ve 2007 seçimlerinde desteğini de esirgemedi.

Ilımlı İslam modelini inşa etme yolunda, AKP’yi istim üstünde tutan bir “jest”i de, TSK, altın tepsi içinde sundu. 27 Nisan e-muhtırası, AKP’ye “mağdur” havası verirken, bunun seçimlerde oya tahvil edilmesi güç olmadı. TSK’nın e-muhtıra salvosuna AKP, artık karşı salvolarla cevap verecekti. 27 Nisan e-muhtırasından yaklaşık 45 gün sonra Ümraniye’de silahların bulunduğu duyuruldu. 15 Kasım 2007’de de Taraf gazetesinin yayın hayatına geçirilmesi önemli bir hazırlık çalışması oldu.

Ümraniye’deki silahların bulunmasının ardından, 9 ay kadar süren, karşılıklı bir hamlesizlik dönemi yaşandı. Adeta, yeni salvolar için bir hazırlık, bir yığınak yapma dönemi…AKP’nin medyadaki en önemli atağı, Sabah-ATV grubunu, yandaşı Çalık Grubunun mülkiyetine geçirmek üzere kamu bankası kaynaklarını seferber etmesi oldu. 8 Ocak 2008’de RTÜK, bunu ilan etti.

AKP karşıtlarından salvo, AKP’ye 14 Mart 2008’de kapatma davası açılmasıyla yeniden başladı. Buna cevap gecikmedi ve hemen izleyen hafta, Ergenekon’da ilk büyük operasyon dalgası başlatıldı.

***

2008’in son çeyreğinden itibaren küresel krizin yarattığı sert rüzgarlar içeride memnuniyetsizlikleri artırırken ABD’nin AKP’den beklediği bölgesel ödevlerde de ilerlemeler gösterememesi AKP’yi geriletiyordu. Artık yükseliş dönemi bitmiş, düşüş başlamıştı. Düşüşün teyidi 29 Mart 2009 yerel seçim sonuçlarıydı. AKP, 2002'de yaklaşık yüzde 34 oyla iktidara gelmiş, oyunu 2004'teki yerel seçimlerde yüzde 42'ye, 2007'deki genel seçimde ise yüzde 47'ye çıkarmıştı. 29 Mart yerel seçimlerde ise AKP'nin oy oranı yüzde 38'e düştü. Bu moral bozucu sonucun üzerinden henüz iki hafta geçtikten sonra Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ne operasyon yapıldı. Bu, seçimlerden moralle çıkanlara adeta bir gözdağıydı.

Gelelim son “raundlara”…Yaklaşık 2010’un başlarında , Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın, AKP’ye karşı bu kez “hukuk devleti ilkelerini çiğnemek” suçlamasıyla yeni bir kapatma davası açmaya hazırlandığı haberleri medyada yer almaya başladı. Bu salvoya cevap , Erzincan-Erzurum coğrafyasında verilirken Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner’in tutuklanması ile sistemdeki çatlak büyüdü. Bir başka atak Taraf üstünden geldi; 2003-2004 tarihli “Balyoz Darbe Planı” flaşlandı!.... TSK, habere sert tepki gösterdi ama, 23-24 Şubat’ta emekli generaller, muvazzaf amiraller, emekli subaylardan oluşan toplam 48 kişi gözaltına alındı, tutuklamalar yaşandı.

***

AKP’nin güncel hedefi, odaklandığı alan “kapatma” hamlesi. Balyoz operasyonu ile sergilenen güç ve kararlılık gösterisi, öncelikle kapatma davasının açılmasını püskürtmeyi hedefliyor. İşe yarar mı bilinmez. AKP’liler beyan ettiler ; Kapatma davası açılırsa, erken seçime gidilecek. Hem de sandıkta mağdurları oynayarak…Küresel krizde yüzde 6 tarihi daralma ile yaşanan yoğun işsizlik ve yoksulluğun, tütün işçilerine yaşatılan zulmün hesabı verilmeden kapağı sandığa atma derdindedir AKP…”Mağdur” maskesi ile bunlardan yakayı sıyırmış ve “darbecilerden hesap sorarken , halkın iradesini hiçe sayanlarca bertaraf edilmiş olduğu” mavalını okuyarak yeniden kan can bulmanın kurnazlığı peşindedir…

Bu oyuna gelinmemeli, kapatma davasına etkili biçimde karşı çıkılmalı, AKP’nin hesabı sandıkta görülmelidir.

24 Şubat 2010 Çarşamba

Ücretli, Memur, Köylü Gelir Kaybetti

Mustafa Sönmez

24.02.2010, Çarşamba
Yüzde 6’yı bulması beklenen 2009 küçülmesinde, ücret-maaşlara ait göstergeler, gelir dağılımının bir kez daha ücretli kesimin ve tarımın aleyhine sonuçlandığını ortaya koyuyor. Her kriz döneminde olduğu gibi, krizin yükünü çalışan kesime yükleyen işverenler ve siyasi iktidar, bu krizde de faturayı çalışanlara kesmiş görünüyorlar.

Enflasyon tek haneye düşse bile, TÜİK’in reel ücret ve maaş serileri, 2005 yılı baz(=100) alındığında sanayide reel ücretlerin 2008’e kadar yüzde 9 arttığını, kriz yılı 2009’da ise önemli bir gerileme ile yüzde 7 gerilediğini ortaya koyuyor. Yaklaşık 4 milyon sanayi işçisinin reel gelirinin yüzde 7 daralmasında, sanayide yaşanan küçülme önemli bir rol oynadı. Yine TÜİK verileri, 2009’da sanayide 314 bin istihdam kaybı olduğuna işaret ediyor. Yoğun tensikatların yaşandığı sanayide, işverenler krizi de fırsat bilerek nominal ücretleri bile geri çektiler. Çalışanlar, “ya tenzilat-ya tensikat” cenderesine sıkıştırıldılar. Sonuçta, 2009 reel ücretleri, 2008’e göre tarihi bir gerileme yaşayarak yüzde 7 düştü.




Kaynak;TÜİK veri tabanı,; 2009 verisi yıllıklandırılmıştır.

Sanayide görece yüksek ücret alan petrol rafinajı, kimya , otomotiv, beyaz eşya,metalurji sektörlerinde, iç ve dış talebin azalmasıyla düşen karlılık, bu sektörlerde çalışan nitelikli emeğin de gelirlerini düşürdü. Örneğin 200 milyon TL’nin üstünde zarar gösteren Ereğli Demir Çelik’te işçilerin nominal ücretleri üçte bir oranında azaltıldı.

Önemli bir daralma yaşayan inşaat sektöründe de TÜİK verilerine göre, reel ücretler yüzde 6,3 geriledi. İnşaat sektöründe ücretler, sektörün patlama yaptığı 2005 ve sonrası yıllarda yüzde 18 dolayında artmıştı. Ancak krizle birlikte yaklaşık 1,3 milyon ücretliyi istihdam eden inşaat sektöründe iş hacmi düştü, projeler askıya alındı ve istihdam da azaldı. Bu durum, ücretlere de yansıtıldı ve reel ücretler yüzde 6,3 kayba uğradı.

***

Ticaret,bankacılık,ulaştırma-haberleşme,turizm gibi alt sektörleri içeren hizmetler sektörü, (kamu dışında) 4 milyon dolayında ücretli istihdam ediyor. Hizmetler sektörünün tamamında reel ücretlerin yüzde 1’in üstünde gerilediği görülüyor. Bu, sanayiye göre daha iyi bir seyir olsa da alt sektörler itibariyle farklılık içeriyor.

Hizmetler sektöründe , bankacılık başta olmak üzere mali sektör, küçülme yerine büyüme yaşadı ve sektör 2009’da 150 bin yeni istihdama yer verdi. Ancak, T.Bankalar Birliği verilerine göre, bankacılıktaki büyüme ücretlere yansımadı. Bankaların personel giderleri, vergi öncesi gelirlerinin, 2008’de yüzde 59’u büyüklükteydi. 2009’da ise bu oran yüzde 41’e düştü. Sektördeki karlılık, çalışanların gelirlerine yansımamış görünüyor.

27 milyonun üstünde yabancının Türkiye’yi ziyaret ettiği 2009’da, turizm paketlerinin damping yapılarak ucuza satılmasının sonucunda, görünürdeki büyümenin birikim sağladığı ve turizm çalışanlara yansıdığını söylemek güç.

***

Devletin istihdam ettiği 3 milyona yakın kamu çalışanı, enflasyona yakın oranda zam alarak reel maaşlarını, ücretlerini koruyor görünmekle beraber, yüksek büyüme yaşanan 2002-2008 döneminden alacaklı. Milli gelir hesaplarında, devletin harcamaları içinde yer alan maaş ve ücretler, milli gelir toplamında yüzde 5’e yakın bir yer tutuyor. Kamu çalışan sayısı ve onlara yapılan harcamalar son 5 yıldır hep bu düzeyde. Ancak, ekonominin yıllık ortalama yüzde 7 büyüdüğü dönemlerde, kamu çalışanlarının bu büyümeden refah payı almadıkları için gelir dağılımında kayba uğradıkları söylenebilir.

***

2009’un gelir paylaşımının tarımın da lehine seyrettiğini söylemek güç. Yaklaşık 5,3 milyon kişinin tarımla geçindiği Türkiye’de tarım, daha çok küçük üreticiliğe dayanıyor, üretim aile fertlerince yapılıyor. Tarımda ücretli oranı yüzde 10’un altında. Küçük üreticiliğin, aile işletmeciliğinin hakim olduğu tarım, 1998’de milli gelirde yüzde 12 pay sahibi iken, hızlı bir erozyonla küçüldü ve milli gelirdeki payı 2009’da yüzde 7,5’a düştü. Dolayısıyla, 5,3 milyon kişinin çalıştığı tarım, ulusal gelirde yüzde 7-8 dolayında bir pay ile düşük bir gelir düzeyine talim ediyor.

22 Şubat 2010 Pazartesi

Esnek Olma, Katı Ol !...

