Sayfalar

30 Aralık 2009 Çarşamba

Cambaza Bak,Cambaza !…


30.12.2009

Yaşlı dünyamız çetin bir yılı geride bıraktı. Merkez üssü ABD olan küresel ekonomik deprem, tüm coğrafyaları öyle sarstı ki, herkesin ezberi şaştı. Finansal balonların ardı ardına patlamasıyla kilitlenen, kilitlenme ne demek, yerle yeksan olan piyasalar, piyasacılık, her ülke burjuvazisini devlete yöneltti. Kurtarma, 2009’un moda operasyonu oldu. Bankalar kurtarıldı, şirketler kurtarıldı. Bütçe kaynakları boca edildi yangına, merkez bankası muslukları, sıfırlanmış faizler hep küresel kapitalizmin alevlerini yatıştırmak için kullanıldı, yine de ateş küllenmiş değil.

***

Merkez kapitalizmin finansında patlayan kriz, 1980, daha çok da 1990 sonrası “sanayi atölyeleri”ne dönüştürülüp, “tedarikçi” rolü verilmiş Asya, Latin Amerika, “yükselen Avrupa” (Türkiye dahil), coğrafyalarını finanstan çok, sanayiden vurdu. Merkez ABD,Batı Avrupa,Japonya vb. nın finansındaki yangın, orta sınıflarda da gelir kayıplarına yol açtı. Bu sınıfların “çevre ülkelerden” satın aldıkları sanayi ürünlerine talep düştükçe, bu ülkelerde de sanayiler daraldı, işçi çıkarmaları hızlandı, işsizlik tırmandı.

Bu “kader”i Türkiye de 2009’da yaşadı. Dış talep daralmasına iç talep küçülmesi eşlik etti. Sanayide kapasiteler yüzde 70’lere geriledi. Ekonomi 4 çeyrek üst üste küçülünce işsizlik ve yoksullaşma hızla tırmandı, vergiler azaldı, bütçe açıkları büyüdü, kamu borçları tırmandı. Toplumdaki büyük eşitsizlikler, krizle daha da derinleşti.

2010’a girerken bu sorunları konuşup, bunlara çözüm üretmek yerine, gündem hergün başka yerlere taşınıyor.


***

Fiyasko ile sonuçlanmış Kürt açılımının bayatlamış versiyonları arada bir menüye konurken gözler özellikle Gladyo diye bilinen eski Kontrgerilla, ya da yenilenmiş adıyla Özel Güvenlik Komutanlığı karargahına yapılan baskında. Yeni cambazlık burada. Duvarın çökmesiyle tüm dünyada artık işlevi kalmadığı için tasfiye edilen NATO ürünü Gladyo, Türkiye’de Kürt meselesi bahane edilerek ömrünü uzatmıştı. “Derin devleti” kendi önünde engel olarak gören AKP iktidarı, köstebekleri aracılığıyla, bu örgütlenmeden “sır çalıyor”, koz biriktiriyor. Gladyo’nun tasfiye çabası cambazlığını alkışlayanlar, Gladyo’nun 1950’lerden bu yana bütün eylemlerinin TBMM’de kurulacak bir komisyonca incelenmesine, aynı zamanda polis, MİT, Telekomünikasyon İdaresi ve yargının şeffaflaştırılmasına yanaşırlar mı? Emin olun, AKP iktidarı yanaşmaz. Çünkü o zaman AKP içindeki eski MHP ve ANAP’lıların Gladyo ile ilişkileri, inşa etmekte oldukları kendi derin devletleri, hepsi gün yüzüne çıkar. O zaman nedir bu cambazlık ? Dedik ya, neoliberal-gericiliğin “derin devlet”ini oluştururken ayak bağı, eski “derin devlet”i tasfiye etme çabası…


***

2010, minderin üstündeki yalancı demokrasi pehlivanlarının maskelerini indirme, gerçek demokrasi, emek mücadelesinin yükseliş yılı olsun… 2010, akıl, güç, sabır ve kararlılık getirsin.

