Sayfalar

31 Temmuz 2010 Cumartesi

Büyük Sanayi, Krizi İşçinin Sırtında Yıktı

Mustafa Sönmez

31.07.2010, Cumartesi
Bu sütunda 19 Temmuz’da TÜİK verilerinden hareketle, sanayinin 2009’da istihdamı azaltarak üretimi artırdığı, böylece kişi başına üretim artışı-verimlilik- sağladığı belirtilmişti. Aynı kaynağın ücret verileri de kullanılarak 2009’da sanayide reel ücretlerin yüzde 17 gerilediği, dolayısıyla 4 milyon dolayında kişinin istihdam edildiği sanayide krizin yükünün işsizlik ve düşük ücret olarak işçilere yıkıldığı ifade edilmişti.

Kısa adı İSO olan İstanbul Sanayi Odası’nın geleneksel ilk 500 sanayi firması sıralaması da, küresel kriz şartlarında büyük sanayinin krizin yıkıcılığını, işçinin sırtına basarak hafiflettiğini firma firma gösteriyor. İSO sıralamasının en çarpıcı yanı şu: İlk 500 sanayi firması katma değerini kriz şartlarında artırırken bunu işçi sayısını azaltarak gerçekleştirmiş, dolayısıyla işçi başına katma değer ya da verimlilik artmış, karlar da bu sayede yükselmiş.

Üretici fiyatlar üstünden ilk 500’ün ürettiği katma değer 2009’da, önceki yıla göre yüzde 15,4 artmış görünüyor. Bu katma değer, 2008’de 520 bin dolayında ücretli ile gerçekleştirilirken 2009’da ücretli sayısı 467 bine inmiş görünüyor. Yani krizde büyük sanayide yüzde 10 istihdam azalması yaşandı. Başka bir ifadeyle, ilk 500 firma 54 bine yakın işçi çıkardı ama katma değerleri düşmediği gibi arttı. Yani, çıkarılmayan işçilere daha fazla üretim yaptırıldı. Bu sayede de işçi başına katma değer yüzde 15’in üstünde arttı. Buna bağlı olarak da karlarda yükselme yaşandı.


Kaynak: 2006 -2009 dönemi İSO veri tabanı

İSO’nun ilk 500 sanayi firması sıralamasında, Türkiye’nin en büyük sanayi firması olan ve 2005’te kamudan Koç’a satılan Tüpraş’ın 2009’da 215 işçi eksilttiği, buna karşılık kişi başına katma değerini 2008’e göre yüzde 12 artırdığı anlaşılıyor. Tüpraş’ta kişi başına katma değer, 500 firma ortalamasının olaüğanüstü üstünde.


*Üretici Fiyatlarıyla, 2008 ve 2009 İSO veri tabanı

Kişi başına katma değerin en yüksek olduğu bir diğer firma yine Koç’a ait Aygaz. Bu firmada da kişi başına katma değer, 2009 yılında 500 büyük tarafından yaratılan katma değerin, kat be kat üstünde.

İlk 500 firma sıralamasında anlaşılıyor ki, en tepedeki 10 firma arasında, en çok tensikata otomotiv sektörü gitmiş. Ford, 2009’da 1.531, Tofaş, 1.594 kişiyi kadrosundan çıkarmış. Sektörün bir diğer önemli firması Oyak-Renault’nun 6 bine yakın istihdamını 2009’da 870 kişi azalttığı anlaşılmakta. Oyak’a satılan Erdemir’de ise istihdam azalışı 561 işçi olarak görünüyor. Kamunun ilk 10 firma arasına giren tek firması EUAŞ Elektrik ise 2009’da 2 bin 526 kişi artırarak istihdamını 12 binin üstüne çıkardı.

İstihdamı azalan ücretlilerin, 2009’da yaratılan net katma değerden aldığı pay, İSO’ya göre yüzde 55,6. 2008’de ücretin payı yüzde 57 idi. Finans sektörüne , sanayi katma değerinin yüzde 12’si faiz olarak gitmiş görünüyor. 2008’de sermayeye giden faizin payı yüzde 16 idi. Sanayicinin kârının net katma değerdeki payı ise 2009’da yüzde 32,4 olarak ifade ediliyor. 2008 de kârın payı yüzde 27,1 idi. Böylece, sanayicinin hem ücret ve faizin payını, sanayi karı lehine azalttığı; bu sayede krizin yükünü hafiflettiği anlaşılıyor.

30 Temmuz 2010 Cuma

Linç Kültürüne Karşı Demokratik Bilinç

Mustafa Sönmez


Bursa İnegöl'de başlayan Hatay Dörtyol'da süren provokasyon ve linç girişimleri, yeni bir döneme sürüklendiğimizi gösteriyor. Yaşananlar karşısında hükümetin, asker ve polisin gösterdiği tutum ise, karşı karşıya bulunduğumuz durumun ne denli vahim olduğunu ortaya koyuyor ve uyarıyor. İnegöl'de yıllardır birlikte yaşayan Türk ve Kürt halkı, bir iki kişinin ticari meselesi bahane edilerek karşı karşıya getirilmiş, kent, ırkçı gruplar tarafından adeta teslim alınmıştır. Can ve mal güvenliğini sağlamakla görevli hükümet ve güvenlik güçleri ise görevlerini yeterince yapmış görünmüyorlar. Meseleye basit bir “amigo” şamatası teşhisi koymak, gerçekle yüzleşememenin yeni bir örneği.

Dörtyol'da iki gün boyunca yaşananlar, AKP hükümetinin yangına körükle gittiğini bir kez daha ortaya koydu. Polis otosuna yapılan saldırıda 4 polisin hayatını kaybetmesinden sonra Kürt mahalleleri hedef gösterilerek, çeteler eliyle adeta organize bir intikam hareketi başlatılmış görünüyor. Dörtyol'da polis karakolu önünde toplanan, sloganlar atarak burada saldırı hazırlıkları yapan gruplar emniyet güçleri tarafından adeta kollanmış ve desteklenmiştir. Söylenenlere bakılırsa, dışarıdan getirilip olayların fitilini ateşleme görevi verilen grup, daha sonra arkasına yüzlerce kişiyi katarak ilçeyi adeta teslim almış, Kürt yurttaşlarımıza ve demokratik güçlere karşı saldırıya geçmiştir.

AKP hükümetinin, polisin ve askerin linç girişimcilerini “anlayışla” karşılayan tutumları, şehri teslim alan ırkçı gruplar karşısındaki davranışları, Sivas katliamını hatırlatıyor. Sivas'ta da saatlerce süren toplanma, heykel parçalama, Kültür Merkezine saldırı olayları yaşanmış ve ardından Madımak Oteli ateşe verilerek 35 aydın ve emekçi katledilmişti.

Dörtyol'da, güvenlik güçleri; parti binalarını basıp, kırıp döken, tabelaları söküp, Türk bayrağı asan, işyerlerinin camlarını kıran, talan eden ve ateşe veren güruh karşısında seyirci kalarak provokasyona güç vermiştir. Bu olaylarda ilk gün BDP bürosu saldırıya uğramış, ikinci gün ise EMEP ve ÖDP ilçe büroları tahrip edilmiştir.

Tüm bunlar olurken, açılım fiyaskosunun mimarı İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın, polis ve askere bu tür gelişmelerin vahametine dikkat çekip, polis ve askerin hiçbir vatandaşın canına ve malına zarar gelmeyecek her türlü tedbiri alması talimatını vermesi beklenirdi. Oysa durum nedir? Bakan Atalay, İnegöl’deki linç girişimlerini basit bir asayiş vakası olarak geçiştirme telaşında. Bakan, Dörtyol’da da Hatay Valisi ile birlikte kışkırtıcı açıklamalarda bulunmuş, linç girişimlerine neredeyse destek ve güç vermiştir. AKP hükümeti, gerilimden beslenmek, referanduma ve seçimlere bu tehlikeli politika üzerinden gitmek istemektedir.

***

Linç kültürü topraklarımızda yıllardır ilmek ilmek örülmektedir. Özellikle ülkenin batı illerinde, şehit cenaze törenleri ile asker sevkiyatları sırasında, “PKK terörünü lanetleme” adı altında bir Kürt düşmanlığı bilinçaltına zerk edilmektedir. İzlenen neoliberal politikalarla her geçen gün mülksüzleşen, kronik işsizlik yaşayan kitleler, şiddet iklimine sürüklenmekteler, yaşadıkları sorunların nedeni olarak, yer yer ekmeklerini kazanmak için Batı illerine göçmüş Kürtler hedef gösterilmektedir. Yakın zamana kadar Kürt kimliğini bile reddeden zihniyet, demokratik mücadeleler karşısında bu inkardan vazgeçmiş görünmesine rağmen, toplumda bir demokratik bilincin yerleşmesi için çaba göstermemiştir. Topraklarımızdaki etnik farklılıklar, bir zaaf değil, bir zenginliktir. Etnik farklılıklara saygı bilinci, toplumda sistemli bir çaba ile bir norm haline getirilmelidir. Oysa olan nedir? Sorun, açık ya da örtülü olarak “Kürtlerle yaşamanın zorluğu” noktasına taşınmıştır. Beyaz Türkleri temsilen Ertuğrul Özkök’ün diline doladığı, “had bildirme” densizliği, kahve esnafında “ya sev ya terket” şeklinde ifadesini buluyor.

Türk milliyetçiliği cephesinde bunlar olurken Kürt siyasetçiler de halkların yeniden kardeşleşmesi yerine kutuplaşmaya adeta seyirci kalmaktalar. Silahların susturulması konusunda hayırhah bir tutum sürdürürlerken “bölgesel demokratik özerklik” türü temelsiz, afaki önerileriyle, ayrılıkçı iddialarına malzeme vermekteler.

***

Tüm demokratik kitle örgütlerinin, meslek örgütlerinin, sendikaların, siyasi parti ve örgütlerin Türkiye’de etnik farklılıklara saygıyı, Kürt ve diğer tüm etnik kimliklerin haklarına saygıyı özümsemiş, demokratik bir kültürü egemen kılması gerekiyor. Bu söylemin, toplumun en alt kesimlerine kadar tüm kitle örgütlerinde, okullarda, camilerde, medya organlarında yaygınlaştırılması boynumuzun borcu olmalıdır. Burnumuzun dibinde, Yugoslavya’da olanları yeniden ve yeniden hatırlamalı, linç kültürüne, anti-demokratik milliyetçi, ırkçı politikalara karşı kardeşliği, yalnız kardeşliği esas alan demokratik bilinci savunmalı ve yaymalıyız. Bağdat harap olmadan…

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Krizden Çıkışa Engel:Gelir Uçurumu…

Mustafa Sönmez

28.07.2010,Çarşamba
Düne kadar yere-göğe sığdırılamayan küreselleşme, dünyada hem bloklar, ülkeler, hem de ülke içi sınıflar arasında gelir bölüşümünü daha da bozdu. Yıkıcı rekabet, devletin ekonomiden uzaklaştırılması, sosyal devletin budanması, anti-sendikal düzen, artan işsizlik, bölüşümde emek, alt-orta sınıflar aleyhine sonuçlar yarattı. Bunu, OECD’nin verilerinden de görebiliyoruz. Bölüşümde adaletsizliğin göstergesi olan gini oranının gelişmiş-gelişmekte olan tüm ülkelerde (birkaçı hariç) bozulduğu-0’dan 1’e doğru- hemen görülüyor.Gelir adaletsizliği liginde şampiyon Meksika’yı, maalesef Türkiye izliyor. Aslında, Türkiye’deki gelir eşitsizliği, OECD’ye bildirilenden daha fazladır. Gelir adaletsizliğinin ölçümünde ne tür sağlıksız yöntemler izlendiğini bu sütunda bir çok kez yazdım. Onca makyajlamalara rağmen, mızrak çuvala sığmıyor, bu haliyle bile utanç verici bir bölüşüm tablomuz var.

Küresel krizin merkezi ABD’de de bölüşüm alarm verici. Keza Avrupa ülkelerinin çoğunda da küreselleşme bölüşümü iyileştirmedi, tersine bozdu.