Mustafa Sönmez

22.02.2010,Pazartesi
DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi, “Bir tek derdimiz var; TEKEL işçilerinin talepleri artık uzatılmadan çözülsün, diyalog, yeniden sağlanarak bu süreç sonlandırılsın” demiş.

Çelebi’ye, bir iyi, bir kötü haberim var. Önce kötü haber: Tütün işçilerinin 4/C cenderesine dönük hedeflerini bu hükümet karşılamaz; bu hükümet sendikalara “iktidar dersi” vermeye hazırlanıyor, bıçağını bileme safhasında… Dahası kamudaki bu esnek istihdam ya da köleleştirmenin beteri, TÜSİAD-TİSK ikilisi tarafından AKP desteklenerek tesis edilmek isteniyor. Çalışma yaşamını “katı” bulan sermaye, “esnek”leşme talebini karşılayacak AKP ile iyice yakınlaşıyor. Yani büyük taarruz daha yeni başlıyor. Diyaloğa değil, saldırıya hazırlanıyorlar. Şimdi de iyi haber: Sermayenin bu toplu taarruzuna karşı, sırtı duvara dayanan emekçi sınıf hızla bütünleşiyor, saldırılara karşı barikat savaşına hazırlanıyor. Bu mücadelede Çelebi’den bayrağı devralacak yepyeni militan bir genç işçi kuşağı geliyor.

***

AKP ve sermaye, sayıları 5,5 milyonu bulan işsizlere şu tehditle yaklaşıyorlar; Ya daha çok işsizlik ya da esnek çalışma, yani “güvencesiz çalışma”ya boyun eğmek…Patronları bu noktaya getiren, Asyalaşma modeli. Yani, çoğu ihracata dönük sanayi malı üreten Asya ülkelerinde geçerli olan ucuz emeğe dayalı model. Emeği ucuzlatan, rakibinin önüne geçiyor. Özellikle 2000’li yıllarda AB’nin dayanıklı-dayanıksız tüketim malı üreticisi olmaya başlayan Türkiye’nin de abandığı rekabet aracı, ücretler. Varsa yoksa, en az istihdamı en ucuza mal edip rekabet gücü edinmeye çalışıyorlar. Nitekim, 2004’ten 2008’e, yılda yüzde 7’yi bulan ortalama büyümeye rağmen, istihdamın pek artmadığı görüldü. Küresel krizin etkisi altına girilen 2009’da da sanayide istihdam yüzde 7 azaltıldı ve 314 bin sanayi işçisi işsiz kaldı. Üstelik aynı dönemde sanayide reel ücretlerin yüzde 7 geriletilmesine rağmen, tensikattan vazgeçmemiş işverenler…



Sanayide en az işçi ile iş çevirmenin bahaneleri arasında vergi ve prim yükü var. Ama, bu Asyalaşma modelinin önemli bir parçası olan döviz kuru politikası da istihdamdan caydırıcı nitelikte. Çünkü çark, sıcak para girişi ile dönüyor. Sıcak para çekmek için düşük kur-yüksek faiz politikası uygulanıyor. Düşük kur ise sanayide emek-makine bileşiminde , makineye göz kırpıyor, işçiyi işsiz bırakıyor. Dahası, düşük kur, ithal girdiyi cazip kılarak yerli ara malı sanayisini ve işçisini işsiz bırakıyor. Sanayideki bu durum inşaat ve hizmetlerde de farklı değil. İnşaattaki teknoloji gözler önünde. Koca gökdelenler en az işçi ile bir-iki ayda dikiliveriyor. Hizmet sektöründe devlet, 2,5 milyon dolayındaki istihdamı bile çok görüp 4/C tuzakları kuruyor çalışanlara. En az maliyete en küçük devlet!..Neoliberal devletin hedefi bu. İstihdam, 2009’da finans sektöründe artmış ve 150 bin kişi işe alınmış. Reel sektörü batan bir ekonomide finansın yükselişi iyi haber olabilir mi? Tarımdaki 2008 ve 2009 istihdam artışları ise büyüme ile ilişkili değil. Tarımın milli gelirdeki payı yüzde 8’in bile altına düşmüş iken, ucuz döviz, tarım ithalatını kamçılarken, artan istihdam, ancak yoksulların sofrasının kalabalıklaşması demek…

Özetle, dış kaynakla dönen, yoğun ithalata bağımlı Türkiye kapitalizmi, içeride ve dışarıda rekabet gücü bulabilmek için, çarkını, en az istihdamı en ucuza mal ederek döndürmek zorunda. Bunun için de artan işsizliği , çalışan sınıfa karşı tehdit aracı olarak kullanıyorlar. “Katı”yı “esnetmek” isteyen sermayeye ve iktidarı AKP’nin bu saldırısına karşı çalışanlara söylenecek son söz şudur; Esneme, katı kal, daha da katılaş…
Bir kez esnedin mi, liğme liğme olursun..

mustafasnmz@cumhuriyet.com.tr
http://mustafasnmz.blogspot.com

20 Şubat 2010 Cumartesi

İşsizliğe Karşı Kamu İstihdamı(2)

Mustafa Sönmez

20.02.2010,
İşsizlik, küresel kriz ile birlikte dünyanın bir numaralı sorunu. İşsizlik kadar, güvencesiz istihdam da önem kazanıyor. ILO, yani Uluslararası Çalışma Örgütü , küreselleşmenin ürettiği bir istihdam biçimine özellikle dikkat çekiyor: Güvencesiz-korumasız işçilik (vulnerable employment) … ILO’nun yıllık raporu "Global Employment Trends 2010" ‘un editörü Lawrence Jeffrey Johnson, ILO Online’daki söyleşisinde bu istihdam türünün, 1,5 milyar kişi ile dünya istihdamının yarı büyüklüğüne ulaştığını, 2009’da bu kategoridekilerin sayısının 100 milyona yakın arttığını belirtiyor.

Güvencesiz işçiler, günün modası, “esnek istihdam”ın mağduru, sosyal korumasız, örgütsüz işçiler. Kriz, görece korunmalı işçileri, “esnek istihdam” modelleriyle, buradan alıp “güvencesiz” kategorisine atıyor. Tıpkı bizde , kadrolu kamu işçilerinin 4/C statüsüne atılmak istenmeleri, ya da taşeron sistemi ile sendikalı, toplu sözleşme hakkı kullanan işçilerin, güvencesiz duruma getirilmeleri gibi…

Dünyada işçi haklarını biraz daha budayan bu eğilim, özellikle işsizliğin yoğun ve tarihsel olarak demokrasinin gelişmediği, örgütsüz çevre ülkelerde ve tabii ki bizde yaşanıyor, yaşatılmak isteniyor. Sermaye, kriz koşullarında daralan iş hacmini bu biçimde emeğin sırtına basarak aşmak istiyor. Bizde de hem AKP iktidarı, hem de TİSK, TÜSİAD üyesi işverenler, fiili olarak yaptıklarını yasal bir çerçeveye yerleştirmek istiyorlar. İktidar ve patronlar, giderek büyüyen işsizliği, fırsat bilip güvencesizliği dayatıyorlar. Buna her cephede karşı durmak gerekiyor.
***

2007’den 2010’a, 3 yılda nüfusumuz 2 milyon artarak 72,5 milyona çıktı ama kamu çalışan sayısı ancak 13 bin artmış görünüyor. Bu kadar nüfusa, 3 milyonu bile bulmayan kamu çalışanının yeterli hizmeti veremeyeceği ortada. Ama neo liberal zihniyet bunu önemsemiyor. O zihniyete göre, bu hizmetleri artık kamu değil, özel sektör üretip parayla satmalıdır. Ya da kamu, bu hizmetleri kendi bünyesinde üretmek yerine özel kesimden satın almalıdır.



Bu zihniyet, 3 milyonu bulmayan kamu personeli içinde de sadece 3 yıl içinde sözleşmeli personel sayısını yüzde 83 artırarak güvenceden uzaklaştırmıştır. 4/C statüsünde 2007 başında 70 bine yaklaşan kamu çalışanı 2009 sonunda 18 bine kadar düşmüş, yani 50 binden fazla geçici personelin iş akdi yenilenmemiştir. Şimdi hedef, başka kamu çalışanlarını da, önce 4/C’ye almak, sonra da oradan tasfiye etmek, güvenceli olanları da sözleşmeli statüsü ile güvencesizleştirmektir.

***

Giderek büyüyen işsizlik ve giderek artan güvencesiz çalıştırma eğilimlerine karşı, istihdam dostu ekonomi politikaları ve kamu istihdamı savunulmalıdır. Asya taklidi ihracata dönük model, birçok olumsuzluk yanında istihdam yaratmayan bir nitelikte. Yoksullaştırıcı büyümenin bu özelliği, demokratik merkezi bir planlama ile üretici, birikim sağlayıcı, istihdam yaratan bir eksene kaydırılmalı ve kamu, ekonomiye yapacağı müdahalelerle istihdam yarattığı gibi, özel sektörü de daha çok istihdam kullanıcı politikalara özendirmeli, tarımda, turizmde küçük girişimciliği, kooperatifleşmeyi özendirerek istihdama müdahil olmaldır.

AKP iktidarının böyle bir yaklaşımı olmadığı ve olmayacağı açık. CHP’nin, emek kesimi karşısında inandırıcı olabilmesi için, iktidara geldiğinde kamu istihdamını 3 yılda 1 milyon artırarak bugünkü düzeyinin üçte bir üstüne çıkaracağını topluma taahhüt etmesi beklenir. Bu niceliksel artışın yanı sıra, kamu çalışanlarına grevli, toplu sözleşme hakkı ve güvenceli statü eksiksiz tanınmalıdır. Bu istihdamı karşılayacak kaynaklar ise, i vergi-kamu harcama denkleminde yapılacak düzenlemelerle yaratılabilir.