28 Aralık 2009 Pazartesi

AKP Teknesinde Kürt,Ordu, İşçi Çatlakları

28.12.2009-pzt.

Neoliberal-muhafazakar AKP iktidarının teknesi, giderek büyüyen üç çatlaktan su almaya başladı: 1-Kürt çatlağı, 2-Ordu çatlağı, 3-İşçi çatlağı…
ABD siparişi Kürt açılımını -ne olduğunu bile bilmeden- büyük bir iştahla başlatan hükümet, içinde PKK’yı tasfiyeyi de içeren bu operasyonun öyle kolay bir şey olmayacağını, kafasına Habur şovunun Batıdaki tepkileri inince anladı. PKK-DTP, ilan ettiler ki, “Tapulu arsamıza gecekondu diktirmeyiz”. AKP, bunu hiç hesaba katmamıştı. Hele ki, Habur şovun Batıdaki tepkilerini hiç öngörmemişti. Kürt realitesinin içinde bir PKK realitesinin olduğunu da geç anladı AKP hükümeti ve hemen çark ederek DTP’nin kapatılmasından KCK operasyonu ile belediye başkanlarını, Kürt aktivistleri tutuklamaya varan şahinleşmeye doğru doludizgin yol aldı. Kürtlerle yaşanan yarılma, çatlak büyüdü ve ve tekne şimdi oradan hızla su alıyor.

***

AKP iktidarının ikinci büyük çatlağı Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)-TÜSİAD-laik yargı kesimi ile. TÜSİAD ile, birinci iktidar döneminde, sadece “neoliberal” yüzünü göstererek balayı yaşayan AKP, ikinci iktidar döneminde “dinci-muhafazakar” yüzünü, büyük sermayeye sevdiremedi. Bu kez bazen havuç, bazen sopa yöntemleri denenmeye başlandı burjuvazi üstünde. Doğan Grubu, medyadaki etkinliğinden dolayı, şamar oğlanı seçildi ve hem enerji hem medya şirketlerine, vergi sopası ile meydan dayağı çekildi. Bu sopalamaya karşı, TÜSİAD’ın sessiz kalışı , pasifliği, klan içinde de ciddi mahcubiyetler doğurdu. Doğan Grubu özelinde TÜSİAD’ı vergi- özelleştirme sopaları ile sindiren AKP, yandaş medyasını tahkim ederek Doğan’ı yeniden mülksüzleştirip kendi cephesini güçlendirerek de ilerleme peşinde. TÜSİAD’a karşı, MÜSİAD,TUSKON gibi cemaat örgütlenmeleri, organik bir burjuvazi yaratma yolunda, devlet imkanları ile hızla etkinleştiriliyorlar.

AKP’nin laik cumhuriyeti koruma-kollamakla kendini görevli gören TSK ile yargıya karşı da hazırlıksız olmadığı anlaşıldı. TSK’ya karşı yürütülen “asimetrik psikolojik harekat”ın gözü kara hamleleri, Ankara’da tozu dumana katıyor. Telekulak dinlemeleri eşliğinde büyütülen Ergenekon çuvalı, sindirmenin “kurumlaşmış” ayağı. TSK’nın silahlı gücüne karşı poliste cemaatçi örgütlenmeye gidildiği artık sır değil. Erzincan örneğinde olduğu gibi, birçok yerde jandarma ile MİT’in, polisle çatışması an meselesi. Yargının telekulak operasyonlarıyla ne hale getirildiği ortada.

Asimetrik psikolojik yıpratmaya karşı , köstebek avına çıktığını ifade eden TSK’yı , AKP iktidarı, “Arınç’a suikast peşindeler! ” diye püskürtmeye kalktı. TSK çevrelerine göre, “Yavuz hırsızın ev sahibini bastırması misali ” hükümet, TSK’ya güvensizliğini ilan ederek Özel Kuvvetler Komutanlığı’nda arama yapmayı göze aldı. Herkesin gece uyumadan nefesini tutarak izlediği, ellerin tetikte olduğu karargahtaki büyük karşılaşma, AKP-TSK çatlağının, içinde büyük çatışmaları barındıran boyutta olduğunu iyice gözler önüne sermeye yetti.