Kaynak:OECD.Stat.Extracts

Bölüşümün daha da adaletsizleşmesi sonucu, dünya ekonomisi eksik-tüketim illetine yakalandı. Bu hastalık, bugün krizden çıkışın da önünü tıkıyor. Çünkü dünya ekonomisinin kalıcı bir büyüme ivmesi yakalaması bu bölüşüm ilişkilerinin değişmesini, alt-orta sınıfların, harcanabilir gelirlere kavuşmasını , ücretlerin, talebin artırılmasını gerektiriyor.

IMF’nin ön ayak olduğu krizden çıkış için politika önerileri, tüketime gark olan, bunun için de dünyanın tasarruflarını tepe tepe kullanan ABD’nin, artık tüketimini kısıp ihracata yönelmesini; diğer ülkelerin de pazarlarını ABD’ye açmasını içeriyor. Bunun için de cari fazlası olan Çin’e yükleniyorlar. Çin’in parasını değerli hale getirerek ihracatçılıktan ithalatçılığa dönmesi öneriliyor. Unutulan şu: Çin’de, ABD’nin,Avrupa’nın mallarını tüketecek bir kitle var mı? Çin, halkının gelir düzeyini artırıcı bir politikadan ziyade, ucuz emeğini kullanan bir sermaye birikimi modeli ile bugünkü yere geldi. Bunu bozmaya da hiç niyeti yok. Çin’in, tasarruf yerine tüketime yönelerek, iç pazarını derinleştirerek, ithalatçı duruma gelerek Batı’yı kuyudan çıkarma beklentisi, boş bir hayal.

ABD’nin yeniden ihracatçı olması, dolayısıyla çarklarını çevirebilmesi, ancak Almanya, Japonya gibi , satın alma, tüketme gücüne sahip kitlesi olan ülkelerle mümkün olur. Ama onlar da, özellikle Almanya, kuyudaki ABD’ye ip sarkıtmaya pek niyetli değil. Tersine, mali disiplin ile maliyesini düzenleme, ihracat kapasitesini genişletme derdinde. Mesele de burada düğümleniyor işte.

***

Türkiye’nin de krizi daha küçük maliyetlerle geçiştirmesinde iç pazarı önemli rol oynayabilirdi. Özellikle 2000’li yıllardaki üretim kapasitesini “AB’ye dönük ihracat” üstüne bina eden Türkiye, AB’deki daralma ile birlikte alternatif dış pazarlar bulmakta güçlük çekiyor. Ya iç pazar ? İşte orada da dünyanın en eşitsiz gelir bölüşümü ayıbı ayağa dolanıyor. Türkiye gelirinin yarısını, yüzde 20’lik nüfus kullanırken, diğer yarısı yüzde 80’e kalıyor. Bu, 72,5 milyon nüfusun dörtte üçünden fazlasının, mutfak-barınma ihtiyaçları dışında harcayacak pek gelirinin olmaması demek. Ev, otomobil, beyaz eşya vb. nüfusun çoğunluğu için ya alınamaz ya da kolayca yenilenemez harcamalar.

Bölüşümde adaletsizlik, sistemin ayağındaki pranga. Dünya ve Türkiye, krizden başını kaldırabilmek için geliri yeniden daha adil bölüştürmeye mahkum. Ama, bu kolay değil. Gelir piramidinin tepesini işgal eden, benden sonrası tufan, diyen oligarşiye rağmen , mücadele etmeden bölüşümü iyileştirmek mümkün değil. Mutlu azınlık, kendi sistemlerinin uzun vadede ömrünü uzatacak böyle reformlara bile tahammülsüz. Sınıf körlükleri, onlarla beraber tüm sistemi aşağı çekiyor…

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Eğitim Panayırı…

Mustafa Sönmez

26.07.2010, Pazartesi
Vakıf üniversiteleri, dershaneleri, özel ilköğrenimi, liseleri ile, eğitim panayırı yaz sıcağında pek hareketli. Koca koca rektör profesörler, TV ekranlarında öğrenci çekmek için çığırtkanlık yapıyor. Bize gel, bizde fırsatlar şöyle, böyle diye…Özü ise şu: Bize kaydol, paranı bize getir. Dershaneler, üstünden para kazandıkları çocukların sınav başarısını reklam vesilesi yapıyor. Kolejler kesiminde ayrı bir çığırtkanlık…Bu kadar mı yerlerde sürünmeliydi bu eğitim işi. Bu kadar mı para-pula tahvil olup pespayeleşmeliydi ?

Deveye sormuşlar, neren eğri diye, yanıt malum: Nerem doğru ki ... Neremiz doğru ki, eğitimimiz düzgün olsun. Gün geçtikçe içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Çocuklar, gençler kobay, veliler sağımlık inekler gibi. Herkes gelecek endişesinde. İşsizlik yüzde 14’te kemikleşmeye yüz tuttukça, eğitimli işsiz sayısı bile 1,5 milyona yaklaştıkça, aileler, çocukları için daha da endişeleniyor ve umutlu-umutsuz eğitime sarılıyorlar. Tabi ki gücü yetenler, ya da yetirmeye çabalayanlar... Olmayanlar, çaresiz, umutsuz. Birçok aile, elindeki avucundakinden fedakarlık yapıp eğitime harcama yapıyor, çocukları dershaneye gönderiyor, özel üniversitelerde okutuyorlar, bir diploma için.

Ailenin çocuğunun geleceği ile ilgili telaş, iyi bir eğitim için çırpınışa yöneldikçe, yükselen talep, beraberinde ticari eğitim arzını, metalaşmayı, o da eğitimde kepazeliği beraberinde getiriyor. Devlet, eğitim görevini atabildikçe sırtından atmaya, olmadı, bütçesini daraltıp kalitesizleştirmeye meyilli. Devlet okullarında, üniversitelerinde 17 milyon dolayında öğrenci var. Bunun 12,5 milyonu ilköğrenim öğrencisi, 4 milyona yakını ortaöğrenim öğrencisi. 1,5 milyon da üniversite, yükseköğrenim öğrencisi. Aşağıdan yukarıya sistem eliyor. Okullaşma, ilköğrenimden itibaren düşüyor ve üniversite kapısında iyice daralıyor.

Devlet okullarında, üniversitelerinde 17 milyon dolayında öğrenci var. Bunun 12 milyonu ilköğrenim öğrencisi, 3,5 milyona yakını ortaöğrenim öğrencisi. 1,5 milyon da üniversite, yükseköğrenim öğrencisi.



Kaynak: Muhasebat Genel Md. Veri tabanı

2009’daki Merkezi bütçenin yüzde 13,4’ünün sadece eğitime harcanması önemliymiş gibi görünse de öğrenci başına 2 bin TL’yi ancak bulan bir harcama bu. Devlet, bir asgari ücretliden bile vergi ve prim olarak yılda 4 bin TL’ye yakın bir kesinti yapıyorsa, öğrenci başına 2 bin TL harcama yapmış, çok mu ? Eğitime harcanan, bütçeden faize ödenenden 17 milyar TL eksik...

Devlet eğitiminin kalitesi belli. Okullar yetersiz, derslik açığı var. İstanbul’da bile, sınıflar 50-60 kişilik. Bütçeden eğitime yapılan harcamanın yüzde 61’i “personel gideri”…Yani öğretmen-hoca maaşına ancak yetiyor bütçe. Varın düşünün; geriye kalanı ile hangi sağlıklı binaya, donanıma, laboratuara vs.ye yetişilir ki. Böyle olunca, orta ve üst sınıfın eğilimi, orta öğrenimde sınavla girilen Anadolu liselerine, sınavla girilen kolejlere, üniversiteye giriş için dershanelere, -parası olan için- vakıf üniversitelerine, yurt dışı üniversitelerine…2009 milli gelir serilerinde, özel harcamalarda eğitime 10 milyar TL’ye yakın para harcandığı verisi var. O zaman, 35 milyar TL’lik devletin eğitim harcamasının yanında, 10 milyar TL’lik özel harcama yapılmış bile. Eğitim pazarı büyük ve büyütülmeye aday.

***

Neoliberal iktidarın, eğitimi özelleştirme, ticarileştirme emelleri, bunun için devlet okulu eğitiminin kalitesini iyileştirmek için çaba göstermemesi, halkın gelecek endişesi ve iyi bir eğitim için tasarruflarını gözden çıkarması ile birleşince, eğitim tacirlerine gün doğuyor. Dershaneler, özel okullar, özel-vakıf üniversite yatırımcıları, ellerini ovuşturuyorlar. Devletin esirgediği doğru dürüst eğitimi, başka alanda aramaya dönük talep oluştukça, sermaye, eğitim-sınav endüstrisine yatırım yapıyor. El kadar çocuklar 3 yıllık SBS sınav maratonunda perişan edilirken, dershane sektörünü elinde tutan Fethullah Cemaatine, eski bakan Hüseyin Çelik’in çektiği kıyak nasıl unutulur!.. Neden sonra, vazgeçtiler ama, bu saçmalığın çocukların ruh sağlığına, ailelerin bütçelerine verdiği zarar da Çelik’in yanına kâr kaldı. Hüseyin Çelik efendiden bir özür, bir özeleştiri duydunuz mu?

Eğitim, kanayan bir yara. Büyük istismar konusu. Her geçen gün de içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Ticarileşmiş, metalaşmış eğitimle hesaplaşmak, belki her şeyden daha çok önem kazanıyor.

24 Temmuz 2010 Cumartesi

KİT Tasfiyesinde 25 Yıl ve CHP

Mustafa Sönmez

24.07.2010, Cumartesi
Neoliberalizmin beylik uygulamalarından olan KİT’lerin, özelleştirmeler, kapatmalar, küçültmelerle, tasfiyesi serüveninde Türkiye 25 yılı geride bırakmış bulunuyor. IMF-Dünya Bankası direktifleriyle başlatılan KİT’lerin tasfiyesine Turgut Özal ilk hamleyi yaparken izleyen hükümetler uzunca süre yasal altyapıyı hazırlamakla vakit geçirdi. Esas tasfiye ise 2001 krizi sırasında Kemal Derviş yönetimindeki IMF programları ile gerçekleşti, hasat ise AKP iktidarına nasip oldu ve meyveler bu iktidar döneminde toplandı.

Dile kolay; bundan 25 yıl önce KİT’lerde 653 bin kişi çalışıyordu. Bugün ise sayı 184 bin ve bunların 60 bini de özelleştirme tezgahında, görücüye çıkarılmış 7 KİT’de çalışıyor. Demek ki, onların da tasfiyesi ile KİT çalışan sayısı 120 binlere inecek. Son 25 yılda KİT istihdamındaki azalıştan anlayın ki, ortada yüzde 75’e yakın tasfiye var!...KİT’lerin dörtte üçü tasfiye edilmiş.


Kaynak:Hazine Müsteşarlığı veri tabanı

Operasyonlar başladığında 653 bin kişinin çalıştığı 48 KİT vardı. Bugün 184 bin kişinin çalıştığı 29 KİT var. Bunların da 7’si özelleştirme tünelinde ve 60 bin kişi daha “özelleşecek”…1985’te KİT’lerin yarattığı katma değer, Türkiye milli gelirinin yüzde 6,3’ü idi. Bugün ise bu pay, yüzde 2’nin altında.

***

Kim ne derse desin, Türkiye’de KİT tasfiye sürecinde ekonomik rasyonellerden çok, ideolojik-politik saikler, neoliberal düsturlar etkili oldu. Körü körüne IMF-Dünya Bankası buyruklarına teslimiyet yaşandı. KİT’lerin düzeltilecek yanları yok muydu ? Elbette vardı. Nasıl olmasın; on yıllarca özel sermayeye ucuz girdi, kalifiye eleman sağlamakla işlevlendirilmiş, iktidardaki sağ partilerce arpalık olarak tepe tepe kullanılmış KİT’lerin tabi ki operasyona ihtiyacı vardı. Ama bu operasyonun ille de özelleştirme, tasfiye, kapama olması gerekmiyordu. Bugün o kuruluşlarda 500 bin daha az insan çalışıyor. Özelleştirmeler işsiz bıraktı, güvencesizleştirdi, sendikasızlaştırdı. KİT’lerde örgütlü Türk-İş’in şimdiki haline baksanıza..Neresinden tutsanız, elinizde kalıyor.