19 Şubat 2010 Cuma

İşsizliğe Karşı Kamu İstihdamı (1)

Mustafa Sönmez

19.02.2010, Cuma
Türkiye’nin 1980 sonrası dışa açılarak(saçılarak) kapitalistleşme serüveni, tüm toplumsal dokuyu alt-üst etti. Bugün gelinen yer itibariyle, nüfusun dörtte üçü kentlerde. Kırlarda kalan yüzde 25 nüfus, milli gelirin ancak yüzde 8’ini üretiyor. Bu gelirle de geçinemediği için kısa sürede onlar da kentlere akacak. Yıllık artışı yüzde 1,5’i bulan ve 2009 sonunda 72,5 milyona ulaşan nüfusun iş-aş meselesi, özellikle kentlerde büyüyor. Ancak kentlerde yeterli istihdam imkanı yok. 2009 sonunda 15 yaş nüfus 52 milyon, ama işgücü olarak sahne alanlar 25 milyon. Yani yüzde 50’den azı işgücüne katılıyor. Bunların da 3,3 milyonu iş arıyor ama bulamıyor. 2 milyon bir işsiz daha var ki onlar da iş aramaktan umudunu kesmiş, ama iş bulursam çalışırım diyenler. Böylece işsiz sayısı 5,3 milyonu bulmuş durumda. Resmi işsizlerin 1 milyondan fazlası genç;15-24 yaş arasında. Diplomalı işsiz çoğalıyor. Lise ve üniversite diploması olup da iş bekleyenlerin sayısı 1 milyona yaklaşıyor.

***

1980 sonrası izlenen neoliberal politikalarla devlet, “iş kapısı” olmaktan çıkartıldı. Büyümenin özel sektör öncülüğünde gerçekleştirilmesine karar veren piyasacı yaklaşım, istihdamın kaderini de böylece özel kesimin insafına terk etmiş oldu. Ne var ki, likidite bolluğunun yaşandığı 2002-2007 döneminde, ortalama yüzde 7’ye yaklaşan büyüme koşullarında bile istihdam artmadı.




2001 krizinde işine kaybedenler, büyümeye geçildiğinde hemen işe alınmadılar. Dış kaynağa dayalı büyüme süreci, beklenen istihdam artışını yaratmadı. Bu istihdamsız büyüme hastalığının evrensel bir sorun olduğuna, kısa adı ILO olan Uluslar arası Çalışma Örgütü de dikkat çekiyor. Özellikle merkez ülkelere dayanıklı-dayanıksız tüketim malı tedarik etme işlevi üstlenmiş Türkiye gibi çevre ülkelerin birbirleriyle ucuz emek üstünden rekabetleri, dibe doğru yarışları, bu en az istihdamla yetinme hastalığını da yaratmış durumda.

***

Türkiye’de de, özellikle 2002 sonrası, AB pazarını hedefleyen ihracata dönük büyüme süreci, dış pazarda rekabet gücü edinebilmek için, en az istihdamı, en ucuza mal etmeyi öne çıkardı. Bugün de, yaşanan küresel krizden hiç ders alınmadan, kriz öncesi işbölümü ve paradigmanın bundan sonra da geçerli olacağı varsayımı ile, kurgular, en düşük istihdam maliyeti üstüne yapılıyor. TÜSİAD’ın yeni başkanı Ümit Boyner’in ayağının tozu ile esnek istihdamı ağzına alması bundandır. Peşinde oldukları şey, kıdem tazminatı ödemeden işçi çıkarmak, kısa süreli iş sözleşmeleri yapabilmek, SGK prim yüklerini, ücretten alınan vergi yüklerini en aza indirmek, sendikalaşma, toplu pazarlık, grev hakkı kullanmanın yollarını tıkamak…İstedikleri, dünyada yaygınlaşan ve ILO’nun “vulnerable employment” olarak adlandırdığı, çevre ülkelerde salgın güvencesiz istihdamı yaygınlaştırmak…İstedikleri, Türkiye’de yüzde 45’e ulaşan kayıt dışı istihdamın koyulaşması pahasına güvencesizliği kurallaştırmak…

Oysa, artık anlaşılmalıdır ki, bu ucuz emeğe yaslanarak AB’nin tedarikçi tüketim malı sanayicisi olma paradigması, tıkandı. Asyalaşma olarak da adlandırılan bu model, düşük kar oranları için emeğin istismarından başka bir şeye yaramazken, rekabet gücünü daha az emek, daha az ücret maliyetine dayadığı için, istihdam da, ülkede sermaye birikimi de yaratamamaktadır.

Küresel kriz öncesi yüzde 10’da kemikleşen resmi işsizlik oranı, kriz sonrası yüzde 13-14 bandında basamak yapmaya başladı. Umudunu yitirenlerle birlikte ise, gerçek işsizlik oranı yüzde 19-20’ye kadar çıkıyor.

Özellikle ülkenin en ağır sorunu haline gelen işsizlik sorununu çözmede inisyatif, artık, özel sektöre bırakılmayacak kadar vahim boyutlarda. Amacı kar ve sermaye birikimi olan, her adımını bu saikle atan özel girişimcinin, istihdam gibi bir sosyal sorunu birinci sorun olarak görmesi, kapitalizmin doğası gereği, beklenmez, beklenmemelidir. Sermaye, istihdam için yatırım yapmaz, kar için yatırım yapar ve ancak ihtiyacı oranında işgücü istihdam eder, daha fazlasını değil.

O halde ne yapmalı? Ulaşılan alarm verici boyutlar ve beliren eğilimler, işsizliğe kamu istihdamı ile müdahalenin kaçınılmaz olduğu gerçeğini önümüze koyuyor, ki, bunu tartışmaya yarın devam ederiz.

17 Şubat 2010 Çarşamba

İşsizlik Çarpıtmaları ve Pabucumun Demokratları...

Mustafa Sönmez

17.02.2010, Çarşamba
İşgücü-istihdam-işsizlik verilerinden herkes durduğu yere göre, pembe, gri, kara tablolar üretiyor. Cevabı aranan soru şu: Kriz sonrası istihdam eski seyrine dönme eğilimi gösteriyor mu, işsizlik azalıyor mu? Pembe tablo üretme çabasında olanlar, Kasım 2009 verilerini, Kasım 2008 verileri ile kıyaslayarak görece iyimser bir görüntü sergilediler, ama doğru mu yaptılar?

Herkes de biliyor ki, Türkiye’nin küresel krizin etkisine girdiği milat, Ekim 2008’dir. Dolayısıyla, Kasım 2008, zaten krizin ağır etkilerinin hissedildiği ay. “Baz etkisi” nedeniyle, Kasım ile Kasım’ı kıyaslamak eksik ve yanıltıcı. Bu tercihi, Bahçeşehir Üniversitesi’nin araştırma Kuruluşu Betam da yapmış Karşılaştırmayı Kasım 2008-Kasım 2009 olarak yapınca da bültenine vardığı sonuçları şu başlıkla duyurmuş: “İstihdam Artıyor, İşsizlik Oranı düşüyor.”

***

Başkanlığını Prof.Dr.Seyfettin Gürsel’in yaptığı bir araştırma kuruluşundan , daha bilimsel,daha objektif analizler beklemek herhalde hakkımız. Oysa, yukarıdaki bülten başlığı, bültenin içeriği ile çelişiyor. Kıyaslanılan Kasım 2008’de resmi işsizlik yüzde 12,6 iken Kasım 2009’da yüzde 13,1. Dolayısıyla, bu veri bile işsizlik azaldı diyen Betam’ı baştan doğrulamıyor. Kaldı ki, konu bilimsel olmak ise, kıyaslamada baz alınması gereken tarih, krizin etkisinin iyice hissedilmeye başlandığı Kasım ayı değil, bir önceki ay, Ekim 2008 olmalıydı, en azından bir de böyle bir analize yer verilmesi beklenirdi.

Nitekim, baz, Kasım değil de Ekim alınsaydı, istihdamdaki yıllık artışın 742 bin değil, ancak 174 bin olduğu görülecekti. Tarım dışı istihdamda da artışın 329 bin değil, 107 bin olduğu görülecekti. Toplamda ise kasımdan kasıma resmi işsiz sayısındaki artış 233 bin iken ekimden kasıma 540 bindir. Betam’a bundan sonraki analizlerinde, örneğin Aralık ayı analizinde , iyice dibe vurmuş Aralık 2008’i baz almasının yanında, kriz miladı olan Ekim 2008’i de esas alan bir analiz öneririz.

***

Betam’ın başkanı Seyfettin Gürsel, 16 şubat tarihli Referans’taki yazısını şöyle bitiriyor; “…işsizliği azaltabilmek için daha güçlü ve kalıcı bir büyümeye, aynı zamanda da büyümenin istihdam yaratma kapasitesini artıracak işgücü piyasası reformlarına ihtiyaç var”…Bu “reformlar”ın ne olduğunu, Gürsel’in yazılarını takip edenler bilirler. TÜSİAD’a bu konularda danışmanlık hizmeti de veren Gürsel’in “reform” dediğini aynı gün TÜSİAD Başkanı dile getirdi; Esnek istihdam…

***

TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Ümit Boyner, sadece Türkiye değil, tüm dünyada yaygınlaşan istihdamsız büyüme sürecinin yeniden tekrarlanma ihtimaline karşı işgücü piyasalarına esneklik sağlamanın tek çare gibi gözüktüğünü söylemiş.