***

AKP’nin üçüncü ve en sahici çatlağı ise işçi sınıfı, sendikalar, meslek kuruluşları, emek yanlısı demokratik kamuoyu ile… Küresel krizle birlikte yoksulluk ve işsizlik arttı. AKP’nin özelleştirmeci neoliberal uygulamalarının yarattığı mağduriyetle birleşen bu zor şartlara tepki, “nöbetleşe eylemlerle” etkinlik kazanmaya çalışırken şu günlerde tütün işçilerinin, itfaiye işçilerinin sokağa inmesiyle zirve yaptı. Gerçekte 6 milyonu aşan işsiz sayısı, yüzde 20’lerin üstünde seyreden işsizlik, AKP’yi gelecekte zorlayacak en büyük sorun. Sayıları 1 milyonu aşan genç işsizler, sistemin gelecek kabusu. Büyük bütçe açıkları, açığı finanse etmek için şişirilen borç stokları ile manevra alanı daralan AKP hükümeti, bu alanda bunalmamak için eczacılardan memurlara, işçilerden itfaiyecilere varan bir dizi emekçi kesimi karşısına alıyor. Küçük tarım üreticisinden yeşil kartlı yoksula, öğrenciden emekliye tüm kesimlere, bütçe üstünden yükler getiren AKP iktidarı, ardı ardına gelecek zamlarla bunalacak hanehalklarının , siftahsız dükkan kapatan, bir türlü tünelden çıkamayan irili ufaklı sermaye kesiminin öfkesi ile burun buruna.

Gecikmeli de olsa sokağa inen emekçi muhalefeti, kaçak güreşen sendika ağalarını da sokağa çekiyor. Hak mücadelelerini bastırmak için polisin biber gazlı, tazyikli sulu saldırıları, sokaktaki muhalefeti daha da yükseltmekten başka bir işe yaramıyor ve gerçek çatlak git gide büyüyor.

Başta sıcak para olmak üzere, büyüyen çatlaklarla birlikte büyüyen ülke riskini gözleyen kesimlerin hızla geri çekilmesi ise geminin dibe inişini hızlandıracak gibi.

26 Aralık 2009 Cumartesi

Köylülüğü ve Tütün İşçilerini Tasfiye…


*Kaynak:TÜİK ve DPT, 2009 verisi tahminidir.

26.12.2009
1980 sonrası, özellikle de 1990 sonrası neoliberal politikalar, tarımı, köylülüğü hızla tasfiye etti. Merkez ülkelerin, özellikle AB’nin endüstriyel tarımı karşısında, geleneksel Türkiye tarımını korumasız bırakan, birçok ürünün ekimini caydıran, devlet desteklerini azaltan neoliberal uygulamalar, köylülükte hızlı bir tasfiyeyi de beraberinde getirdi. Tarımdaki hızlı erozyon, kırlardan kentlere göçü hızlandırdı ve kentlerde, göçen nüfusu emecek bir sanayi-hizmet faaliyetinin yaratılamaması nedeniyle de köy kökenli ve vasıfsız işsizler, kentlerin “varoşlar”ında tutunmaya, tutunabilmek için de çoğu, AKP’nin, cemaatlerin müridi olmaya mecbur kaldılar.

Çok değil, bundan 20 yıl önce, 1990’da toplam Türkiye istihdamında tarımın payı yüzde 47’ye yakın iken, 2009’da yüzde 25’e kadar geriledi. 1990’da tarımdan geçinen, tarımda istihdam 8,4 milyon iken 2009’da 5,1 milyona indi. Bu, yaklaşık 20 yılda 3,3 milyon işgücünün tarımdan tarım dışına itilmesidir ve olağandışı bir püskürtmedir.