***

Türkiye şartlarında devlet müdahalesi, KİT yatırımcılığı, bir ihtiyaçtan doğdu 1930’larda . Kesinlikle bir ideolojik seçim değildi. Yeterli sermaye birikiminin olmadığı bir ülkede devlet kapitalizmine duyulan ihtiyaçla ilgiliydi. 1950’lerden 1980’lere gelinceye kadar da KİT’ler ihtiyaçtan varoldular. Kırda, Et Balık, SEK ile, yüksek teknolojide Erdemir, Pektim ile hep özel sektörün yetmediği alanlarda oldular, özel sermaye birikiminin kaldıraçları olarak kullanıldılar. Öte tarafta ise, bölgesel uçurumların açılmasını önlediler, işsizliğin patlamasına karşı sübap oldular, sendikal iklimin iyileşmesine katkıda bulundular. Daha birçok şey sayılabilir.

Tasfiye yerine, KİT’lerin birçoğu iyileştirilebilir, miyadı dolanlar kapatılır, ama günün ihtiyaçlarına göre çağdaş, teknolojik donanımlı, Türkiye’ye rekabet gücü sağlayacak, istihdam dostu yenileri açılabilirdi, ama yapılmadı. Özellikle 2000 sonrasının Derviş ve onu izleyen Erdoğan icraatlarında , IMF borçlarının da zorlamasıyla, büyük tasfiyeler gerçekleşti: Telekom, Tüpraş, PO, Petkim, Erdemir,Tekel… ardı ardına satıldı. Özellikle neoliberalizmde şampiyonluğu kimseye kaptırmayan AKP iktidarı, sağlanmış hukuki altyapının rüzgarıyla özelleştirmeleri şaha kaldırdı. 2002 sonunda 384 bin olan KİT istihdamı AKP’nin iktidarında 184 bine indi. Yani AKP, sadece kendi döneminde 200 bin KİT çalışanını tasfiye etti, 42 olan KİT sayısını 29’a indirdi. Bugün onların 7’si daha özelleştirme tezgahında 60 bin çalışanı ile…

***

Bu büyük tasfiyenin ardından CHP’nin KİT politikası tabi ki önemli. CHP, ne yapacak KİT’lerle ? Doğu-G.Doğu azgelişmişliğinde KİT’leri kullanacağını söylüyor, ama o kadar mı? Mali kural tartışmaları sırasında, bu neoliberal yaklaşıma sıcaklık, CHP’de bazı “Dervişgil eğilimler”in varlığının ilk işaretlerini verdi. Pek hayırlı bir yaklaşım olarak görünmedi bana. CHP, “devletçilik” ilkesine ne kadar bağlı olduğunu yüksek sesle ifade edip KİT’lerle ilgili politikasına açıklık getirmeli, sadece özelleştirmeler konusunda değil, yatırımcılıkta devletin yeri konusunda ne düşündüğünü kamuoyu ile paylaşmalıdır.

23 Temmuz 2010 Cuma

Yabancı Yatırım ve Dış Kredide Düşüş …

Mustafa Sönmez

23.07.2010, Cuma
Türkiye ekonomisi, dış kaynak girdikçe büyüyen, girmedikçe duraklayan bir yapıda. İthalata bağımlı büyüyen ekonominin yarattığı cari açığı, yani döviz açığını finanse etmede 3 kaynak var: Doğrudan yabancı sermaye girişi, dış kredi ve sıcak para dediğimiz borsaya,devlet kağıtlarına gelen kısa vadeli sermaye hareketleri. Bunlar içinde en az zararlısı doğrudan yabancı sermaye girişidir. Borç yaratmaz, taşın altında eli vardır, iyi kötü istihdam yaratır, teknoloji getirir, reel üretime katkısı vardır.

Dış kredi ile finansman, ikinci tercihtir. Ağırlıkla orta-uzun vadelidir. Vadesi bellidir, yüksek riskli, sürprizli değildir, kırılganlık pek yaratmaz. Dış kaynaklar içinde en riskli ,kırılganlık ve kriz yaratıcı olanı ise sıcak para diye bilinen portföy yatırımları, ya da kısa vadeli sermaye hareketleridir. Borsaya girer çıkarlar, devlet kağıtlarına yatırım yaparlar. Spekülasyon, doğalarında vardır. Dış kaynağa muhtaç ülkeler, bunlardan en çok doğrudan yabancı sermayeyi tercih ederler. Çin, mesela böyle bir ülkedir.

***

Türkiye, söz konusu 3 finansman kanalını da kullanır. Kriz öncesinin likidite bolluğu koşullarında hem doğrudan yabancı yatırımlar hem de dış kredi kullanımı, sıcak para girişi kadar önemliydi. Ancak, kriz sonrası durum değişti. Şu dönem doğrudan yabancı sermaye yatırımlarında da dış borç bulmada da azalışlar gözleniyor.Bu durum, spekülatif sıcak para girişine bağımlılığı artırıyor ve bu kanaldan giren yabancı sermaye girişinin olumsuzluklarını artırıyor.

Doğrudan yabancı yatırımları, özellikle 2005 sonrası hızlanmıştı. Özelleştirme projeleri, Türk bankalarını yabancılara satma niyetleri, yabancı girişini kamçılamıştı. 2006 ve 2007’de yılda 20 milyar doları bulan yabancı sermaye girişleri 2008’de bile 16 milyar dolara yaklaşmıştı.


Kaynak: Hazine Müsteşarlığı veri tabanı

Küresel kriz ile birlikte yabancı yatırımlar azaldı ve 2009’un tamamında 6 milyar dolara kadar düştü. Düşüş eğilimi 2010’da da sürüyor. İlk 4 aylar itibariyle analiz edildiğinde 2008’den 2009’a yarı yarıya azalan yabancı sermaye girişi, 2010’da da aynı vitesle düşüyor. 2008’in ilk 4 ayında 4,4 milyar dolar olan yabancı yatırımlar bu yılın ilk 4 ayında 1,2 milyar dolara kadar gerilemiş.Yabancı yatırımcılarda gerileme, özellikle AB’den kaynaklanıyor. AB’den yabancı yatırım bir yılda yüzde 50 azalmış görünüyor. 2008’deki Körfez yatırımı akını da sonraki iki yıl bıçak gibi kesildi. Yabancı yatırım iştahsızlığı bütün coğrafyalara mahsus, Türkiye’deki iklim bozukluğu, ek bir etken.

***

Yabancı yatırım azalmasına, dış kredi temininde düşüş de eşlik ediyor. Özellikle de özel sektör kredileri azalıyor.Bunda, uluslararası piyasalarda yaşanan likidite ve kredi sıkışıklığı nedeniyle bu kesimin krediye erişiminin zorlaşması etkili oldu.


Kaynak: Kaynak: Hazine Müsteşarlığı veri tabanı

Gerek kamu gerekse özel kesimin net borç ödeyicisi pozisyonunda olduğu gözlemleniyor. 2008’in 3’ncü çeyreğinde 197 milyar dolara kadar çıkan özel sektör borçlanması, 2010’un ilk çeyreğinde 169 milyar dolara kadar inmiş görünüyor. Alınan borçlar döndürülemiyor, net borç ödeyicisi durumu geçerli.

Cari açık, krizin etkilerinin azalması ile birlikte iç talepte görülen canlanmanın getirdiği ithalat artışı dolayısıyla 2009 yılının son çeyreğinden itibaren tekrar genişlemeye başladı. Ayrıca, Türkiye’nin en önemli dış pazarı konumunda olan Avrupa ülkelerinde büyümenin halen ivme kazanamamış olması da ihracat performansını olumsuz etkileyerek cari açık üzerinde genişletici bir etki yarattı. Bu açığın finansmanında doğrudan yabancı yatırım ve dış kredinin rolü azalırken yıkıcı etkileri daha fazla olan sıcak paraya bağımlılık artıyor. Döviz kurunun aşırı değerlenmesi karşısında teslimiyet de bununla ilgili…

21 Temmuz 2010 Çarşamba

İnşaatta Reel Ücretler Yüzde 30 Geriletildi…

Mustafa Sönmez

21.07.2010, Çarşamba
Milli gelirde yaklaşık yüzde 5 , tarım dışı istihdamda 1-1,2 milyon ücretli ile yaklaşık yüzde 10 payı olan inşaat sektörü, diğer sektörlere göre krize daha erken girdi. Özellikle bina inşaatı alt dalında yaşandı bu. Bir yandan AKP iktidarının “çiftliği” TOKİ’nin doludizgin konut yatırımları, bir yandan bankaların konut kredileri ile hızlandırılan konut sitesi yatırımları, İstanbul’da AVM, plaza türü yatırımlar, kısa sürede bir arz fazlası oluşturdu. Talebin üstünde konut ve işyeri arzı yaşandı. Bu da sektörün 2008’in başından itibaren küçülmesini getirdi. 2008’de yüzde 8 küçülen inşaat sektörü, 2009’da yüzde 16,3 ile en çok küçülen sektörler arasında yer aldı. Sekiz çeyrek üst üste daralan inşaat sektörü ilk kez 2010 ilk çeyreğinde yüzde 8 büyüme gösterdi. Tabi ki bu büyüme de baz etkili…

Bina dışı inşaat bir yana bırakılıp bina inşaatının kriz öncesi ve sonrası durumu analiz edildiğinde, sektörün krizden çıkışta, inşaat işçilerinin olabildiğince omuzlarına basarak çıkmaya çalıştığı anlaşılıyor. TÜİK’in inşaat üretim endeksi verilerine göre, küresel krizin etkisi altına girilen 2008 son çeyreğinde daha da daralmaya başlayan bina inşaatı sektörünün 2009 ilk çeyreğinde , önceki yılın ilk çeyreğine göre yüzde 25 küçüldüğü görüldü. 2009’un ikinci ve üçüncü çeyreklerinde görece toparlansa da 2009’un son çeyreğinde bina üretimi 2008’in son çeyreğinin yüzde 7 gerisindeydi. Sektör 2010’un ilk çeyreğinde , 2009’dan görece iyi ama 2008’den yüzde 12 gerideydi.

Bina inşaatında istihdam ise 2009’da çok ciddi daralma gösterdi ve bir yılda istihdamda yüzde 20’ye yakın azalma görüldü. Ancak, üretim ile istihdamdaki değişimler göz önüne alındığında, sürdürülen inşaatlarda daha az işgücü kullanıldığı, dolayısıyla işçi başına inşaat üretiminin arttığı, “üretkenliğin hızlandığı” görülüyor.



Kriz sonrası üretimi, azaltılmış işçi ile sürdürmek, tabi ki, eldeki işçiyi daha çok sömürmekle mümkündü ve müteahhitler bunu yapmış görünüyorlar. Sayıları azaltılmış işçiye, kriz öncesi ücretleri de ödenmemiş. Yani işçiler, 2009’da zam almadan 2008 ücretlerinin bile altında ücretlere çalıştırılmışlar. Görünen o ki, işçilerin hem iş yükleri ağırlaştırılmış hem de reel ücretleri geriletilmiş.



TÜİK, yine her 3 ayda bir inşaat firmalarının nominal ücret bütçelerini açıklıyor. Bu ücret bütçesini, işçi başına üretime böldüğümüzde, nominal birim ücreti buluyoruz. Bu krizin tarihi özelliği nominal ücretlerin bile geriletilmiş olması. 2009 son çeyreğinde birim nominal ücretler, 2008 son çeyreğine göre yüzde 26 geriledi. Burada daha enflasyonun götürdüklerini konuşmuyoruz. 2008 sonunda diyelim, aylık 1000 TL ücret alan bir inşaat işçisine, 2009 da 740 TL ödendi. Ama bir de enflasyonun götürdükleri var. 2008 sonundan 2009 son çeyreğine işçi başına reel ücret yüzde 30 gerilemiş. İnşaat işçisinin 2010 ilk çeyreğinde sektördeki göreli toparlanmaya rağmen, reel ücreti yine gerilemiş ve 2009 ilk çeyreğinin yüzde 25 altına düşmüş.