Nedir esnek işgücü piyasası ? Esnek olmayanı hangisidir ? Esnek olmayanı, iş yasalarının geçerli olduğu, sendika, grev,toplu sözleşme hakkının, işçilerin kayıtlı çalıştırılmalarının hukuki zorunluluk olduğu çalışma düzenidir. Bunu esnetmek demek, bu hakların budanmasıdır kısaca. İşten çıkarmanın kolaylaştırıldığı, tensikatın tazminat yükünden kurtarıldığı, mesai, uzun süreli tepe tepe çalıştırma imkanlarının sınırsızca kullanıldığı, vahşi kapitalizm dönemine dönüş talebi, isteğidir. Esnek istihdam talebindeki gerekçeye bakar mısınız: İşgücü,işsizlik artarken istihdam imkanı azalıyor…Tam bir fırsatçılık. Bu fırsatçılığı, bilindiği gibi 4/C kepazeliği ile AKP iktidarı yapıyor. Onca işsiz varken 4/C merhametimize niye burun kıvırıyorsunuz , diye tütün işçilerini azarlıyorlar. AKP iktidarı neoliberal uygulamaları ile kamuda tepe tepe esnek istiham politikası uyguluyor, tabi ki TÜSİAD da isteyecek…

***

Bu arada, demokrasi denildiğinde mangalda kül bırakmayan AB hatırına demokrat TÜSİAD’cıların 4/C direnişindeki işçilere yokmuş gibi davranmaları dikkatlerden kaçmıyor. Tütün işçilerinin direnişini, sendikal haklar, örgütlenme, toplu sözleşme hakkı mücadelesini, demokrasi mücadelesinin dışında gören ve yokmuş gibi davranan TÜSİAD’cıların , onların medyadaki, akademiyadaki pabucumun demokratlarının maskesi bir güzel düştü. Hasan Cemaller,Taha Akyollar, Cengiz Çandarlar ve onların taklitçileri, demokrasi deyince mangalda kül bırakmayanlar, 4/C mücadelesi ile ilgili kaç satır yazdılar, kaç kelam ettiler acaba?

Bu direniş kanla, barutla bastırılsa da gam yemem. Pabucumun demokratlarının maskelerini alaşağı ettiler ya…Şimdiden galiptir, bu yolda mağlup…

mustafasnmz@cumhuriyet.com.tr
http://mustafasnmz.blogspot.com

15 Şubat 2010 Pazartesi

AB’de Nezle Türkiye’de Grip…

Mustafa Sönmez

15.02.2010, Pazartesi
Avrupa Birliği’nin zayıf halkaları Yunanistan, Portekiz ve İspanya’nın zor durumda olmalarının dillendirilmesi, bir anda piyasaları altüst etti. Dolar talebi zirve yaptı, borsalar düştü. Bugün parite 1.35’e yaklaşmış durumda. Oysa, düne kadar avronun dolar karşısında müthiş bir yükselişi vardı. Dolardan kaçanlar rezerv para olarak avroya sarılıyorlardı. Bunlar konuşulduğunda 1 avro kabaca 1.4 ile 1.5 dolar aralığında bir pariteye sahipti. Avrupa ekonomilerinin içinde bulunduğu sıkıntılı durumun avroyu ciddi biçimde etkilemesi bir süre daha devam edeceğe benzer.
Avro karşısında dolardaki yükseliş ise ABD ekonomisinin iyileşmesi ile ilgili değil. Henüz kimse Amerikan ekonomisinin toparlandığını söyleyemiyor. Ne var ki, AB ve Japonya ‘nın “dibi daha kara” olduğu için ABD ekonomisi göreli olarak daha iyi konumda algılanıyor ve bu algılamanın doların değer kazanmasında etkisi var. Ama daha çok da, dolara talep, sıcak para sahibi yatırımcının parasını alıp ülkesine dönme arzusuyla ilgili.

***

Güney Avrupa’daki sarsıntının tüm AB’ye yayılması, AB’deki nezlenin Türkiye’de grip olarak hissedilmesine yol açacağını gösteriyor. Türkiye’ye etkiler, Avro üstünden hissedilmeye başlandı ve hissedilecek. Çok değil, daha Kasım 2009’da 1,49 ile zirve yapan Avro-dolar paritesi, bugün 1.35’e inmiş durumda.




Avrodaki bu değer düşüşü, AB’deki çalkantının sürmesiyle devam edecek. Peki bu durum Türkiye ekonomisini nasıl etkileyecek? AB, Türkiye için dış ticaret, doğrudan yabancı sermaye, sıcak para ve diğer borçlanma hareketleri açısından en önemli partner. Ayrıca Türkiye’nin turizm endüstrisi çarkı da büyük ölçüde AB rüzgarıyla dönüyor.

2009’da yüzde 23 azalsa da 102 milyar dolar olarak gerçekleşen ihracatta AB yüzde 46 pay aldı. İthalatımızın ise yüzde 40’ı AB’den. 2009’da AB’den 56 milyar dolarlık ithalata karşılık, bu bölgeye 47 milyar dolarlık ihracat yapıldı. Avronun düşüşü, Türkiye için TL cinsinden ihracat gelirinin azalması, ithalatın ise görece ucuzlaması demek. AB’deki sıkıntının sürmesi ile AB’nin ihracat talebi düşmeye devam edebilir. Ama düşmese de, düşmüş Avro ile ihracat Türkiye’nin aleyhine. Buna karşılık doların yükselişi, Türkiye ihracatçısı için iyi haber değil. Çünkü, ihracatçı, AB’ye sattığı otomotiv, beyaz eşya, giyim vb. malları, önce dolarla borçlanıp o dolarlarla Asya’dan ucuz girdi ithal ederek (içeride ucuz emek kullanarak ) üretiyor ve AB’ye satıyor. Yükselmiş dolar, hem borçlanma maliyetini, hem ithal girdi, dolayısıyla, üretim maliyetini artıracağı için Türkiye ihracatçısının rekabet gücünü olumsuz etkiler ve onu biraz daha dampingli satışa mecbur bırakır. Bu da iyice yoksullaşmak demektir.

***

AB’deki sarsıntı, bölgedeki sıcak paranın çekilişini de getiriyor. Türkiye de bundan nasibini alır ve sıcak para ufak ufak satıp çıkmaya başlar. Bu da doları yukarı iter. Doğrudan yabancı sermaye girişi zaten 2009’da çok düşmüştü. İnişe geçen Türkiye ekonomisi doğrudan yabancı sermaye girişlerini de bir başka bahara bekler.

Türkiye’nin 2009’un 9’ncu ayı itibariyle dış borç stoku 275 milyar dolara yakındı ve bunun ancak 100 milyar doları Avro üstünden borçlanmaydı. Avro’daki düşüş, ancak dış borçların üçte birini olumlu etkiler, buna karşılık dolardaki yükseliş, kalan dış borç stokunun üçte ikisinin çevrilme maliyetini yukarı çeker.

Turizmde de 27 milyonu bulan turist girişinde AB’nin payı yüzde 52. AB’deki sıkıntı, turizm taleplerini bir sezon daha aşağı çeker ya da Türkiye turizmcisini bu yıl da fiyat kırmaya zorlar. Hem de Akdeniz çanağındaki rakiplerle dibe doğru yarışarak!...Turizmci hem Avro’daki düşüşten hem de talep yaratmak için yapacağı dampingden dolayı iyice yoksullaştırıcı turizm batağına saplanabilir.

Bu etkenlerin toplamı, AKP iktidarını, IMF anlaşmasına biraz daha mecbur bırakan gelişmeler olarak da okunabilir.

13 Şubat 2010 Cumartesi

Babacan Palavrası

Mustafa Sönmez

13.02.2010, Cumartesi
Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, 8 Şubat’ta yaptığı bir basın toplantısı ve sunumda, 2009’un ikinci yarısında uygulamaya geçirilen yatırımları teşvik önlemlerinin “çarpıcı sonuçlara” yol açtığını, yatırımları “patlattığını” öne sürdü. Hızını alamadı, 10 Şubat’taki İSO toplantısında da aynı şeyleri , sanayicilerin gözünün içine bakarak tekrarladı.

Şu kadarını söyleyelim ki, Babacan’a bağlı Hazine Müsteşarlığı, yatırım teşviklerinin istatistiklerini her ay yayınlar. Orada yayımlanan teşvikli yatırım verileri ile, Babacan’ın açıkladığı sayılar arasında büyük bir fark var, abartma var.

***

Önce, Hazine Müsteşarlğı’nın dost-düşmana ilan ettiği sayıları aktaralım. Hazine verilerine göre, 2009 yılının tamamında teşvik belgesi alan yatırımcılar yaklaşık 20 milyar TL’lik yatırım öngördü. Bu sayı, 2008’de 28 milyar TL idi. Yani kriz yılı 2009’da yatırım niyetleri yüzde 30 azalmış bulunuyor. Ekonominin yüzde 6 küçüldüğü, müthiş bir iç ve talep düşüşünün yaşandığı, doğrudan yabancı sermaye girişlerinin gerilediği bir yılda, yatırım iştahının yüzde 30 azalması şaşırtıcı değil, beklenir bir şey. Kaldı ki, bunlar yüzde 6’lık enflasyondan da arındırılmamış veriler. Enflasyonu da dikkate alırsanız en az yüzde 35 yatırım gerilemesinden söz edebilirsiniz.


Kaynak:Hazine Müsteşarlığı

Hazine, 2009’un Ocak-Temmuz döneminde öngörülen yatırımların toplamının yaklaşık 8 milyar TL, yeni bir teşvik paketinin uygulandığı Ağustos-Aralık döneminde de öngörülen yatırım tutarının da 12 milyar TL olduğunu belirtiyor. Yani , kurumlar/gelir vergisi indirimi, sosyal güvenlik primi işveren hissesinin Hazine tarafından karşılanması , faiz desteği , yatırım yeri tahsisi, KDV istisnası, gümrük vergisi muafiyeti gibi teşviklerin verildiği 2009 ikinci yarısında, yatırım niyetleri , 2008’in ikinci yarısından yine de 1 milyar TL kadar geride. Otomotiv firmaları Tofaş ve Oyak Renault, 2,5 milyar TL’lik bir modernizasyon yatırımı öngörmüşler, 2,5 milyar TL’lik sanayi yatırım niyeti daha var. 2,5 milyar TL yatırım niyeti de enerjiye. Ve bölgesel olarak da bu yatırımların yine ağırlıklı kısmı, üçte ikisi yine Maramara, Ege,Akdeniz bölgelerine…

Hazine böyle bilgiler verirken, bakın Babacan ne diyor;
“… yeni teşvik sistemi kapsamında 1.523 adet teşvik belgesi düzenlendi. .. bu teşvik belgeleri kapsamında öngörülen sabit yatırım tutarı da 22,5 milyar Türk Lirası. Hem belge adedi hem de yatırım tutarı açısından baktığımızda, değerli arkadaşlar, bu sonuçlar gerçekten, oldukça sevindirici sonuçlar… 2009’un Temmuz-Aralık döneminde, yani ikinci yarısında, 2008’in ikinci yarısına göre toplam yatırım tutarında yüzde 35,5’lik bir artış görüyoruz…”

***

Bakan, ikinci yarı teşvik belgesi almış yatırım stokunu 22,5 milyar olarak telaffuz ediyor, Hazine ise 12 milyar TL: Arada, öyle böyle değil 10 milyar TL’den fazla bir fark var. Bakan, 2009 ikinci yarıda, 2008 ikinci yarıya göre yüzde 35 artış olduğunu iddia ediyor. Hazine ise söz konusu dönemde değil artış, yüzde 7 gerileme olduğunu istatistiklere geçirmiş. Bakan mı doğru söylüyor, Hazine mi ? Kim yanılıyor acaba?