Tarımdaki hızlı erozyon, ulusal gelir içinde tarımın payını da 20 yılda yüzde 17,5’tan yüzde 9-10’a kadar geriletti. Bu gerilemede, birçok faktörün yanı sıra, bütçeden tarıma aktarılan desteklerin azalması kadar, tarımla ilgili KİT’lerin özelleştirilmesi, tasfiyesi de etkili oldu.
Tarım alanındaki KİT’lerin özelleştirilmesine, 1992’de başlandı. 1990’lardan başlanarak, özellikle Doğu ve Güneydoğu’nun temel direkleri olan et kombinaları, süt fabrikaları, yem fabrikaları satıp savıldı.

***

Gelelim TEKEL’e… IMF’ ye verilen niyet mektuplarında TEKEL’ in önce 3′e bölüneceği sonra da içki, tuz ve tütün ürünleri üreten tesisleri özelleştirilecekti. TEKEL’ i yok etmek için IMF’nin talimatı ile hazırlanan Tütün Yasa tasarısı, 20 Haziran 2001′de Meclis’ten geçti. Ancak, dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, bu yasanın sorunlara yol açacağını belirtti ve yasayı veto etti. Ne var ki, IMF direktifleri, Sezer’ in uyarısına baskın geldi, yasa geçti. Tütün üretimine büyük darbe vuran bu yasa sonrası, üretici tütün ekmekten caydırıldı. Bu uygulamalarla tütün üreticisi köylü tasfiye edilip göçe zorlanırken, TEKEL’in alkollü içkiler bölümü 2003’te, 290 milyon dolara Limak-Nurol-Özaltın-Tütsab Girişim Grubu’na satıldı. Bu grup da 3 yıl sonra şirketi yaklaşık 1 milyar dolara Amerikan Texas Pacific Group’a sattı. Kamusal varlıklardan nasıl büyük rantlar kazanıldığının ibret verici bir öyküsüdür bu. TEKEL’in sigara fabrikaları ve markaları ise 2008’de 1 milyar 720 milyon dolara British American Tobacco(BTA)’ya satıldı. Bu satış yapılırken tütün işçilerine Yaprak Tütün İşletmelerinin satılmayacağı sözü verildi. Ancak, söz çabuk unutuldu işletmeler de kapatıldı ve işçilere, büyük hak kayıplarına uğrayacakları bir köle statüsü dayatıldı.

***
Bugün bu dayatmalara, hak ihlallerine karşı, binlerce tütün işçisi biber gazına, soğuğa, tehditlere karşı direniyor. Türk-İş’in, üyeleri olan tütün işçileri ile dayanışması elbette görevi. Ama, koca Türk -İş’ten, haftada bir 1 saatlik işe geç başlama eyleminden daha etkili bir eylem önerisi çıkamaz mıydı? Önümüzdeki günlerde, tütün işçilerine reva görülen zulmün beş beteri gelecek çalışanların başına ve dolayısıyla Türk- İş kapılarına. Gürleyen ama yağmayan bu Türk- İş yönetimi ile, işçi sınıfının üstüne üstüne gelecek bu azgın dalgaları göğüslemek nasıl mümkün olacak ?


25 Aralık 2009 Cuma

Kuzeydoğulu İşsiz Göçüyor, Güneydoğulu İşsiz Göçemiyor…


25.12.2009

İşsizliğin coğrafi görünümü, birçok ezberci yorumcuyu şaşkına uğratırken, öteden beri dikkat çektiğim “Güneydoğulu içe kapatılıyor” tezimi, bir kez daha desteklemiş bulunuyor. Ezber bozan olgu şuydu: 2008’in Türkiye ortalama işsizlik oranı yüzde 11idi. Peki, nasıl oluyordu da, işsizlikten kavrulduğu bilinen Güneydoğu, yüzde 20’lere yaklaşan işsizlikle bunalırken, hemen kuzeyindeki Doğu illerinde işsizlik yüzde 5-6’larda seyrediyordu ? Sonuçta, iki coğrafya da tarım-hayvancılığı çökmüş, gelişmenin nimetlerinden mahrum bırakılmış bölgelerdi…