Görünen o ki, inşaat piyasası krizden toparlanmak için başlattığı yeni yatırımlarda hem daha az işçi kullanıyor, işçinin yükünü ağırlaştırıyor, hem de daha düşük ücretlere çalıştırıyor. Kriz, inşaatta da, tıpkı sanayide olduğu gibi, işçinin sırtına basılarak atlatılmaya çalışılıyor.

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Sanayide Reel Ücretler Yüzde 17 Geriletildi

Mustafa Sönmez

19.07.2010, Pazartesi
Alavere, dalavere Kürt Memet nöbete…Yine aynı şey oluyor. Milli gelirdeki payı yüzde 20’yi, tarım dışı istihdamdaki payı 4 milyonu aşkın işçiyle yüzde 30’u bulan sanayi, bu krizde de, yine işçinin sırtına basarak , onu daha çok sömürerek belini doğrultmaya çalışıyor. Bu, TÜİK’in verilerinde açıkça görülüyor. TÜİK’in sanayide istihdam endeksi , işçi sayısını veriyor ve 3 ayda bir yayımlanıyor. Yine TÜİK’in üretim endeksi her ay yayımlanıyor. Bu iki veriden işçi başına üretimin artıp artmadığını görürsünüz. Durum şu: 2008’in başında 107 birim işçi, 115 birim üretim yapıyormuş , böylece işçi başına 107 birimlik üretkenlik varmış. Küresel kriz alevinin Türkiye sanayisinin paçasını sarması ile birlikte, 2008 başında 115 olan üretim, 2008 son çeyreğinde 105’e kadar gerilemiş. Ve tabi ne yaptı işverenler bu durumda ? İşçileri işten çıkardılar ve sanayi istihdam endeksi 103’e kadar geriledi. Ama orada kalmadı, krizin dip yaptığı 2009’un ilk 3 ayında üretim 2008’in aynı döneminin yüzde 22 gerisine düştü. Buna paralel olarak işçilerin tensikatı sürdü, ama bazı yerlerde kıdem tazminatı engeliyle istendiği kadar işçi çıkarılamadı. Yine de 2009’un ilk çeyreğinde sanayide işçi sayısı , 2008’in ilk çeyreğinin yüzde 10 gerisine düştü. Peki sonra? Sonra yavaş yavaş toparlanma yaşandı ve 2009’un sonunda, sanayi üretimi 2008 başındaki düzeyine geri geldi. Geldi ama ya istihdam? İşte orada yine bilinen oyun oynandı, çıkarılan işçilerin bir kısmı geri alınmadı; istihdam, krizin dip yaptığı seviyede tutuldu.



Böyle olunca da işçi başına üretim, kriz öncesine göre zirve bile yaptı ve 2009 son çeyreğinde, 2008 son çeyreğine göre yüzde 17 artış gösterdi. 2010’un ilk çeyreğinde ise sanayi üretimi 2009 başındaki düzeyi aşsa da 2008 ilk çeyreğindeki düzeyinin hala yüzde 9 gerisinde. Ama gelin görün ki, sanayide istihdam artırılmadığı için, işçi başına üretim yine de fena değil. Üretkenliği artırma ihtiyacında sanayici patronlar. Bunun bir yolu üretimi artırmak ise, diğer yolu, biraz daha işçi çıkarmak. Onun için de kıdem tazminatı engelinden kurtulmak, esnek istihdam rejimini geçerli kılmak istiyorlar.

***

Kriz sonrası üretimi, azaltılmış işçi ile yeniden artırmak, tabi ki, eldeki işçiyi daha çok sömürmekle mümkün ve bu yapıldı. Azaltılmış işçiye, eski ücret bütçesi ödenseydi belki bir derece adaletten söz edebilirdik. Ama öyle olmamış. Azaltılmış işçiye, eski ücret bütçesi de ödenmemiş. Yani işçiler, 2009’da zam almadan 2008 ücretlerine talim ettirilmişler.



Görünen o ki, işçilerin hem iş yükleri ağırlaştırıldı, hem de reel ücretleri geriletildi. Nitekim TÜİK, yine her 3 ayda bir sanayi işletmelerinin nominal ücret bütçelerini açıklıyor. Bu ücret bütçesini, işçi başına sanayi üretim endeksine böldüğümüzde, nominal birim ücreti buluyoruz. Bu krizin tarihi özelliği, nominal ücretlerin bile geriletilmiş olması. Nitekim 2009 son çeyreğinde birim nominal ücretler, 2008 son çeyreğine göre yüzde 13 geriledi. Burada daha enflasyondan filan söz etmiyoruz. 2008 sonunda diyelim, aylık 1000 TL ücret alan bir işçiye, 2009 da zam yapılmadığı gibi, 2009 ücreti 130 TL eksik ödendi ve ücreti 870 TL’ye düşürüldü. Ama bir de enflasyonun götürdükleri var. Onu da analize katınca bakın ne olmuş: 2008 sonundan 2009 son çeyreğine işçi başına reel ücret yüzde 17 gerilemiş. Sanayi işçisinin 2010 ilk çeyreği reel ücreti biraz artsa da, hala 2009 ilk çeyreğinin yüzde 12, 2008 ilk çeyreğinin de yüzde 11 gerisinde. Alavere,dalavere, yine Kürt Memet nöbete…
Soru şu: sendikalara rağmen bu tarihi sömürü nasıl gerçekleşmiş ? Bu tarihi ayıbın hesabını da TÜSİAD ile halvet olan sendikacılar versin…

17 Temmuz 2010 Cumartesi

Ne Öldüren, Ne Onduran…

Mustafa Sönmez

17.07.2010, Cumartesi
Ne global ekonomi, ne de onun parçası Türkiye ekonomisi, beklenen “toparlanma”yı gerçekleştiriyor. Ortadaki duruma ne öldüren, ne onduran ifadesini kullanmak yanlış olamasa gerek. Ölümü görünce devletine sıkı sıkı sarılan ülke burjuvazileri, büyük bütçe açıklarına ve kamu borç stoku artışlarına yol açan devlet desteklerini aldılar ama öte yanda devletin mali krizi zuhur etti. Özelilkle Avrupa, şimdi bununla baş etmeye çalışıyor. ABD, mali disipline yönelen AB’ye, “şimdi zamanı mı mali istikrarın, açılın ki rahatlayalım” telkininde bulunsa da söz dinletemiyor. ABD, Çin’i de iç pazarını açmaya, parasını değerlendirerek ithalatını artırmaya zorluyor. İşe yarayacak mı? Günün göstergeleri ile bir düşüp bir çıkan borsalar tat vermiyor:2010 ve 2011 için öngörülen büyüme hedefleri daha mütevazi yerlere çekiliyor. Büyümede umut bağlanan Asya bile, gelişmiş merkez ülkeler toparlanma sinyali vermedikçe tam manasıyla toparlanamıyor. Şartlar, öldürmüyor ama ondurmuyor da. Belli ki uzun sürecek bir resesyona kapı araladı dünya.

***

Dünyanın hali ne öldüren ne onduran olursa, Türkiye’nin hali farklı bir şey mi olur? Art arda açıklanan göstergelerin toplamında bir “toparlanma” belirtisi var mı? Yok. Daha betere gidiş var mı? O da yok. Yani öldürmeyen, ondurmayan hal, Türkiye için de geçerli. İstihdama bakıyorsunuz, güya işsizlik Nisan’da yüzde 12’ye inmiş. Biraz detaya girince kazın ayağının öyle olmadığı ortaya çıkıyor. Geçen Nisan’a göre yaratılmış görünen 1 milyon 803 bin istihdamın 664 bini yani yüzde 37’si tarım istihdamında artıştan kaynaklanıyor. Olacak şey değil. Çünkü tarım gelirinin yüzde 3’ün üstünde daraldığı açıklandı geçenlerde. Peki daralan bir tarım nasıl bu kadar istihdama imkan veriyor? Saçmalık!...Başka bir şey değil…

Tarım dışı istihdamın ise , kriz öncesine , yani 2008 Nisan’a göre yüzde 4,4 arttığı görülüyor.Peki artış imalat sanayide mi? Hayır.Sanayi işçilerinin hala 100 bini işinin başına dönememiş. Ama sanayide üretim, ciro artışı yüksek. Yine bildik hastalık: İstihdamsız büyüme… Ticaret sektöründeki istihdam kayıpları da yerine konamamış…

Resmi işsizlik yüzde 12 görünüyor ama bunun turizm, inşaat, tarım gibi mevsimsel özelliklerle de ilgisi unutulmamalı. Dahası, umudunu yitirmişleri eklediğinizde gerçek işsizliğin yüzde 18,5’a vurduğunu görüyorsunuz. Biraz inşaatta, ama daha çok da hizmet sektöründe istihdam toparlanması varsa da istihdamın kalitesi kötüleşiyor. 14 Temmuz’daki yazımda bahsettim. Özel sektör istihdamının yüzde 40’ı kayıt dışı. Yani kaçak çalıştırılıyor işçiler:Vergisiz,sigortasız…Öyle,böyle değil , 3,5 milyon kaçak ücretliden söz ediyoruz. Toplamda yıllık 14 milyar TL’yi bulan bir vergi ve sigorta kaybı.Ya da sermayeye bağış…

***

İlk çeyreğin büyüme temposu ikinci çeyrekte sürmedi, ikinci yarıda da bir hayli tempo kaybeder. Sonuçta Türkiye, 2010’u yüzde 5 büyüme ile kapasa bile ancak 2008’in milli gelir pastası büyüklüğünü yeniden yakalamış olacak. Ama bu arada nüfus yılda yüzde 1,5 artıyor. İki yılda neredeyse 2 milyon nüfus eklendi sofraya. Yüzde 5 büyüme, 2008’e döndürür ama Türkiye’nin nüfusu bu arada 2 milyon artarak 73,5 milyon olacak 2010’un sonunda. Yani, bakmayın büyüme nutuklarına, sonuçta dilimler küçülüyor.

***

Öldürmüyor, ama ileriye dönük kırılganlıklar taşıyarak “ondurmayı” bilinmeze erteliyor bu ekonomik süreç. Nedir bu kırılganlıklar? Birincisi büyüme, cari açık artışı ile at başı gidiyor. Ekonomi ancak dış kaynakla büyüyor ve ithalata bağımlı büyüyor. Bu da döviz açığını yani cari açığı büyütüyor. Bakın, ilk 5 ayda yeniden 17,4 milyar dolara çıktı cari açık. Geçen yıl, ekonomi küçülmüşken 5 milyar dolardı. Kriz öncesinde, 2008’in ilk 5 ayında 22,4 milyar dolardı, 2007’de de 16,4 milyar dolar…Yani , şimdi 2007, 2008’deki kabusa dönüyoruz. Milli gelirin yüzde 6 üstünde cari açık, kreditörler için iyi bir gösterge değil. Bunların döviz açığı çok, döndüremeyebilirler, diye düşünür ve ancak daha yüksek faizle borç verirler. Buna doğru gidiyor yeniden Türkiye..

İkinci kırılganlık bütçede…İthalat patlayıp iç pazar tahrik edilince KDV-ÖTV’ler ile vergi gelirleri artmış göründü. Sıhhatli bütçe kaynağı değil bunlar. Harcama kalemine bakınca, SGK açıkları ve faiz kalemi almış başını gidiyor. Hükümet mali kural ile borç verenlere güvence verecekti, yüksek bütçe açığımız olmayacak, gelişigüzel kamu borçlanmasına gitmeyeceğiz diye. Mali kural TBMM’ye inmedi. Belli ki erken seçime bol kepçe ile girmek istiyor Recep Bey…Sonrası Allah kerim…

16 Temmuz 2010 Cuma

Derviş, Çevir Kazı Yanmasın…

Mustafa Sönmez

16.07.2010, Cuma
Türkiye’nin alt ve orta sınıfları, son 10 yıldır kriz faturası ödüyor. İlk taksit 2001 krizinde ödendi, ikincisi de hala ödenmekte… 2000’de Türkiye, IMF’nin “kuru sabitleyin” öğüdüne iman edince kısa sürede cari açık devasa boyutlara çıktı ve çürük finans sistemi, kaçan sıcak paranın depremiyle çöktü. Yirmi dolayındaki banka enkazını kaldırmak için, Türkiye’nin başına belayı açan IMF, Türkiye’nin yine –hayasızca- kapısını aşındırdığı kurum oldu. Ecevit Hükümeti, IMF ile ilişkileri yürütmek üzere Kemal Derviş’i ekonominin başına geçirdi. IMF-Derviş işbirliği, tuttu. IMF, 30 milyar doları bulan krediyi kullandırmanın karşılığı olarak Türkiye’ye bütün istediklerini yaptırdı. Sıkı bir mali disiplin ile kamu harcamaları kesilirken özelleştirme yasaları tehditlerle çıkarıldı. İpi eline geçiren IMF, Derviş üstünden dönemin hükümetine bütün neoliberal dönüşümleri yaptırdı (*) .