Bakan’a sormalı; İnsan kendi uhdesindeki kuruluşla bu kadar çelişir mi? Bu kadar çam devirmeyi göze almaya değecek ne var?

Bakan Ali Babacan, Ziya Paşa’nın dediği gibi, herkesi kör, alemi sersem mi sanır?

mustafasnmz@cumhuriyet.com.tr
http://mustafasnmz.blogspot.com

12 Şubat 2010 Cuma

Yine Yoksullaşarak Üretim…

Mustafa Sönmez

12.02.2010, Cuma
Sanayi üretiminin 2009 Aralık ayı sonuçları, abartılı yorumları da beraberinde getirdi. “Fast-food medya”, yerlerde sürünen 2008 Aralık ayı ile 2009 Aralık aylarını karşılaştıran ve yüzde 25 üretim artışı gösteren veriyi öne çıkardı. Oysa, yine TÜİK’in mevsimsel ve takvimsel etkilerden arınmış verisi diyor ki, sanayi üretimi, küresel krizin etkisi altına girilen Ekim 2008’e göre Aralık 2009’da yüzde 1 geride. Yine de Eylül 2009 sonrası bir üretim hareketlenmesi var. Bu, önümüzdeki aylarda devam eder mi, bilinmez. Bu üretimin stoka üretim olması da muhtemel. Çünkü ne dış talepte (AB’nin hali ortada) dikkate değer bir düzelme var, ne de iç talepte bir canlanma. Tersine, içeride, gıda ve konut ihtiyaç kalemleri dışındaki mal ve hizmetlerin fiyatlarının nasıl süründüğünü TÜFE’den görebiliyoruz. Hele ki giyim ve dayanıklı tüketim mallarında…Peki ihraç fiyatları? Yıllık ihracat , 2008’e göre, yüzde 23 düşüşle 2009’da 102 milyar doları bulsa da, şu soruyu sormalı? Kaça satarak bu rakama ulaşıldı?



Birim ihracat değeri, birim malın fiyatındaki değişimi verir. Birim ihracat değerleri endeksi, 2009’da enkazın büyümesinin önünün ancak fiyat kırmakla alınabildiğini gösteriyor. Son verilerden anlıyoruz ki, ihraç ürünlerinin tamamında fiyatlar, Ekim 2008-Ekim 2009 arası 12 ayda yüzde 6; ihracatın yüzde 93’ünü oluşturan sanayi ürünlerinin fiyatları da yüzde 6,5 düşmüş. Yani çeşitli sanayi ürünleri fiyatlarının ortalama yüzde 6,5 düşürülmesi pahasına ihracat düşüşü 30 milyar dolarda frenlenebilmiş. Üstelik, ithalatta yüzde 70 payı olan aramalı ithalatında yüzde 19 fiyat düşüşü yaşanmışken…Evet, ara malı ithalatın birim değeri , enerjiden, çeşitli girdilere kadar ithal malların fiyatları, 2008 Ekim’inden 2009’un Ekimine yüzde 19 düşmüş.

İthal girdi avantajına bir de reel ücretteki gerilemenin getirdiği avantajı eklemek gerek. TÜİK verilerinden, sanayide reel ücretlerin 2008’in 3’ncü çeyreğinden 2009’un 3. çeyreğine kadar yüzde 7 azaldığını görüyoruz.

Enerjiden, çeşitli girdilere kadar ithal fiyatlar beşte bire yakın düşmesine, reel ücretler yüzde 7 geriletilmesine rağmen, ihraç fiyatlarını yüzde 6 indirerek ihracat yapılmış, bütün buna rağmen ihracatın, 30 milyar dolar azalması önlenememiş. Bu performans, yoksullaşma pahasına ayakta kalmaya çalışmak değil de nedir? Fiyatlar böyle yerlerde sürünmeye devam ederse, bundan sermaye birikimi çıkmaz. Düşük ücretle, düşük kar oranlarıyla bir üretimdir bu ve birikim bırakmaz bu üretim modeli: birikim olmadıkça da genişletilmiş yeniden üretim değil, yoksullaştıran bir faaliyet kalır geriye. Anadolu’da buna, sap var, dane yok, derler…

***

Yoksullaştırıcı ihracatla, iç pazara satışlarla çarkını döndürmeye çalışan sanayideki birikimsiz toparlanmaya turizm de eşlik ediyor. Aynı yoksullaştırıcı büyüme turizmde de görülüyor. Turist başına harcama 580 dolara kadar düşmüş bulunuyor.

2009’da yabancı ziyaretçi sayısı yüzde 3,5 arttı ve 27,4 milyona yaklaştı. Ama aynı sürede bu yabancılardan elde edilen turizm geliri yüzde 6 azaldı ve 15,8 milyar dolara düştü. Bu, geçen yıla göre, 1 milyon daha fazla turist girişi sağlayıp 1 milyar dolar daha az gelir elde etmek, yani müthiş bir yoksullaşma demek !...




2004’te kişi başına 705 dolar olan kişi başına turist geliri, her yıl düzenli olarak azaldı ve 2007’de 608 dolara indi. 2008’de biraz toparlanıp 636 dolar olan turist başına gelir, 2009’da ise müthiş bir biçimde dibe vurdu ve 580 dolara kadar geriledi. Bu, 2004’teki fiyatın yüzde 28 altına inmek demek.

Yoksullaştıran sanayi üretimi, yoksullaştıran turizm ile, dostlar alışverişte görsün kandırmacasından uyanmak gerek. Evet, sap varsa da, dane yok… Bu gidişin ne sermayedara, ne de emeğe bir hayrı var. Üretim endekslerini takip etmek kadar, kaça üretim, kaça ihracat, kaça turizm sorularını araştırmazsak, ayağımızın altından çekilen toprağın farkında bile olamadan kendimizi dipsiz kuyularda buluruz.

10 Şubat 2010 Çarşamba

Mal-Mülk Bilgisi Herkese Açık Olmalı…

Mustafa Sönmez

10.02.2010, Çarşamba
Güngör Uras, 14 Ocak 2010 tarihli Milliyet’teki köşesinde, bir tebliğe dikkat çekti. 28 Eylül 2009 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan bu tebliğe göre, parasal işlemlere aracılık eden tüm kuruluşlar, işleme konu vatandaşın kimlik numarası ile birlikte işlem konusunu SGK’ye hemen bildirmek zorunda… Hocam, su, gaz, elektrik faturasından cep telefonu faturasına, bankaya kredi kartı taksitinden yapılan havaleye, mevduat hesabından çekilen 50 liraya kadar SGK’ye bildirilecek diyor ve ekliyordu; “Tapuda ne işlemler yapıldı, otomobil için ne vergi ödendi… Ankara’nın ekranında görülecek… [Ankara] insanların cebindeki parayı saati saatine izleyecek. Dahası, SGK’ye gerektiğinde hesaplardan ‘prim borçlarını bilgisayarla tahsil’ imkânı veriliyor. SGK görevlisi geçecek ekranın başına, ‘Ali Rıza Bey borçlu. Bankada hesabında para var’ diyerek.. banka hesabını bir başka hesaba aktaracak...”

Ergin Yıldızoğlu da 21 Ocak 2010 tarihli Cumhuriyet’te bu uygulamayı şöyle yorumluyordu;“ Uras’ın bu saptamaları, AKP hükümeti döneminde yaygınlaşan telefon dinleme olaylarının ötesinde, kişi özeline ve mülkiyet hakkına yönelik ihlallerin had safhaya ulaştığını, liberal demokrasinin temel özelliklerinin daha da zayıfladığını, medyanın “taraf”laşmasını, Ergenekon’la ilgili ileri sürülen usulsüzlük iddialarını da düşündüğümüzde… sorunların daha da ağırlaştığını gösteriyor. Buna karşılık, kişi özelini, yasal prosedürleri, mülkiyet hakkını hiçe saymanın totaliter rejimlerin özellikleri olduğunu biliyoruz.”

***

SGK üstünden, bankalara getirilen yükümlülükle “bilgi merkezileştirme” çabasını tamamlayan başka projeler de var. 2010 Kalkınma Programının 217’nci sayfasında bu niyetleri görebiliyoruz. Halk arasında Fak-Fuk-Fon diye bilinen Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu , Sosyal Yardım Bilgi Sistemi (SOYBİS) projesi başlatmış. Bu çerçevede; Sağlık Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı, SGK, İçişleri Bakanlığı Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü, Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü, İŞKUR, SHÇEK, Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Gelir İdaresi Başkanlığı ile protokoller imzalanmış ve kişilerin protokol yapılmış olan kurum ve kuruluşlardaki bilgileri toplanıyor. Amaç, başvuran, gerçekten yardıma muhtaç mı sorusuna doğru yanıt bulmak....

SGK, prim borçlarını tahsil etmek; Fak Fuk Fon, başvuran, gerçekten muhtaç mı sorusuna cevap bulmak saikiyle bu bilgilerin merkezileştirildiğini öne sürebilir. Ama, bu merkezileştirilen bilgiler, her T.C. vatandaşının ekonomik profili ile ilgili olarak devleti , yürütme gücünü donatmak anlamına gelir. Büyük birader, neyin var, neyin yok, biliyor!...