TÜİK bu… Adı çıkmış 9’a, inmez 8’e…Hemen bir hata aranmaya başlandı… Ama, hayır yöntem hatası vs yoktu... Gerçek ise, başka olgularla birleştirilince anlaşılabilirdi: Kuzeyi ile güneyi ile bölge işsizlik üretiyordu üretmesine, ama kuzeydoğu, işsizini batıya ihraç ediyor, dolayısıyla işsizlik oranı düşük görünüyor, buna karşılık güneydoğu illeri bunu yapamıyordu. Detaya girelim…


***

2008 Adrese Dayalı Nüfus Sayımı sonuçlarına bakıldığında, en çok göç veren illerde işsizliğin de en düşük çıktığı görülüyor. Yani, işsizler, göçebildikleri illerden göçmüşler !...Ama her ilde değil. Kuzeyde, Kürtler kadar Türk, Gürcü, Azeri, Lazların iç içe yaşadığı Ardahan, Kars, Iğdır, Erzurum, Erzincan’dan nüfusun durmaksızın göçtügünü görüyoruz. Göçen, tabi ki işsizler…Öyle ki, bugün yüzde 3,7 işsizlik oranı olan Ardahan’da, il doğumluların yüzde 78’i Ardahan dışında yaşıyor. Erzincanlıların yüzde 71’i, Karslıların yüzde 66’sı Kars dışında. İşsiz kalan göçtükçe, işsizlik oranı da bu bölgelerde düşük çıkıyor. Çünkü geride kalanlar kırlarda ve tarım-hayvancılıkla uğraşıyorlar. Bu illerde kentleşme oranı da yüzde 75 olan Türkiye ortalamasının çok altında, yüzde 35-40’larda. Öyle olunca haliyle, Kuzeydoğu Anadolu illerinde işsizlik oranı da yüzde 5-6 gibi düşük görünüyor.


Gelelim Güneydoğu’ya…Bu bölgenin illerinde, kırlar, “düşük yoğunluklu savaş” sonucu boşaldı, boşaltıldı. Geçim kaynağı tarım-hayvancılık çöktü, nüfus can havliyle il merkezlerine göçtü. Öyle ki, Diyarbakır,Van, Batman gibi illerin merkez ilçelerinde, toplam il nüfuslarının yüzde 55-60’ı barınıyor. Ama işsizlik,açlıkla pençeleşerek…Peki bölgedeki işsizlerin göçü ? Burada kuzeydoğudan farklı olarak işsiz nüfusun, bölgeyi kolay kolay terk etmediğini görüyoruz. Örneğin Hakkari’de yüzde 18’in üstünde işsizlik var ama Hakkarililer en az göçenler. Her 100 Hakkariliden ancak yüzde 18’i il dışında. Van’da yüzde 13 işsizlik var ama, 1,2 milyona yaklaşan Van doğumlulardan göçmüş olanlar yüzde 25’ten ibaret. Hele Şırnak…İşsizlik yüzde 22 ama göçmüş Şırnaklı yüzde 27’den ibaret…Diyarbakır’da işsizlik yüzde 16 ama 1,7 milyon Diyarbakır doğumlu nüfustan, göçmüş Diyarbakırlı yüzde 29’dan ibaret…Keza, işsizlik Batman’da diz boyu ama göçmüş Batmanlılar yüzde 36…


***

Güneydoğu insanı, işsizlikten kavrulduğu halde, bölgesini terk edip göç etmiyor. En fazla geleneksel olarak Çukurova illerine göçüyorlar…Oradan da her an ricat edebiliyorlar..Peki neden? Neden ekmeğinin peşinden gidemiyor Güneydoğulu Kürtler? Hem iş anlamında hem de barınma, hayat kurma anlamında. Güneydoğu’nun Kürtleri, Batı illerinde linç eylemlerine varan hoşgörüsüzlükten, şiddetten yıldıkları için, aç da kalsalar,sefil de olsalar Diyarbakır’ın,Van’ın, Batman’ın varoşlarına tutunmayı, Batı’ya tercih eder, duruma gelmişler.