2001’de yüzde 6’ya yakın küçülen ekonomi, 2002’de yüksek devalüasyonun rüzgarı, düşen reel ücretlerin avantajı ve dünya konjonktürünün likidite bolluğunun ehven iklimiyle yeniden büyüdü. 2001 krizi, alt ve orta sınıfa yoğun işsizlik ve yoksulluk getirdi. Kemal Derviş-IMF işbirliği enkazı kaldırmıştı ama halkın sırtına basarak, faturayı ona ödeterek. Bunun da bir bedeli olacaktı ve bedel sandıkta, konjonktürü lehine çeviren AKP’ye yönelişle ödetildi.

AKP, krizden memnuniyetsiz kitleleri kapmaya hazırlanırken , durumun farkında olan TÜSİAD, Kemal Derviş’in yanına İsmail Cem ve Hüsamettin Özkan’ı katarak Yeni Demokrasi Partisi’ni kurdurdu. Ancak, aşı tutmadı. Derviş, ilk kazığını bu partiye atarak rotasını Baykal’a çevirdi. 2002 seçiminin sonucu , bir anlamda Derviş’in ekonomi politikalarının da cezalandırılması oldu. Derviş ise CHP’de aradığını-ne arıyorduysa- bulamayınca siyasetten çekildi. Yine de dışarıdan gazel okumayı ihmal etmedi, hala etmiyor…

***

CHP’nin Kılıçdaroğlu ile birlikte “çekim merkezi” olmasıyla, Derviş’i CHP içinde hayal edenler de çoğaldı. Kimler olduğunu bilmek zor değil; CHP’nin silkelenişi ile birlikte biti canlanan TÜSİAD tabi ki…CHP’ye Derviş eliyle bir neoliberal elbise giydirilse ne güzel olurdu. İyi de Kemal Derviş’in, bu kriz şartlarında CHP’ye merhem olacak bir “numarası” var mı? Milliyet’te, Devrim Sevimay’ın, Kemal Derviş ile 12-14 Temmuz arası 3 günlük söyleşisi yer aldı. Devrim’in eline sağlık, sayesinde piyasacı Derviş’in kriz koşullarındaki ruh hali ve ve sepetinde de bir pamuğu olup olmadığı ortaya çıktı. Öteden beri, sosyal demokratlığının da üstünde “piyasaya” inancına vurgu yapan Derviş, bu krizde “piyasa” için acaba ne düşünüyordu? Kriz, kapitalizmin krizi miydi, piyasanın iflası mıydı ? Tabi ki, Derviş’ten ,”Evet, kapitalizmin krizi”, türü bir cevap bekleyemezdiniz. Piyasayı kurtarmak gerek…Bakın, yanmasın diye kaz, nasıl çevirilir: “ Dilerseniz buna kapitalist sistemin sorunu da diyebiliriz, ancak bu da tam doğru olmaz, çünkü bu sistemin içeriği her ülkede epey değişken. .. Krizin temelinde piyasayı yeterli ölçüde denetlemeyen, “piyasa her şeyi kendi başına halleder” anlayışı vardı. .. bugün 21’inci yüzyılın gereksinimlerine yanıt veren, devletin de güçlü olduğu, devletle piyasa işlevlerinin birbirini tamamladığı, piyasayı toplumun kullandığı yeni bir anlayışa geçmek gerekiyor.”

Yani? Ne piyasadan geçerim, ne de krizde imdata çağrılan devletten…İyi ama, kriz öncesinde devlet gölge etmesin diyen siz piyasacılar değil miydiniz? Allahın sopası yok: Bakın şimdi neler söyletiyor: “(ABD’de) devlet harcamalarını aşırı biçimde kısmak bence hatalı olur. Ama eğer Amerika maliye politikasında hata yapıp, devleti erken çekerse çarktan, o zaman 2011, 2010’dan daha kötü geçer. Tabii Amerika’nın böyle hatası bütün dünyaya etki yapar.”

Dervişgillerde, devleti sınıflar üstü görme sorunu var. Çalışan sınıfın etkin olmadığı bir yönetimde, her devlet müdahalesinin, son tahlilde sermaye için yapıldığını ve bedelinin emeğe ödetildiğini kabul edemiyorlar.Oysa bu acı dersi Derviş, Türkiye’ye bizzat 2001’de tattırdı.

***

Serde piyasacılık var, ortada nal gibi devlet müdahalesi. Nasıl bağdaştırmalı? Piyasacı devletçilik desek? Pek kaba durur..En iyisi devlet yerine sosyal diyelim, adı da sosyal piyasa olsun..Evet,evet bu iyi… Sosyal piyasa ekonomisi…Diyor ki ; Piyasa insanların hayat düzeylerini daha yükseğe götürebilecek mevcut kaynakları etkin biçimde kullanmak için bir araç. Ama o aracın iyi işlemesi için devletin denetleyici görevini de çok iyi yapması gerekir. Örneğin piyasada tekeller hakim olursa devletin piyasadaki yarışmayı kollaması, sorun yaşanıyorsa düzeltmesi lazım.”

Bunca morarmaya rağmen piyasaya toz kondurmuyor Derviş. Devletin denetlediği piyasa diye bir şeylere inandırmış kendini …Çevir, piyasa kazını yanmasın!…

Türkiye için de pek dikkate değer bir şeyler söyleyemiyor. İstikrarlı büyüme için iç tasarruflar artırılmalıymış. İyi de nasıl? İç tasarrufu artırmanın tek yolu var:Varlıklı sınıfları vergilendirmek. Gerekli kaynak onlarda var. Ama bunu söyleyemiyor.

CHP’nin Kemal Derviş’e ihtiyacı var mı? Sanmıyorum. Derviş, krizin ilk taksitini topluma ödettiren neoliberal bir figür. Sepetinde işe yarar bir pamuk yok. CHP, kendi ilkelerinden kopmadan halkın iş-aş meselelerine hakça çözüm üretecek kadroları kendi içinden ve bağımsız iktisatçılardan sağlayabilir. TÜSİAD kontenjanından bir Derviş’e ise hiç mi hiç ihtiyacı yok.

------------------------------------------------------------------------------
(*) Dönemin Derviş- IMF Başkanı Kohler yazışmaları için bkz, M.Sönmez,100 Göstergede Kriz ve Yoksullaşma, 2002, İletişim Yayınları

14 Temmuz 2010 Çarşamba

3,5 Milyon Kaçak İşçi, 14 Milyar TL Vergi Bağışı…

Mustafa Sönmez

14.07.2010, Çarşamba
Bundan büyük adamsendecilik, bundan büyük ihmal, bundan büyük işveren kayırmacılığı, bundan büyük adaletsizlik olur mu? Bizzat devletin verileri, TÜİK verileri, 3,5 milyon işçinin sigortasız, kayıtsız çalıştırıldığını belirtiyor. TÜİK istihdam verilerine göre işi olan nüfusun neredeyse üçte ikisi yani 12 küsur milyonu ücretli-maaşlı. Yani işgücünü satarak yaşıyor. Bunların 3 milyonu kamu çalışanı ve 2,2 milyon kadarı “memur” , 800 bin kadarı da “işçi” statüsünde.. Kamu çalışanı olunca, “kaçak” yani sigortasız, vergisi ödenmeden çalıştırmak sözkonusu değil. Peki geri kalanlar? Yine TÜİK verilerine göre, özel sektör işyererinde çalışan 8-8,5 milyon ücretlilnin –yıldan yıla değişse de- ortalama 3,5 milyonu, resmi deyimle “kayıtsız”, yani sosyal güvenliksiz, primi, istihdam vergisi ödenmeden çalıştırılıyor. Bu , toplam ücretlilerin yüzde 30’u gibi görünüyor ama, kamuyu ayıklasanız, özel sektör işyerlerinde istihdam edilen 8-8,5 milyon işçinin yüzde 40’ı demek. Yani, özel işyerlerinde her 10 çalışandan 4’ü kaçak çalıştırılıyor; vergisiz, sigortasız…


Kaynak:TÜİK Hanehalkı İşgücü Veri tabanı

3,5 milyon işçinin kaçak çalıştırılması demek, her 10 işçiden 4’ünün Anayasal haklarının ihlali, İş Yasası’nın sağladığı hakların ihlali, her tür sosyal güvenlik hakkının gaspı demek. AKP hükümeti, güya sorunun farkında ve rivayet şu ki;
“Yakın dönemde, kayıtdışı istihdamla mücadeleye ilişkin olarak yapılan denetimler ve kontrollerde şu sonuçlar elde edilmiştir: Gelir İdaresi Başkanlığınca yapılan yaygın ve yoğun vergi denetim çalışmaları kapsamında, 2007 yılında 12.458 kişinin, 2008 yılında ise 11.064 kişinin kayıtdışı çalıştığı tespit edilmiştir. Alo 170 Kayıtdışı İstihdam ve Sosyal Güvenlik Bilgi Hattı aracılığıyla elde edilen bilgilerin ve ihbarların değerlendirilmesi sonucunda 11.000 çalışanın, kamu idarelerinin denetim elemanlarınca yapılan tespitler sonucunda da 803 kişinin ve 189 işyerinin tescilsiz olduğu tespit edilmiştir … ….”

Denetimlerle ulaşılan sonuçlara bakın!..Biz 3,5 milyon kaçak, güvencesiz, sigortasız çalıştırılandan söz ediyoruz, Hükümet denetimlerde 11-12 bin kişinin “tesbit”inden sözediyor…Ne başarı!...

***

İddia ediyorum, kaçak istihdam, yani her 10 kişiden 4’ünün vergisiz, sigortasız çalıştırılması, bir “politika”dır.Farkında olarak, göz yumulan bir politikadır.Üstü örtülü bir teşviktir. Genel olarak sermayeye, “rekabet gücü edinmesi için” 3,5 milyon yoksul, savunmasız işçinin haklarının peşkeşidir. Bakın, eğer bu 3,5 milyon işçi en az asgari ücretten kayıt altına alınsaydı ne olurdu? Her bir asgari ücretlinin bir işveren için maliyeti ya da devletin Hazinesine vergi ve SGK’ya prim olarak girişi işçi başına 2010’da ayda 324 TL. Yılın tamında bu, işçi başına 3 bin 900 TL…Yani, kaçak çalıştırılmayan her 10 işçiden 6’sı için, devlete vergi ve prim olarak işçi başına yılda 3 bin 900 TL ödeniyor. Bu, 3,5 milyon işçi için yılda ne yapar ? Çarpın bölün, yuvarlayın…14 milyar TL eder…Yani, 2009’daki vergi tahsilatının yüzde 8’i…Yani, bu kadar bir vergiden vazgeçiliyor kaçak çalıştırmaya göz yumularak…



Siz bakmayın tekelci sermayenin, TİSK’in, TÜSİAD’ın kayıt dışı ile mücadele tiradlarına… Çoğu küçük işletmelerde , merdiven altında yaşanan bu kaçak kesim, eninde sonunda onlara pirzola olur…Şöyle ki; kaçak istihdam edilen işyerlerine iş yaptırırlar, taşeronluk yaptırırlar, ucuz girdi alırlar…Bu ucuz tedarik de ucuz, ucuzdan öte kanı emilmiş emekten kaynaklanır…İktidarlarının ve patroniçelerinin “kayıtdışı ile mücadele” adı altında birlikte döktükleri gözyaşlarına da biz kendi aramızda timsahların gözyaşları deriz…

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Ucuz Dövize 4 Mahkumiyet…

Mustafa Sönmez

12.07.2010, Pazartesi
İhracatçı örgütlerinin, MÜSİAD’ın, arkalarına Bakan Zafer Çağlayan’ı alarak başlattıkları “aşırı değerli kur” ya da ucuz kurdan değersizleştirilmiş kura yönelme talebi, bunun için de Merkez Bankası’na “mahalle baskısı” uygulama çabası, birkaç nedenle beyhude bir çaba kalmaya adaydır. Neden, kur politikasının tek başına değiştirilebilir bir politika aracı olmamasıyla ilgilidir. Kur, faiz,dış ticaret, borçlanma, belli bir paradigmanın bir birini tamamlayan ögeleridir. Biri, diğerinin parçasıdır. Taşlardan birini çekerseniz diğerleri de çöker. Asyalılaşma adını verdiğimiz, ucuz emeğe dayalı ihracata dayalı tedarikçi sanayicilik modelinde, aşırı değerli kura 4 yandan mahkumiyet söz konusudur. Bunları sıralayalım:

1- Aşırı değerli kur, tek haneli enflasyon hedefinin önemli bir aracıdır ve uzun süre IMF telkini ile Merkez Bankası tarafından savunulmaktadır. Aşırı değerli kur ile kolaylaşan ithalat, iç fiyatları terbiye etmekte, bu da fiyat istikrarını sağlamaya yaramaktadır. Dolayısıyla, ana amacını fiyat istikrarı , enflasyonla mücadele olarak tanımlayan Merkez Bankası, bu hedefi için düşük kur politikasının savunucusudur.