***

Bu mal-mülk bilgisinin merkezileşmesine sınıfsal optikten bakarsak, gelir dağılımından zaten kırıntılarla nasiplenen alt ve orta sınıfın saklanacak ne bilgisi var ki bu, söz konusu projelerle devletin malumu olsun !…Mal, mülk bilgisinin elektronik sorgulama ile açığa çıkması, şeffaflaşması, en çok üst-orta ve varlıklı sınıfı tedirgin edebilir. Gözden kaçırılan gelirler, servetler, aynı zamanda vergilenmekten, kamuya olan (borç, harç, prim vb..) yükümlülüklerden kaçırılan varlıklar demek. Bu bilgilerin, bir yerlerde gerçekten kayıt altına alınmasına ve merkezileşmesine, şu şartla karşı çıkmamalı: Bu bilgiler, kamuya, herkese açık olmalı. Yani, biz de bilgisayarımızın başında istediğimiz zaman bu bilgileri görebilmeliyiz.

Görebilmeliyiz ki, hangi Bakan, milletvekili ailesinin mensubunun, ne kadar mal varlığı var, nerelere, ne harcamalar yapıyorlar, servetleri nasıl büyümüş, bunu bilebilelim. Nüfusun yüzde 6’sı ulusal gelirin üçte birine el koyuyor, bunu el yordamı ile biliyoruz ama , kim bunlar, bu gelirden ne kadar vergi veriyor, bunu da bilelim.

Mevduat cüzdanlarının yüzde 1,5’una sahip olanlar, mevduatların yüzde 75’ine sahipler.Kim bunlar, bilmek iyi olmaz mı ? Kredi müşterilerinin binde 7’si, kredilerin yüzde 43’ünü kullanıyor. Bu mutlu azınlığı tanımak iyi olmaz mı? Borsada yatırımcıların yüzde 1’i, borsa portföyünün yüzde 82’sine sahip. Piyasalar, piyasalar dediklerinin kimler olduğunu bilsek, bunların kazançlarından vergi alınıyor mu, ne kadar alınıyor, öğrensek fena mı olur?

TÜİK’in dandik gelir dağılımına, tüketim harcaması anketlerine verilen yalan yanlış beyanlar yerine, gelir pastasından kimin ne aldığı daha inandırıcı biçimde ortaya çıksa fena mı olur ?

Ama, tekrarlayalım, böyle bir bilgi derlenmesi ve merkezileşmesi mutlaka kamuoyuna açık olmalı. Aksi taktirde, iktidarların elinde, istediğinin bileğini bükme, hizaya getirme, biat ettirme aracı olur ki, sonuçta da, şeffaflaşma, açıklık yerine, açık faşizmlere hizmet eder…
mustafasnmz@cumhuriyet.com.tr
http://mustafasnmz.blogspot.com

8 Şubat 2010 Pazartesi

Avrupa’daki “Düzeltme”, Türkiye’yi de “Düzeltiyor”

Mustafa Sönmez

08.02.2010, Pazartesi
Güney Avrupa’nın tamamında artçı şoklar yaşandı ve ABD’de işsizlik verileri ile küresel kriz herkese “kendinize gelin!...” uyarısı yaptı. Bu artçı şoklar, kuşkusuz tüm diğer coğrafyalarda ve Türkiye’de de hissedildi: Hafta biterken Avrupa’dan esen sert poyraz borsada sert bir düşüş yaptı, dolar yeniden başını kaldırdı. Kimi “kanaat önderleri”, malum şablonu tekrarladılar; “Bu bir düzeltme, zaten bekleniyordu”. Düzeltme sözcüğü de her kapıyı açan maymuncuk oldu!...Kriz, düzelte, düzelte dipten çıkıyor herhalde. Bu arada düzelten kim, düzeltilen kim, o başka…

***

IMF, şubat başında, 2009 yılı kriz bilançosunu tazelerken 2010 için büyüme beklentilerini de yükseltti. Dünya ekonomisinin tamamı için yüzde 4’e yakın bir büyüme öngörüsünde bulundu.



IMF’e göre, 2009’da dünya ekonomisi yüzde 1’in biraz altında küçülmüştü. Dünya hasılasındaki payları yüzde 80’e yaklaşan Merkez ülkelerde küçülme yüzde 3,2’yi bulmuştu. Çevre ülkelerde ise ancak yüzde 2 büyüme yaşanmıştı. Çin ve Hindistan, krizde tuzu kuru olanlardan. Türkiye ise çevre ülkeler içinde, yüzde 6 küçülme ile en olumsuz etkilenen birkaç ülkeden biri.

IMF, son raporunda bilinen uyarılarını yapmaktan geri kalmadı. “Çıkış stratejilerinizi iyi belirleyin. Gerekirse hükümetler ikinci paketleri açsınlar. Vaktinden erken bütçe destekleri çekilmesin, ama korumayı da abartmayın vs…”

***

2008 ve 2009, banka ve firmaların batma yıllarıydı ve hükümetlerin bütçe kaynaklarını boca etmeleri ile yangınların daha da büyümesi - bir süre için de olsa- önlendi. 2010 ise, bütçeden boca edilen kaynakların hesabının verileceği, bütçe açıklarının ve açıkları kapatmak için yapılan borçlanmaların hesabının sorulacağı yıl olacak. Buna, daha önce, “2010, Devletin Mali Krizi yılı olacak” demiştik. Şimdi yaşanan da o…

AB’de , hükümetlerin kırılgan mali yapıları gürültü ile çökmeye başladı. Yunanistan’ı, Portekiz, daha da önemlisi İspanya izledi. İtalya da parlak değil. Kuzeyde İrlanda’nın sancıları biliniyordu, ardından İngiltere’nin durumunun da matah olmadığı daha yüksek sesle ifade edilir oldu.

Bu sütunda 21 ve 23 Ekim 2009 tarihlerinde yayımlanan “AB Dağılabilir mi?” başlıklı yazılarımda sorduğum sorular, bugün daha çok önem kazanıyor. Küresel krize “yükselen-çevre ekonomisi” statüsünde yakalanan Doğu Avrupa ülkeleri’ne, başta Almanya ve Fransa’nın dirsek göstermeleri ile başlayan AB içi güven bunalımı, şimdi Güney AB ülkelerinin mali krizleriyle ivme kazandı. Avro’nun değer kaybı, Maastricht kriterlerinin “badem olması” karşısında, özellikle Almanya’yı tedirgin ediyor ve kendini koruma refleksi öne çıkıyor.

***

Öte yandan, özellikle kamu maliyesinde baş gösteren sıkıntılar, tıpkı bizde yaşandığı gibi AB ülkelerinde de sokağı hareketlendiriyor. Orada da bizde olduğu gibi, 2010 yılı sokağın yılı olacağa benzer. Bütçe açıklarını disipline etmek ve borç stokunu milli gelirin makul bir düzeyine çekmek için izlenen kemer sıkıcı politikalar, dönüp dolaşıp vergi ve kamusal harcamalara, oradan da halkın iş-aş meselelerine dokunuyor. İyice bürokratikleşen sendikalara, uykudan uyanma zamanının geldiği hatırlatılıyor. 2010, öncelikle Avrupa olmak üzere birçok ülkede politik mücadelelerin ön plana geçeceği, sendikaların silkeleneceği, erken seçimlerin telaffuz edileceği ve yönetim değişikliklerinin yaşanacağı bir yıl olmaya aday. Seçim sandıklarından, ülkesine göre, sol, sosyal demokrat yönetimler kadar sağcı, milliyetçi iktidarlar da çıkabilir.

Avrupa’daki “düzeltme”, Türkiye’yi de “düzeltiyor”. Dış çalkantılar, içerideki gerilimlerle birleşince sıcak para çıkışlarını tetikledi ve önümüzdeki günlerde bu çıkışlar artabilir. Avro’dan ve borsadan çıkışlarla, dolara yöneliş eğilimi hızlanabilir. Bunun, IMF masasında Hükümetin elini zayıflatmasını ve IMF şartlarının kabul edildiği bir anlaşmaya geçişi hızlandırmasını bekleyebiliriz. IMF’li dönemin, bugünden ne kadar farklı bir şey olacağını da, ancak yaşayarak göreceğiz.

mustafasnmz@cumhuriyet.com.tr
http://mustafasnmz.blogspot.com

6 Şubat 2010 Cumartesi

Yüzde 1’lik Sosyal Devlet…

Mustafa Sönmez

06.02.2010, Cumartesi
Tütün işçilerinin talepleri ile ilgili Başbakan’ın ve Maliye Bakanı’nın itirazlarını aklınıza getirin. Merhamet ve lütuf sözcükleri üstüne bina edilmiş açıklamalarda en çarpıcı olanı, Tekel işçilerinin devletçe tensikatının, özel sektör işyerlerinden tensikatla aynı tutulmasıydı. Ne var bunda, diyorlardı, işyeri kapanıyorsa, artık iş olmadığına göre, işçileri de ihbar-kıdam tazminatlarını vererek çıkarırsınız. Biz de bunu yapıyoruz. Üstelik, “merhamet gösterip, onlara geçici iş veriyoruz, 4/C kapsamına alıyoruz….

Bu, Anayasasında "Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir" yazan bir ülke Başbakan’ı ve Bakanının edeceği laf olamaz, ama edilmiştir. Şu an bu zevatın tüylerini diken diken eden söz “sosyal hak, sosyal devlet”tir. Bütçenin yüzde 22’sine yakını faize gitmektedir, bundan bir rahatsızlıkları yoktur. Verginin çarçur edilmesi söz konusu olunca, bu basiretsizlik akıllarına gelmez. Ama , bütçenin yüzde 20 küsuru, devlet memurlarına gittiği için pek hayıflanmaktalar. Ve, azimle, bütçeden yapılacak kesinti deyince akıllarına , her tür “personel masrafı” ve tarıma, yoksula, muhtaca giden sosyal harcama transferleri geliyor. Hemen oradan budamaya davranıyorlar.