Lafa gelince , bin yıllık kardeşlikten, etten tırnaktan sözediyoruz, ama bakın ne duruma getirdik, nasıl içe kapattık insanlarımızı…

Bu sayıların dilinden de bir uyarı alınmaz, ders çıkarılmaz ise, sözün bittiği yere gelmişiz demektir…

23 Aralık 2009 Çarşamba

TÜİK’in Son Zırvası: En Zenginler,Ücretliler…

*TÜİK’in yıllık gelir verileri, aylığa çevrilmiştir

23.12.2009-Çarş
Sıkıldım, girmeyeyim diyorum bu topa ama olmuyor, şeytan dürtüyor. Kanaat önderi diye geçinen ekran, köşe tutmuş sazanların ifadeleri dayanılır gibi değil…Bu sütunda kaç kez, TÜİK’in gelir dağılımı,yoksulluk analizi adı altında yayımladığı bültenlerin bilimsel bir değeri olmadığını, gerekçeleri ile öne sürdüm. TÜİK, geçen hafta da 2006 ve 2007 yıllarına ait bölüşüm tablosu iddialarıyla ortaya çıktı ve gelir eşitsizliğinin iyileştiğini ileri sürdü.

Bu tür çalışmalarda, iki sorun var. Birincisi, anket için örneklem( numune) doğru seçildi mi, yani “zengin” diye kapısını çaldığınız , gerçekten zengin sınıfından mı, ikinci sorun, vergi kaçağının ve vergiden kaçınmanın, gizlenmiş gelir ve servetlerin cirit attığı bu toplumda, beyanla toplanan gelir bilgisine nasıl güvenileceği sorunudur.


TÜİK’in verilerine bakarsak, Türkiye’de zengin dediğin, ayda evine 3 bin 500 TL dolayında para giren ailedir. Evet, yanlış okumadınız, TÜİK’in en zengin yüzde 20 diye tanımladığı grupta, ortalama yıllık gelir 42 bin 781 TL’dir. Bu da ayda 3 bin 565 TL eder. Şimdi bu gazetenin okurları, hemen evlerine giren geliri akıllarından geçirerek, “Meğer biz de en zenginler grubundaymışız” diye mutlu olabilirler!... Düşünsenize, karı-koca çalışan iki devlet memuru, hiç olmasa 3 bin 500 TL geliri haneye getiriyorlardır.Alın size TÜİK zengini!... Kız istemeye gittikleri aileye, Türkiye’nin en zengin yüzde 20’si içinde olduklarını yeminle söyleseler başları ağrımaz…

TÜİK’in zengin diye tanımladığı kesim, gelir pastasının yüzde 30’una el koyan, büyük rantiyelerin, holding, banka sahiplerinin, genel müdürlerin, dev plazaların, köşklerin,villlaların sahiplerinin oturduğu, ailenin bir akşam yemeğine 1000 TL’yi su içinde ödediği İstanbul’da bile aylık geliri 4 bin 500 TL olanlar… İstanbul’daki en yoksul ailenin aylık geliri de 850 TL. Böyle olunca İstanbul’un en zengini ile en yoksulu arasındaki gelir farkı 1’e 5 dolayında sadece. Türkiye genelinde bu fark 1’e 8 olduğuna göre, İstanbul’da daha adil !…Ülkenin en yoksul bölgesi Güneydoğu’nun zengini de evine 2 bin TL girenler. Yani, maaşları, bölge tazminatları ile birlikte düşünüldüğünde, bütün polis ve subaylar, bürokratlar, böylece bölgenin zenginleri olmuş oluyorlar. Köy sahibi ağalar, uyuşturucu baronları, uçsuz bucaksız toprak sahibi Kürt feodaller de herhalde “züğürt ağalar”!....