2- Asyalılaşma modeli birikim, yabancı dış kaynak girişi ile mümkün olmakta, özellikle borsaya, devlet kağıtlarına gelen sıcak para girişi ile çarklar dönmektedir. Sıcak para için de “yüksek faiz-düşük kur” makası bozulmamalıdır. Sıcak para girişinin aksamaması ve sıcak paranın ani çıkışlar yapmaması, kuru düşük tutmaktan geçmektedir.

3- Yıllık tutarı 100 milyar doları aşan Türkiye ihracatının neredeyse tamamı sanayi ürün ihracıdır. Ancak otomobilden beyaz eşyaya, konfeksiyondan demir-çeliğe bu sanayi ürünlerinin üretiminde yüzde 60’ların üzerinde ithal girdi kullanılmaktadır. Yıllardır düşük tutulan kur, bu ürünlerin üretiminde ithal girdi oranının yükselmesiyle sonuçlanmıştır.Bugün konfeksiyonda bile kullanılan kumaş, iplik, fermumar,düğme ithal yoluyla elde edilmektedir. İçeride ihracatçı sanayici için ucuz kur ile yapılmış bu ithalat ona güya rekabet gücü kazandırmıştır. Oysa bu yıkıcı ithalat, bu girdileri içeride üreten birçok firmanın çökmesine, çalışanların da işsiz kalmasına neden olmuştur. Yine de bugünkü realite şudur: İhracatçı sanayici, girdisini ağırlıkla ithalatla karşılamaktadır ve TL’nin değer yitirmesi, ithalatını pahalılaştıracak, hemen de içeriden ikame imkanı bulamayacak, üretim maliyetleri yükseldiği için rekabet gücü kaybedecektir. Yıldan yıla artan bu bağımlılık nedeniyle de kimse kura dokunmaya, TL’nin değerini indirmeye yanaşmamaktadır.

4- Ucuz kur politikası, dış kredi kullanımını da kamçılamıştır. Özellikle dünyada likidite bolluğu yaşanan küresel kriz öncesi yıllarda Türk özel sektörü, hem bu bolluktan nasiplenmek hem de kurun düşük seyrini değerlendirmek üzere hızla dışarıdan borçlandı.


Kaynak:Hazine Müsteşarlığı

AKP’nin ilk iktidar yılı olan 2003 sonunda 49 milyar dolar olan özel sektör borçları hızla katlandı ve 2008’de, yani kriz patlamadan önce 185 milyar dolara kadar çıktı. Bu süre içinde , mali disiplin uygulayarak IMF borçları ödendiği için, kamu borçları 90 milyar dolar dolaylarında kaldı. 2003’te özel borçların, toplam dış borçta payı üçte bir oranındaydı. 2008 sonunda ise 277 milyar doları bulan dış borçların yüzde 67’si, yani üçte ikisi özel firmaların, özel bankalarındı. 2009 ile birlikte dışarıdan yeniden borçlanmak zorlaştığı gibi, taksiti gelen borçlar ödenmeye başladığı için, dış borç stoku 2009 sonunda 268 milyar dolar, 2010’un ilk çeyreği sonunda da 266,6 milyar olarak gerçekleşmiş durumda. Bu, 2009 sonu itibariyle milli gelirin yüzde 43’ünün üstünde bir borç demek. Bu borç yükünün döviz kuru ile olan ilişkisine gelince…Tabi ki, kur yukarı doğru seyrettiği taktirde, borçluların TL karşılığı borçları artacak ve maliyet hesapları alt üst olacak. İşte, kuru düşük tutmada önemli bir etken de özel sektörün bu borç yükünün ağırlığı ve kur artışı ile ezici maliyetlere katlanmak zorunda kalınması…

Sıcak para girişine bağımlılık, ithalata bağımlılık, dış borç yükü altında iki büklüm haller, düşük kur politikasını mecburi istikamet haline getiriyor işte…

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Uçak Yolcusu % 25 Arttı İstanbul Patinajda…

Mustafa Sönmez

10.07.2010, Cumartesi
2010’un Ocak-Mayıs döneminde havaalanlarını kullanan yolcu sayısı yüzde 25 artarak 34 milyonu geçti. Ekonomide görece canlanma ve turizm sezonun açılmasıyla birlikte artan iç ve dış hat yolcu seferleri, yolcu trafiğindeki yüzde 25’lik artışta en önemli etkenler.

2009’un ilk 5 ayına göre yaklaşık 7 milyon artan iç ve dış yolcu trafiğinde iç hat yolcularının payı 1 puan artarak yüzde 56’ya çıktı. Havaalanlarının gelişimi açısından bakıldığında İstanbul Sabiha Gökçen’in en hızlı büyüyen havaalanı olduğu dikkati çekiyor. Sabiha Gökçen’in geçen yılın ilk 5 ayında 2 milyon olan yolcu trafiği, bu yıl yüzde 93 artarak 3,9 milyona yaklaştı. Böylece bu alanın toplam trafikteki payı 4 puan artarak yüzde 7,4’den yüzde 11,4’e çıktı ve alan, 3’ncü sıraya yerleşti.
İlk büyük alan İstanbul Atatürk’ün payı yüzde yüzde 36, Antalya’nınki yüzde 15,9.

İstanbul Sabiha Gökçen, yolcu trafiğinde hızlı bir atak yaparken İstanbul Atatürk’ün payı geçen yılın aynı dönemine göre 4 puan azaldı ve yüzde 36’ya düştü. İstanbul’un iki havaalanın geçen yıl 7,2 milyon olan dış hat yolcu trafiği bu yıl ancak 8,7 milyona çıkabildi. Dış hat yolcularının hatırı sayılır bir kısmının TC vatandaşları olduğu da anımsandığında, Avrupa Kültür Başkenti yılı olmasına karşın İstanbul’a henüz beklenen ölçüde yabancı dış hat yolcusu gelmediği bu verilerle de anlaşılabiliyor.



İstanbul Atatürk’ün iç ve dış hatta azalan paylarını Sabiha Gökçen’in aldığı dikkat çekiyor.
Öte yandan ilk 5 ayda Antalya’nın toplamda Türkiye ortalamasını 1 puan geçerek yüzde 26 daha fazla yolcu ağırladığı, yabancı payını geçen yıla göre 800 bin artırdığı görülüyor.
Dördüncü büyük alan Esenboğa’da ise iç hat uçuşlarının daha çok arttığı gözlemleniyor.

----------------------------------------
Turistte “Komşu”ya Kaldık…
--------------------------------------


Havalanları kalabalıklaşırken, turizmde bir çarpıcı gelişme gelenlerin arasında komşuların ağırlık kazanması. Yılın ilk 5 ayında, geçen aynı dönemine göre 743 bin artan turist girişinin yarısına yakını İran’dan, yüzde 21’i Suriye’den ve yine yüzde 21’i Rusya’dan kaynaklandı. Turist artışında Almanya’nın payı yüzde 7.
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın açıkladığı yabancı girişi verileri, 2010’un ilk 5 ayındaki yabancı girişinin 2009’un aynı dönemine göre yüzde 10 artarak 8 milyonu geçtiğini ortaya koyuyor. Kriz yılı 2009’un ilk 5 ayı daha iç karartıcıydı ve 2008’e göre yüzde 1’e yakın düşüş yaşanmıştı. Bu yılın ilk 5 ay girişleri, 2008’in ilk 5 ayını yaklaşık 700 bin geride bıraktı. Bu anlamda “kelle sayısı” itibariyle gidişat olumlu gibi görünüyor. Ama, girişteki artışın kimyası , “komşu”ya kaldığımızı gösteriyor.
İlk 5 ayın 743 bini bulan turist artışları hangi ülkeden diye araştırıldığında, yarısına yakının (yüzde 48) İranlı ziyaretçi girişi ile ilgili olduğu görülüyor. Son 2 yıldır yoğun bir İranlı ziyaretçi akını var. İlk 5 ay itibariyle 2008’de 365 bin olan İranlı ziyaretçi 2009’da 389 bine yakınken bu yıl 740 bine yaklaşmış durumda. Bu, 2008’e göre yüzde 103 artış demek. İranlı ziyaretçilerin payı yüzde 9,2’ye çıkmış durumda.

İkinci dikkat çeken ülke Suriye. Suriye’den ziyaretçi girişi bu yılın ilk 5 ayında yüzde 109 artarak 300 bine yaklaştı ve toplamdaki payı da yüzde 4’e doğru seyrediyor. Üçüncü dikkat çeken ülke ise Rusya.

2008’in ilk 5 ayında 650 bine yaklaşan Rus ziyaretçi krizle birlikte 2009 ilk 5 ayda yüzde 20 azaldı ve 522 bine düştü. Bu yıl ise toparlandı ve 678 bini geçti. Artış geçen yıla göre yüzde 30’a yakın ve Pazar payı yüzde 7’nin üstünde.

Üç komşudaki yüksek artışlara karşılık, geleneksel pazar Almanya’da durum nasıl? Almanya’dan girişler, 2009’a göre toparlanmış görünse de 2008’deki düzeyinin altında ve 1 milyon 260’a ancak yaklaşmış. Oysa 2008’de 1 milyon 292’yi geçmişti. Hala 43 bin gerideyiz yani. Bu durum Almanya’nın Pazar payını da yüzde 15,6’ya kadar düşürmüş durumda.

AB bölgesinde maliye krizi dolayısıyla, kitlelere sıktırılan kemer, belli ki bu yıl turizm harcamalarına, dolayısıyla Türkiye girişlerini de etkileyecek. Dünya kupası maçları da turizme olumsuz etki yaptı gibi. Çevre komşu ülkelerden girişlerin ve harcamaların, olası kayıpları ne kadar karşılayacağını ise yaşayarak göreceğiz.

9 Temmuz 2010 Cuma

Sanayi Kriz Öncesinin Yüzde 5 Gerisinde

Mustafa Sönmez

09.07.2010, Cuma
Ekonominin omurgası sayılan sanayi, küresel krizden büyük darbe yemişti. 2009 Mayıs’ında sanayi üretimi 1 yıl öncesine göre yüzde 18’e yakın gerilemişti. 2010 toparlanma yılı gibi görünse de kriz öncesi çizgi henüz yakalanabilmiş değil. 2010 Mayıs sanayi üretimi, krizdeki 2009 Mayıs’ına göre yüzde 15,6 büyümüş görünüyor. Şimdi madalyonun sadece bu yüzünü göstererek şamata başlatıldı bile. Ama, önemli olan madalyonun iki yüzü..Sanayi kriz öncesinin 2008 Mayıs’ının neresinde? Soruyu böyle sorduğunuzda cevap şudur; Hala, yüzde 5 gerisinde

Sanayinin toparlanırken bildik hastalıklarını yeniden ürettiği malum. Nitekim sanayi büyürken istihdam yaratmıyor, sanayi büyürken ithalatı patlatıyor, cari açık yılın ilk çeyreğinde milli gelirin yüzde 6’sını geçti bile…Bunları yazdık, yazmaya devam ederiz. Şimdi bir de sanayinin kompartmanlarına bakalım. Hangi sektör toparlıyor, hangisi patinaj yapıyor, hangisinin sırtı yerden kalkmıyor?