***

Bu, sadece bugüne ait, krizin yarattığı yıllık 50 milyar TL’lik bütçe açıklarının getirdiği bir refleks, bir ruh hali değildir. Bu, başından beri AKP’nin angaje olduğu özelleştirmeci, anti-sendikal, anti-sosyal neoliberal dünya görüşünün doğal bir yansımasıdır. Bunun için çok geriye değil, sadece 2008 yılının sosyal harcamalarına göz atarsanız, “sosyal devlet” adına yapılanları alt alta dizerseniz, ülkenin ne menem bir hükümetle idare edildiğini, neoliberal zihniyetin ortaya nasıl insafsız, acımasız, sosyal devletsiz bir aygıt ortaya koyduğunu görürsünüz.




Bugün sosyal devlet olma adına yoksullara sunulan en önemli kalemi yeşil kart oluşturuyor. Aylık geliri asgari ücretin üçte ikisinden az 9 milyon yoksula, bu kartla hastanelerde tedavi imkanı veriliyor güya. Kulağa büyük bir lütuf gibi gelen bu uygulama, topu topu yıllık 4 milyar TL’lik bir harcama , ya da kişi başına 44 TL’yi bile bulmayan bir harcama aslında. Hem de yarım yamalak. Hastaya, bu haliyle bile çeşitli ilaç ve başka masraflar çıkaran bir uygulama.

Sosyal Güvenlik Kurumu’nun yaşlı ve özürlü 1 milyon 266 bin kişiye vermiş göründüğü “yaşlı ve özürlü aylığı”, toplamda 2 milyar, ama aylığa vurduğunuzda kişi başına 160 TL bile değil…Büyük insafsızlık, merhametsizlik…

Gelelim Özal icadı meşhur Fak Fuk Fon’a…Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğü tarafından il ve ilçe vakıfları kanalıyla muhtaç kişilere; aile, sağlık, eğitim ,özürlü yardımları ile sıcak yemek ve doğal afet harcamaları topu topu kaç para ? 2008 yılında toplam 1.8 milyar TL…O kadar…

Yaklaşık 182 bin yüksek öğrenim öğrencisi Yurtkur’dan ne burs alıyor.Toplamda 321 milyon TL…Ayda 177 TL…Bozdur bozdur harca…Milli Eğitim Bakanlığı 173 bin ilk ve orta öğrenim öğrencisine güya burs veriyor. Kaç para? Aylık 65 TL, Bozdur bozdur harca…Çocuk Esirgeme 30 bin kişiye yetişiyormuş. Kaç lira ile? 60 milyon TL bile değil. Kişi başına 192 TL…Vakıflar Genel Müdürlüğü, 4 bin küsur yetim ve özürlüye yıllık maaş veriyor. Kaç lira?…Yılda 310 TL::Bozdur bozdur harca…Vakıf Gureba Hastanesi , adı üstünde garibanları tedavi ediyor. Kaç liralık bütçe ile. Sıkı durun 767 bin TL’lik…

Bu devletin tedavi, yaşlı aylığı, öğrenci bursu, sıcak yemek, giyecek yardımı vb olarak yaptığı bu harcamaların toplamı ne ? 2008’de 9 milyar TL…Yani ? Türkiye’de yaratılan milli gelirin yüzde 1’i bile değil…

Bir ülkenin ürettiği mal ve hizmetten sayıları en az 20 milyonu bulan yoksula, yetime, özürlüye, yaşlıya, muhtaç öğrenciye yüzde 1 bile pay harcatamayan bir devletin yürütücüleri, akşamları başlarını yastığa nasıl koyabiliyor, nasıl gözlerine uyku giriyor? Bu nasıl bir vicdandır?

mustafasnmz@cumhuriyet.com.tr
http://mustafasnmz.blogspot.com

5 Şubat 2010 Cuma

Hedef: Daha Çok 4/C…


Mustafa Sönmez


05.02.2010, Cuma
Neoliberal zihniyet, daha küçük, daha az maliyetli devlet öngörür. Çünkü daha ucuza getirilmiş devlet, daha az vergi, bu da sermayedarlara daha çok bırakılmış artık değer, birikim demektir. O nedenle, 1980 sonrasının neoliberal ikliminde, daha küçük ve az maliyetli devletle daha az vergi, ana prensip oldu. Özelleştirmeler, kamu hizmetlerini ticarileştirip taşeronlara devretmenin yanı sıra, daha az memur, kamu çalışanı ve onlara daha az maaş, ücret, bunun için de özlük haklarına saldırı ön plana çıktı. Bizde de 12 Eylül ile başlayıp Özalizm ile devam eden bu anti-sendikal süreci, IMF- Dünya Bankası baskıları ile, sonraki hükümetler de sürdürdüler ama esas militanca tutumu AKP iktidarı gösterdi, fırsat bulursa göstermeye devam edecek.

***

Bugün genel bütçeli kuruluşlarda, ünivesitelerde, özel bütçeli kuruluşlarda, döner sermayeli kuruluşlarda, KİT’lerde, belediyelerde, kısaca tüm kamu kuruluşlarında 2 milyon 976 bin çalışan var. Ancak statüler farklı. Kiminin adı memur, kiminin adı işçi, bir de arada derede olanlar var: Sözleşmeliler, geçici personel ve diğerleri...




Ana gövdeyi, “kadrolu personel” denilen, memur, hakim/savcı ve akademik kadro oluşturuyor ve bunlar yüzde 70’lik ağırlığı oluşturuyorlar. Bu kesim, kamu sendikalarına üye olabiliyorlar ama grevli toplu sözleşme hakları olmadığı için, hükümetleri fazla zorlayamıyorlar.

İkinci önemli kategoriyi işçi statüsündekiler oluşturuyor ve sayıları 453 bini buluyor. Küçük bir kısmı geçici işçi. Hükümetin hedefinde esas olarak , çoğu sendikalı ve toplu sözleşme hakkını kullanan bu kesim var. Bunların içinde 90 bini özelleştirme kapsamındaki KİT’lerde ve kamu bankalarındalar. Özelleştirme dışında kalan KİT’lerde çalışan sayısı 77 bin dolayında. Belediyelerde 170 bine yakın işçi var. Grevli, toplu sözleşme hakkı olan işçi statüsü, neoliberal iktidarın hiç hoşlanmadığı ve “ucuzlatmak” istediği, hatta taşeronlaştırmalarla eritmeye çalıştığı kesim...

***

Bir de sözleşmeliler var. Sayıları 300 bine yaklaşıyor. Şükran Ketenci, 4 Şubat’ta yazdı; “Türkiye Özalizm ile gündeme gelen kamuda sözleşmeli çalıştırmaya ilişkin yasal düzenlemenin, işçilik haklarının, imzaladığı sözleşmelere aykırı düşmesi nedeniyle Uluslararası Çalışma Örgütü’ne (İLO) de hesap veriyor. İlgili sözleşmelerin görüşüldüğü her yıl ilgili uzmanlık komitelerinde tartışılıp eleştiriliyor, söz konusu düzenlemelerin işçilerin çalışma haklarına aykırı olduğu gerekçesi ile kınanıyor” Bu kınanmalara rağmen, AKP iktidarı bildiğini okuyor.

***

AKP hükümeti, sözleşmeli çalıştırmayı, öğretmenler dahil en güvenceli çalışma hakkının olması gereken kamu alanlarında kitlesel uygulama suçunu işlemekle yetinmedi. Süreli çalışmayı öngören ek bir uygulamayı 4/C statüsünü yasal bir düzenleme gibi gündeme getirdi. “Geçici personel”, yani 4 /C statüsü, bir tür “toplama kampı”, istasyon. Başta özelleştirme kapsamındakiler olmak üzere, tensikata uğratılacak kamu çalışanları, ihbar-kıdem tazminatları ödenerek işçi statüsünden çıkarılıyor, sonra 4/C istasyonunda stoklanıyor, bir-iki dönem, asgari ücretle oyalandıktan sonra da hiçbir devam güvenceleri yok, sendika hakları yok, sözleşmeleri yenilenmediğinden tazminat hakları yok…Hükümetin esas hedefi, kamuda fazlalık gördüğü personeli tasfiyede bu istasyonu kullanmak, bugün 20 bin dolayındaki 4/C lileri, Tekel işçileri ile 30 bine çıkarmak, ilerideki şeker, enerji, köprü vb özelleştirilecek kuruluşlardaki kamu çalışanları da buraya istif etmek…

***

Türkiye’nin güya normlarını taşımaya çalıştığı AB’de geçerli olan , bizde de var olan hukuk düzeni içinde, çalışanların çoğunlukla iş yasası kapsamında; kamu erkinin öngörüldüğü işler için ise memur statüsünde çalıştırılmaları. Bu normlar geriye götürülemez , buna izin verilmemelidir.

3 Şubat 2010 Çarşamba

Tarzan Zor Durumda...

Mustafa Sönmez

03.02.2010, Çarşamba
Geçen Pazar akşamı (31 Ocak) Başbakan Erdoğan, TRT-1’de yayımlanan "Enine Boyuna" programında… Karşısına, çoğu “muz ortada usta”, çanakçı gazeteciler dizilmiş, güya soru soruyorlar…

Bazen, karşınızdakini anlatmak için kıvranarak doğru sözcükler ararsınız, ama o anda tarifine niyetlendiğiniz kişi öyle bir laf eder ki, “Allah söyletti!..”dersiniz. O programda da, AKP iktidarının ve Erdoğan’ın ne olduğunu Allah, Başbakan’a söyletti. “Üzerimizdeki yumurta küfesi çok ağır” diyerek devletin kamusal hizmet alanlarından kurtulması gerektiğini söyleyen Erdoğan, karşısına dizilmiş gazetecilere ’Biz bu devleti adeta bir özel sektör mantığı ile mi çalıştıracağız yoksa geçmişten bu yana alışılmış haliyle mi yürüteceğiz?” diye soruyordu…Allah söyletti, dediğim işte bu..Özel sektör mantığı ile devlet yönetmek…

Bu zihniyetle, AKP, özelleştirmelerin en militan hükümeti olmuştur. Bu zihniyetle, kamusal hizmetleri ticarileştirmenin, metalaştırmanın, esnek istihdam ile köleleştirmenin, kısaca neoliberalizmin bayraktarlığını yapmıştır. Bu zihniyettir ki, özelleştirilecek kuruluşları “çöpsüz üzüm” olarak alıcılara satmış, çöp olarak gördüğü çalışanlar ve hakları için de “4/C” çöplüğünü icad etmiştir. Şimdi kavga, bu çöpe dönüştürülmek istenen 12 bin tütün işçisinin ve onların etrafında kenetlenenlerin onur ve adalet kavgasıdır.