***

Sanayi, 2010 Mayıs’ta, 2009 Mayıs’a göre yüzde 16’ya yakın artmış görünse de 2008 Mayıs’ının yüzde 4,7 gerisinde. Krizden az etkilenmiş ve yarasını sarmış sektörlerin başında ağaç ürünleri, yani kereste sanayisi var. Bu sektör, krizde bile küçülmemiş, kriz öncesinin de yüzde 26 üstünde üretim var. İkinci, yıkılmayıp ayakta kalan sektör TV, haberleşme gereci üreten sektör. Bu sektörün de kriz öncesinin yüzde 15 ilerisinde üretimi var. Medya-matbaacılık sektörü de yarasını sarmış ve toparlanmış. Keza, mobilya, kimya ve lastik-plastiğin de kriz yaralarını sarıp kriz öncesinin yüzde 6 üstüne çıktıkları görülüyor. Deri sanayi, krize dayanmayı bilmiş ve kriz öncesinin de yüzde 5 önünde gidiyor. Krizde yüzde 5,5 küçülen elektrik,gaz-su sektörünün 2008’deki üretimin yüzde 3,4 önüne geçecek kadar üretimini artırdığı görülüyor. Krizden derin yaralar alan bazı sektörlerden çok hızlı toparlananların başında tekstil var. Tekstil ürünlerinde yüzde 17 gerileme geride bırakılıp kriz öncesinin yüzde 1 üstüne çıkılmış. Giyimde de en azından yüzde 13 daralma telafi edilip 2008 Mayıs üretimi yakalanmış. Makine sanayi de krizi aşmış bir sektör görünümünde.



Kaynak:TÜİK sanayi üretim endeksi veri tabanı

Gelelim, kriz öncesine dönemeyen sektörlere…Krizde göçen ve 2010’da bile toparlanamayanların başında bilgisayar imalatı,elektrikli makine sektörü var. Bu sektörlerde kriz öncesine göre yüzde 60’ın üstünde gerileme var. Keza tütün sanayiinde de yüzde 50 üretim gerilemesi var ve sektör toparlanamıyor. Bunda sigara yazaklarının rolü önemli olmalı.


Kaynak:TÜİK sanayi üretim endeksi veri tabanı

Otomotiv, krizde yüzde 42 üretim gerilemesi yaşamıştı. Kısmi toparlanmaya rağmen, otomotiv üretimi, kriz öncesinin hala yüzde 27 gerisinde . Tüpraş, krizde yüzde 25 üretim gerilemesi yaşamıştı, biraz toparlasa da kriz öncesinin yüzde 18 gerisinde. Demir-çelik,bakır üretimini içeren ana metal sanayisi krizde yüzde 25 küçülmüştü, bu Mayıs’ta üretimi, kriz öncesinin hala yüzde 18’e yakın gerisinde..İstihdamda önemli yeri olan gıda sanayisinde bile üretim kriz öncesinin yüzde 5 gerisinde bulunuyor.

Sanayinin, AB ihraç pazarı kenidin toparlayıp yeniden açılmadıkça, iç tüketime yaslanarak büyümesi, hele ki gelir dağılımının daha da bozulduğu bu koşullarda kolay değil. Bu yıkıcı kur politikasıyla, bu bağımlılık artıran yapısıyla da sanayinin sorunları daha çok konuşulacak.

7 Temmuz 2010 Çarşamba

Memura Kaşığın Ucu, Rantiyeye Bol Kepçe…

Mustafa Sönmez

07.07.2010, Çarşamba
ABD finansında patlayan küresel krizin ateşini söndürmek için devlete davet çıkaran ülke burjuvazileri, sorunlarına tam da çare bulamamışken ülke bütçeleri büyük açıklar verdi ve bu “itfaiyecilik” iktidardaki hükümetlere ciddi borç yükleri getirdi. Özellikle kamu maliyesi zaten gevşek olan AB ülkelerinde bütçe açığı ve kamu borç yükü, bu ülkeleri kemer sıkmaya, yani hemen “mali disiplinlere”, açık-örtülü “mali kural”lar uygulamaya yöneltti. Mali disiplin, mali kural uygulamak, söylendiği ve yazıldığı kadar kolay değil tabi . Fatura,sonuçta s bir sınıfa çıkıyor. Açıkları daraltmak, borç yükünü normalleştirmek için bütçedeki vergi ve harcamalarla ayar yapıyorsunuz, yani bir sınıftan alarak bir diğerinin sorununu çözüyorsunuz. Bekleneceği gibi, ekonomik olarak güçsüz ve daha az örgütlü alt ve orta sınıflar, bu ayarda okkanın altına gidiyor ya da gitmemek için sokağa dökülüyorlar, dökülmeye de devam edecekler.

***

Türkiye kapitalizminin küresel yangından , reel sektör üzerinden paçasının alev alması karşısında, 2009 boyunca AKP iktidarı IMF kontrolünde yıllardır uyguladığı “mali disiplin”i bir yana bıraktı, gevşetti. Vergi ayağında, ÖTV-KDV indirimleri ile piyasadaki kurumayı önlemeye çalıştı. Harcamalar ayağında da mal ve hizmet alımlarıyla, ulaştırma, sulama kamu yatırımlarıyla yine kuraklığı önlemeye çalıştı. Tabi ki bunun sonucunda 2009’da bütçe açığı 52 milyar TL’yi geçerek milli gelire oranı yüzde 5,5’a çıktı. Kamu borç yükü 309 milyar doları buldu ve milli gelire oranı yüzde 49’a yaklaştı. Bu boyutlar 2010 ilk çeyreğinde pek değişmiş değil.

2010’a girerken, 2009’daki mali gevşemeye devam edilmeyeceği, bunun için de orta vadeli plan hedefleri belirlendiği ;dış finansörlere de IMF çıpası niyetine mali kural uygulanacağı ilan edildi. Yani, bir yasa hükmü olarak ne kadar bütçe açığı, ne kadar borçlanma yapılacağı önceden belirlenecek ve onun ötesine taşılmayacaktı. Kolay mı? Hele kriz şartlarında, bunu denemek mümkün mü? Mali kural, TBMM’de tartışılacak. CHP’nin bir konsept olarak mali kurala nasıl yaklaşacağı merak konusu.

2010’un ilk çeyreğinde kamu harcama performansı, AKP iktidarının 2009’daki krize karşı önlem ve harcama çizgisini tekrarlamamakla beraber, izlemeye başladığı iddia edilen mali disiplini de kamu çalışanları üstünden ve kamu yatırımlarını kısarak yaptığını, buna karşılık taşeronları ve rantiyeleri üzmeyecek bir tutum içinde olduğunu gösteriyor.


Kaynak:TÜİK Milli gelir veri tabanı

AKP iktidarının , 2010 ilk çeyreğinde kamu yatırımlarını iyice azalttığı ve milli gelirdeki payını yüzde 2,3’e kadar gerilettiği görülüyor. Buna karşılık , iktidar, milli gelirin yüzde 4,6’sını bulan mal ve hizmet alımlarıyla iç tüketime destek vermeye devam etti. AKP iktidarı, kamu çalışanlarının maaşlarına gelince elini sıktı. Kamu çalışanlarına ödenen maaş ve ücretler 2009 ilk çeyreğinde milli gelirin yüzde 6,1’i iken, milli gelir pastasının yeniden büyüdüğü 2010’un ilk çeyreğinde yüzde 5,5’e düştü. Bu sürede kamu çalışan sayısı arttıysa, kayıp daha da büyük demektir. Yani, kamu çalışanları geçen yılın aynı dönemine göre, en az 1 puan reel gelir kaybına uğramışlar.

Yatırımda ve maaşlarda uygulanan mali disiplin , faize gelince de pek çalışmıyor. İlk 5 ayın bütçe harcamaları, 2008’de 19,5 milyar TL olan faiz giderlerinin 2009’un 5 ayında 26 milyar TL’yi geçtiğini, bu yıl ise 24,2 milyar TL olduğunu gösteriyor. Bu, bütçede faizin payının hala yüzde 21,5 olduğunu gösteriyor. Yani 3 milyon kamu çalışanı bütçeden yüzde 23,5 pay alırken bir avuç iç ve dış rantiye bütçenin yüzde 21,5’unu alıyor.

Özetle, bütçe sıkı tutuluyor gibi görünse de sıkılık çalışanlara. Bütçe harcamalarından kamu çalışanlarına kaşığın ucuyla verilirken devlete mal ve hizmet satan firmalara,taşeronlara, devlete borç veren rantiyelere bol kepçe ile dağıtılıyor.

5 Temmuz 2010 Pazartesi

İşgal Sonrası Irak, Petrol ve Türkiye

Mustafa Sönmez

05.07.2010, Pazartesi
Yılda 6 milyar dolara yaklaşan ihracatı ile Türkiye’nin beşinci büyük pazarı haline gelen Irak, giderek daha fazla Türkiye kapitalizminin ilgisine mazhar oluyor. TÜSİAD’ın Kürt sorununa eğilmesinde, bu sorunun, Irak’ı, bu burnumuzun dibindeki pazarı istikrarsızlaştırıcı yanının da payı yok mu ? Türkiye’nin yarısı dolayında toprağa sahip, yine Türkiye’nin yüzde 40’ı kadar (28 milyon) nüfusu olan komşumuz Irak, etnik ve dinsel bileşimi ile çok parçalı. Nüfusun yüzde 75’i Arap, yüzde 15’i Kürt, yüzde 5’i Türkmen…Yine nüfusun yüzde 60’ı Şii, yüzde 32’si Sünni Müslüman …

1980’lerde Irak- İran Savaşı, 1990’larda Kuveyt’in işgali üzerine başlayan uluslar arası askeri harekat ve 2003 yılında ABD’nin askeri işgali…Bu fırtınalı 30 yılda Irak ekonomisi istikrarsızlık abidesi oldu. Ana geliri petrol olan Irak’ta , işgal öncesi milli gelir 19 milyar doları ancak buluyordu. İşgal yılında yüzde 33 küçülme yaşayan Irak ekonomisinin milli geliri de 13 milyar dolara kadar düştü. İşgal sonrasında, 2005’te Irak Cumhuriyeti’nin oluşturulmasından sonra çokuluslu petrol tekeli BP eliyle hızlandırılan petrol üretimiyle Irak’ın milli geliri 2008’de 85 milyar dolara kadar çıktı. Bu, henüz Türkiye’nin 700 milyar dolar olan milli gelirinin yüzde 12’si. Krizde petrol fiyatlarının düşmesi ile Irak’ın 2009 milli geliri 70 milyar dolara indi.

***

ABD emperyalizminin Irak’ı işgalinin esas hedefi, Irak’ın petrolüydü. BP'nin raporuna göre Irak’ın petrol rezervleri 115 milyar varil. Irak’ın belirlenmiş doğal gaz rezervleri ise dünya rezervlerinin yüzde 2’sine yakın. Rumeyla, Irak’ın en büyük petrol sahası ve işgal sonrası üretilen her bir varilden 2 dolar almak koşulu ile BP/CNPC ortaklığına verildi. BP'nin 2008 raporuna göre , Orta Doğu ve Afrika’daki 2007 yılı toplam bölgesel üretiminin yaklaşık yüzde 6’sını Irak karşıladı ve 2012 yılında ise toplam bölgesel üretimin yüzde 7,7’sini Irak karşılayacak. Irak’ın petrol gelirlerinin 2012 yılına kadar 58 milyar dolara çıkması bekleniyor.

İşgal sonrası IMF kontrolüne giren Irak ekonomisinde 2004 yılından başlayarak stand-by anlaşması yapıldı. Bu anlaşma ile, IMF, hızla Irak’ı neoliberal paradigmaya sürükledi. Hedef, başta, ülke petrolünü uluslar arası petrol tekellerinin üretim alanına sokmak ve Saddam rejiminden kalan KİT’leri özelleştirip merkezi yapıları liberalleştirmekti. Bu yoldaki program, küresel krizin petrol fiyatlarını aşağı itmesi ile yara aldı. Irak’a, yine de gelişmiş ve Türkiye gibi irice çevre ülkeler ilgi göstermekte, herkes, çeşme akarken testiyi doldurmanın yolunu erkenden bulmanın, paylaşımdan iyi bir parça koparmanın peşinde..

***

Türkiye’nin Irak ile ekonomik ilişkileri, dış ticaret, müteahhitlik ve çoğu petrol ile ilgili, doğrudan yatırımlar biçiminde sürüyor.

İşgalin ilk yılında 1 milyar doları bile bulmayan Türkiye’nin Irak’a ihracatı, 2009’da 6 milyar dolara yaklaştı. Yaklaşık 1 milyar dolarlık ham petrol ithalatı yapan Türkiye kapitalizmi için Irak potansiyel fırsatlara sahip bir ülke. 1981 yılında Irak pazarına giren taahhüt firmalarının, ülkedeki faaliyetleri işgal sonrası dönemde hızlandı. Dış Ekonomik İlişkiler Konseyi,DEİK’e göre, 1972-2009 yılları arasında Türk müteahhitlik firmaları, Irak’ta değeri toplam 7,5 milyar dolar olan toplam 495 proje gerçekleştirdi.

Türkiye’nin Irak’taki doğrudan yatırımlarının başlıcaları ise DEİK’e göre şöyle:
Coca Cola, Efes markalarının sahibi Anadolu Endüstri Holding’in Erbil’deki şişe dolum tesisleri Nisan 2008’de faaliyete geçti, sırada Bağdat yatırımı var. . Karamehmet Grubu’nun şirketi Genel Enerji, Taq Taq bölgesinde petrol işine girdi. Taq Taq Sözleşme Sahası, Irak'ın Kürt Bölgesinde. Projenin yüzde 55'lik hissesi Genel Enerji’nin, Addax Petroleum International ise yüzde 45'lik pay sahibi. Bu ortaklık, Koya kentinde bulunan 60.000 BPSD kapasiteli rafineriyi inşa ediyor. Şirket, ayrıca, Koya'dan Kerkük'e uzanan 64 km uzunluğunda 24 inçlik bir boru hattı inşa ediyor ve Kerkük-Ceyhan boru hattına bağlanacak.

Ankara merkezli Pet Holding’e ait Pet Oil, bir diğer petrol yatırımcısı. Şirketin Ağustos 2006'da Kuzey Irak- Bina Bawi sahasında başlattığı sondaj çalışmaları devam ediyor. Pet Oil'in bu projede oluşturduğu şirketin adı A& T Petroleum ve proje ortakları Hawler Energy ve Oil Search Iraq Ltd.

Ayrıca 21 Kasım 2008 tarihinde kamu kuruluşu TPAO, BOTAS , petrol devi Shell Energy Europe BV ile Irak’ta doğal gaz arama, işletme, taşıma pazarlama faaliyetlerini kapsayan bir işbirliği ön anlaşması imzaladılar.

İşgal ile paylaşıma açılan Irak’ta, neoliberal kapitalizmin daha ilk aşamaları yaşanıyor. Irak’ı paylaşım savaşında, kimin payına ne düştüğünü, bu pazar uğruna “ne güneşler battığını” iyi izlemek gerek…

3 Temmuz 2010 Cumartesi

Yine İstihdamsız, Yine Bağımlı Büyüme

Mustafa Sönmez

03.07.2010, Cumartesi
Türkiye’nin, özellikle 2000’li yıllarda pekişen “Asyalılaşma” birikim modeli, büyük bir şamata ile ilan edilen 2010 ilk çeyreği büyüme sonuçlarında da, bütün defolarını sergiledi: Büyüme; ama istihdamsız, büyüme; ama yeniden cari açığı , yani döviz açığını büyüten bir maraz ile… Ancak dış kaynak, daha çok da borsaya, devlet kağıtlarına gelen sıcak para ile büyüyebilen, bu kaynak kesilince küçülen Türkiye ekonomisinin, bildik hastalıkları yine nüksetti. Ekonomi büyümeye geçtiği anda, büyümenin lokomotifi sayılan sanayinin istihdam yaratmadığı görüldü. Ve yine beklenen oldu: Özellikle sanayinin dışa bağımlı yapısı ile, büyüme başlayınca ithalat ihtiyacı da arttı ve cari açık yine yükseldi, milli gelire oranı da bildik alarm çanlarını çalmaya başladı.

***

2010’un ilk çeyreğinde, hem iç tüketimde perhizi bozarak hem de tükenen stokları yenilemek üzere çarklarını çeviren sanayi, bekleneceği gibi yine istihdamsız büyüdü. 2008’in ikinci çeyreğinden itibaren inişe geçen sanayinin istihdamı , aynı tempoda olmasa da azaldı. 2010’un ilk çeyreğinde sanayi yüzde 19’a yakın büyürken istihdamın artış hızı yüzde 7 ile yarısının altında kaldı. Sanayi istihdamı 2009’un ilk çeyreğinde, 2008’in ilk çeyreğine göre yüzde 9 gerilemiş ve 400 bin azalarak 4 milyon 14 bin kişiye inmişti. 2010’un ilk çeyreğinde ise bu kaybın ancak 300 bini telafi edildi, büyümeye rağmen 100 bin istihdam kaybı yaşandı.


Kaynak: TÜİK, Milli Gelir ve İşgücü Veri Tabanı

Ucuz ve en az istihdam üstüne bina edilmiş Asyalılaşma paradigmasının malum bir diğer hastalığı olan cari açığın büyümesi de yine uç verdi. Ekonomi büyümeye başladığı anda, ithalat da artıyor. Dış açık, ardından cari açık hemen patlıyor.

Krizin dip yaptığı, sanayinin yerde süründüğü 2009 ilk çeyreğinde, sanayinin ithalat ihtiyacı da dip yapınca cari açık 2 milyar doların da altına inmişti. Cari açığın milli gelire oranı yüzde 1,6’ya kadar gerilemişti. Oysa, 2008’in aynı döneminde cari açık, 12,3 milyar dolar, ikinci çeyreğinde 15,5 milyar dolardı ve o çeyreğin milli gelirinin yüzde 8’ini geçmişti.


Kaynak: TÜİK, TC Merkez Bankası

2009 ortalarında toparlanma başlayınca ne oldu ? Çarklar dönmeye başlayınca, girdi, makine, enerji ithalatı da hızla arttı. Ucuz döviz kuru,hızla ithalatı kamçıladı. Sonuçta dış ticaret açığı, giderek cari açık, yani döviz açığı, tekrar büyümeye başladı ve 2010’un ilk çeyreğinde, cari açık, meşhur rekor büyüme mevsiminde birden 10 milyar dolara yaklaştı. Yani, cari açık, tekrar tırmandı ve milli gelirin yüzde 6’sını geçti.

Büyüdükçe işsizlik artıyor,büyüdükçe bağımlılık artıyor,borç yükü artıyor.Bu modelde ısrar etmekten, bir yerlerde yanlış aramadan, körü körüne bu çürük ipe sarılmaktan büyük dangalaklık olur mu?

NOT: TÜİK, 2010 ilk çeyreğinde tarımın yüzde 3,2 küçüldüğünü açıkladı. Gelin görün ki, aynı TÜİK, iki hafta önce de tarımda aynı dönemde istihdamın yüzde 15 arttığını, bu küçülen tarımda 670 bin kişinin yeni iş bulduğunu açıkladı(!) TÜİK’e, TÜSİAD’a, AKP iktidarına işgücü stratejileri konusunda akıllar veren Seyfettin Gürsel’in yönettiği Bahçeşehir Üniversitesi’nin araştırma kuruluşu BETAM, bu muammaya bir açıklık getirebilir mi acaba ?

2 Temmuz 2010 Cuma

Tüketim, Kriz Öncesinin Gerisinde

Mustafa Sönmez

02.07.2010, Cuma
2009’un ilk çeyreğindeki yüzde 14,5 daralma çizgisi üstünden 2010 ilk çeyreğinde yüzde 11,7 büyüyen ekonomide detaylar, sokaktaki insanın, hane halkının tüketiminin kriz öncesine dönemediğini ortaya koyuyor. İç tüketim sepetini oluşturan harcama kalemlerinin , birinci çeyrekler itibariyle, kriz öncesinde, krizin yoğunlaştığı çeyrekte ve 2010 ilk çeyreğinde nasıl seyrettiği analiz edildiğinde, bunu görebiliyoruz.

***

AKP’li bakanların bir başarı öyküsüymüş gibi devlet adamı ciddiyetiyle bağdaşmayan tavırlarla şova çevirdikleri, aslı ise Nasreddin Hoca’nın kaybedilmiş eşeği bulma şamatasından başka bir şey olmayan, 2010 ilk çeyrek büyümesinde, daralan iç tüketimin etkisi var. Ama, biraz daha yakından mercek altına alınan sayılar, 2010’un ilk çeyreğinde iç tüketimin kriz öncesinin yani 2008’in çizgisini yakalayamadığını gösteriyor. Krizin derinleştiği 2009 ilk çeyreğinde iç tüketim yüzde 10 daralmıştı. 2010 ilk çeyreğinde ise tüketim, krizde dibe vurulan 2009 ilk çeyreğini yüzde 9,6 ile aşmış gibi ama kriz öncesinin, yani 2008 ilk çeyreğinin hala yüzde 1,4 altında. Üstelik her yıl 1 milyon artan nüfusu analize katarsanız, iç tüketim pazarının reel olarak artmadığı gerçeği ortaya çıkar.



Alt kalemler itibariyle bakıldığında, hanelerin bütçelerinde ortalama yüzde 26 payı olan gıda , içki-tütün harcamalarında 2010’un ilk çeyreğinde, 2009 kaybı telafi edilse de, kriz öncesinin yüzde 1,5 altında bir tüketim olduğu görülüyor. Yine bütçede yüzde 16’lık payı olan ulaştırma ve haberleşme harcamalarında da krizdeki yüzde 23’lük daralma 2010’da telafi edilse de kriz öncesine göre yüzde 9,5’luk gerileme var.

Konuta harcanan para ise kriz öncesinin yüzde 3 üstünde. En dikkat çekici olan ,krizde bıçak gibi kesilen otomobil,tv,vb satışlarının 2010’da perhizi bozması ve yüzde 34 artış göstermesi. Bu kalemdeki tüketim artışları, kriz öncesini de yüzde 5’e yakın geride bırakmış görünüyor. Buna karşılık, aile bütçelerinden giyime kriz öncesine göre yüzde 10 daha az para çıkmış, ama sağlık faturaları yüzde 16 artmış. Aile bütçelerinde yüzde 5 yeri olan dışarıda yeme-içme, konaklama harcamalarının, kriz öncesinin yarım puan üstüne çıktığı görülebiliyor.Yine görülüyor ki, aileler eğlence-kültür harcamalarını kriz öncesine göre yüzde 12 kısmışlar. TV dizilerinin bu kadar iş yapması da, bu eve kapanmışlıkla ilgili olsa gerek…

***
İç tüketimin kriz öncesi boyuta çıkamaması, ilk çeyrek büyümesinde iç talebin rolünü tali kılarken stoğa üretimin, kıpırdayan özel sektör yatırımlarının daha etkili olduğunu gösteriyor. Sonraki çeyreklerde iç tüketim daha etkili olamayacaksa, büyümenin sürdürülebilmesi zor. Çünkü ihracat, AB’deki tıkanma ile daha zor günlere gebe. İç tüketim daha fazla kımıldamıyor, ihracat tekliyorsa ve hep stoklamak için üretim yapılamayacağına göre, büyüme teknesi, rüzgarını nereden alacak? Tabi ki alamayacak. Özellikle ikinci yarıda vites düşer. Kamu harcamalarını artırma kartının, “mali kural” tutkusunda samimi ise, yeniden artıramayacak olan AKP iktidarının, hedeflenen yüzde 5 büyüme oranını yakalaması da zorlaşıyor.