***

Tarzan zor durumdadır!...Krizle birlikte yönetmek zorlaşmıştır. Her zamankinden daha gaddar, daha merhametsiz olmak durumundalar. Onun için eczacılara,doktorlara, işçilere patlıyorlar, onun için agresif bir tutumla yeni zamlara, yeni vergilere yükleniyorlar. Onun için Oferlere satmak üzereyken iş üstünde yakalandıkları ve rafa kaldırmak zorunda kaldıkları Galataport’tan, Haydarpaşa satış projelerinden yeniden medet umar duruma geldiler. Bütçe iflasta, belediyeler iflasta, sosyal güvenlik iflasta…Tarzan zor durumda…

İşte bunun için, yandaş sermayedarlara elinizi çabuk tutun ve bitirin şu Doğan işini talimatını verdiler ve günlerdir televizyonlarda Fethullah Cemaatinin mensubu İpeklerin Koza Altın’ı , halka arz için anonslar yaptırıyor.
3-5 Şubat'ta talep toplayarak halka arza başlayacak olan Koza Altın, hisse satışından 600 milyon TL gelir bekliyormuş. Koza-İpek Holding elde edilecek kaynağı medya yatırımlarında kullanacakmış... Yani, vergi sopası ile terbiye edilip satışa zorlanan Doğan medyasının Star TV, Milliyet ve Vatan’ı , yakında resmen cemaat medyası safında yer alacak…Para, halka arzdan gelecek diyorlar.
Nereden belli? Sabah-ATV’nin ele geçirilmesinde Çalık’a kredi hortumlarını dayayan kamu bankaları, neden cemaatin Koza’sından bunu esirgesinler?

Öyle ya da böyle…Bu satışla birlikte medya sahipliğinde AKP ve cemaatlerin bir adım öne geçecekleri açık.




Zor durumdaki Tarzan, saldırganlığını cop,biber gazı kullanarak artırırken medyada sağladığı bu hegemonya ile de toplumu ideolojik baskılanma altına alma çabası içinde. İşe yarar mı? Sanmam. Cin, Ankara’da şişeden çıkmıştır bir kere…

Tayyip Erdoğan’ı korkutan, saldırganlaştıran sadece Tekel işçilerinin talepleri değil, Ankara’da Sakarya Caddesinde dolaşan o hayalettir. Sermayenin bastırdığını, yok ettiğini tarihe gömdüğünü sandığı hayalet, “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!” sloganıyla Sakarya Caddesinde dolaşıyor …Bu düşün korkusu, Tarzan’ın demokrat maskesini alaşağı ediyor. Daha çok cop, daha çok biber gazı, daha çok gazete, TV kontrolü, hayalet korkusunu alt etmeye yeter mi ? Tarzan, gerçekten zor durumda…

1 Şubat 2010 Pazartesi

Zalimin Zulmü Varsa, Mazlumun Grevi Var...

Mustafa Sönmez

01.02.2010, Pazartesi
Yarın 50’nci gününe girecek tütün işçilerinin direnişi, hak taleplerine bir karşılık bulacak mı? Başbakan’ın topu attığı iki bakan nasıl bir öneri ile gelirler? Şunu belirtelim ki, Hükümet çetin cevize çatmıştır. Çark etme alanı oldukça dardır. Tütün işçileri için biçtiği 4C elbisesini geri çekse bir türlü, çekmese bir türlü... Yaklaşık 10 bin işçi için öngörülen 4C elbisesi, sıradaki özelleştirme sürecindeki şeker ve elektrik çalışanları için de söz konusudur. 4C uygulaması ile çalıştırılan halihazırda 23 bin kişi vardır. Bunların 10 bini Milli Eğitim, 3 bin 500 ü İçişleri, 2 bin 700’ü Adalet, yaklaşık 2 bini Sağlık bakanlıklarındalar.

Tütün işçileri, AKP icadı 4C cenderesini haklı olarak istemiyorlar. Çünkü biliyorlar ki, 4-C’ye geçtiklerinde ücretli çalışma süreleri azaltılacak. Ücretleri düşecek. İhbar ve kıdem tazminatı haklarını kaybedecekler. Fazla mesai ücreti almayacaklar. Emeklilik koşulları imkansıza yaklaşacak. 4857 sayılı yasaya göre işçi tanımına girmeyecekler ve toplu sözleşme haklarından yararlanamayacaklar. Ücretli izin hakları budanacak. Örneğin 4 ay çalışanın sadece 4 gün ücretli izin hakkı olacak…

4C ile çalıştırılanlar bu zulmetle çalışıyorlar, "Özelleştirme Uygulamaları Sonucunda İşsiz Kalan ve Bilahare İşsiz Kalacak Olan İşçilerin Diğer Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Geçici Personel Statüsünde İstihdam Edilmelerine” ilişkin çerçevenin mucidi AKP, şimdi tütün işçilerini bu çembere sokmaya, yeni özelleştirmelerle de diğer binlerce işçiyi yine bu kazanda kaynatmaya niyetli. Gelin görün ki, baltayı taşa vurdular. Tütün işçileri bizi 4C cenderesine sokamazsınız, diyorlar. Peki hükümet ne yapacak? 4C’nin şartlarını değiştirmek, işin kimyasına aykırı, mevcut 23 bine de o hakları tanımak demek. İşçilerin taleplerini kabul etse, bütün özelleştirme ekseni yamulacak. İki ara, bir dere dedikleri durum bu…

***

Hatırlayalım ki, 2001 krizi sonrası Kemal Derviş-IMF işbirliğinde gerçekleştirilen azgın özelleştirme planını, parmak ısırtan bir saldırganlıkla gerçekleştiren neoliberal AKP iktidarı oldu. Bu sayılarla da sabit. AKP’nin iktidara geldiği 2002 sonunda KİT’lerin ürettiği katma değer, milli gelirin yüzde 5’i iken 2009 sonunda yüzde 1,5’a düşecek kadar KİT eritildi, özelleştirilerek... Aynı dönemde 384 bin olan KİT çalışan sayısı, özelleştirmelerle yaşanan daralma sonucu 202 bine indi. Özelleştirme, AKP’nin şehvetle icra ettiği bir uygulama. Sadece özelleştirme değil, sağlık, eğitim gibi sosyal hizmetleri de kamudan alıp özele devretmek, ticarileştirmek, merkezden belediyeye kadar kamusal hizmetleri taşeronlara devretmek, bunu yaparken sendikaları devreden çıkarmak, onları işlevsizleştirmek, esnek istihdamın bütün biçimleri ile emeği en ucuza mal etmek…Bütün bunları yaparken, yandaş, cemaat mensubu bir sermayedar kitlesine yontmak, onları palazlandırmak…. Bu zihniyetteki bir iktidarın, geleceğe emsal olacak hak bilirliğe yanaşması kolay olmayacaktır. Zalim zulmünden vazgeçmeyecektir…

***

Tütün işçilerinin mücadelesinden yola çıkarak, özelleştirme karşıtı mücadele yükseltilmeli, yeniden kamu üretim ve istihdamını talep eden bir çerçeveye sahip çıkılmalıdır. Nüfusu 72,5 milyona ulaşmış bir ülkede kamu çalışan sayısı 3 milyon bile değil. Özellikle sağlık ve eğitim alanlarında kamu çalışan sayısı artırılmalı. KİT’ler yeniden yatırımcı ve üretici durumuna getirilerek istihdam yaratmalı. 4C gibi köleci çalışma düzenleri kaldırılıp tüm çalışanlara grevli, toplu sözleşmeli haklar tanınmalı. Yeniden kamu alanını genişletmek için, neoliberalizme karşı mücadele için gerekli kaynaklar, vergi düzenine müdahale ile ve kamu harcamalarını emek yanlısı bir özelliğe kavuşturarak yapılabilir. Varlıklı sınıf, daha çok vergilendirilmeli, asker-polis-gizli servis, lüks bürokrasi harcamaları azaltılmalı.

***

Toplumda, kararlı, doğru önderlikte bir sendikal mücadelenin nasıl, gerçek demokrasi mücadelesinin yelkenlerini şişiren bir rüzgara dönüştüğü bu deneyim ile anlaşılmıştır. Yeniden sendika, yeniden örgütlenme şiarı ile tüm alanlarda yeniden örgütlenmenin mücadelesi verilmelidir. Petrol-İş’in başarıyla sürdürdüğü “sendikalı ol kampanyası” nı mutlaka diğer sendikaların çabaları izlemelidir.

Tekel direnişi ile görüldü ki, sınıf, kendisini mücadele içerisinde kuruyor, gücünün farkına varıyor, kültürünü üretiyor, yaratıcı direniş ve dayanışma biçimlerini var ediyor. Yine görüldü ki, ancak böyle mücadeleler, liberalizmi ve muhafazakârlığı , sivil toplumculuğu, kimlik siyasetini, sol adıyla pazarlamak isteyenlere hak ettikleri dersi veriyor; coplu, biber gazlı saldırılara karşı koyan bu mücadeledir ki AKP’nin demokrat maskesini düşürüyor.

Bitmedi, bitmeyecek; Bu kavga, dost-düşman herkese gösterecek ki, zalimin zulmü varsa, mazlumun grevi var…