***
TÜİK’in kargaları güldüren bu bulgularında, seçilen örneklemin (numunenin) çürüklüğünü bir de şuradan anlayın. Anketle geliri sorulan TÜİK zengini aileler, evlerine giren paranın –sıkı durun- yüzde 41’inin maaş-ücretten, yüzde15’inin emekli gelirlerden oluştuğunu ifade etmişler. Kar-rant-faiz geliri diyenler yüzde 27’den ibaret. Yani, TÜİK, bula bula zengin diye ücretli kesimin kapısını çalmış ve onlardan alınan gelir beyanları en üstte kaldığı için, “zengin”, ya da en yüksek gelirli yüzde 20 grup, yine ücretli-kesim olmuş. Peki nerede onca şirket, banka karına, gayrimenkul rantına, mevduat faizine, ticaret karlarına el koyanlar ?
***
Bir şey daha; Bu saçma sapan bulgular, OECD, AB gibi kuruluşlara gönderiliyor ve onlar da bunu ciddiye alıp bizi, bölüşümde dünya ülkeleri sıralamasında bir yerlere koyuyorlar. “Türkiye’de gelir dağılımı iyileşiyor” diyorlar. Bakan Babacan gini oranlarının nasıl iyileştiğini iftiharla başbakanına sunuyor, o da buna inanıp nutuk atıyor.

Bugünlerde Ankara’da asgari ücret tesbiti yapılıyor güya. Tartışma masasında, bilimsel bulgu diye yine bu TÜİK sefaleti tablolar var. Yoksulluk sınırının ne olduğu ve 4 kişilik bir ailenin ne kadar parayla geçinebileceği bu tür trajikomik bulgularla karara bağlanacak.
Varın, sefaletin boyutunu siz düşünün…




Nitekim, bakın, TÜİK’in karşımıza zengin sınıf olarak çıkardığı aileler nasıl bir profili çiziyor.

21 Aralık 2009 Pazartesi

Yeni Bir Devletçilik

21.12.2009-pzt.

Türkiye’nin yakıcı iki sorunu işsizlik ve bölgesel uçurum, acil müdahale gerektiriyor. Bunun yolu da içinde bulunduğumuz küresel kriz konjonktürünün de etkisiyle kamu müdahalesinden, kamunun ekonomide doğrudan etkinliğini artırmasından geçiyor. Bu fikre, AKP çok yabancıdır. İktidara aday CHP, temel ilkeleri arasında yer alan “devletçilik”ile sorunlara müdahil olabilir. Ancak, bugün uygulanacak devletçiliğin de 1980 öncesinden mutlaka farkları olmalı, o dönemin zaaflarından arınmalıdır. Neydi o zaaflar?

***

Geçmişte KİT’ler, birçok sanayinin kurulmasına, altyapının oluşturulmasına, işgücünün eğitimine öncülük ederlerken, özellikle 1950-1980 döneminde, siyasi partilerin istismar ettikleri, yandaşlarına rant aktardıkları, parti üyelerinin, yandaş sendikaların arpalıkları olarak da kullanıldılar. KİT’lerin özel sektörce kullanılan mal ve hizmetlerin fiyatlarının Bakanlar Kurulu’nca maliyetinin altında belirlenip zararının da bütçeye yazılması, KİT’leri bir emme basma tulumbasına döndürmüş, verimlilikten uzak, beceriksiz, kaynak savuran kurumlar imajına yol açmıştı.

Bugünün devletçiliği, yeniden kurulacak KİT’lere yeni görevler verebilir. Bunların bazıları, yarıda bırakılan sanayileşmeyi tamamlamakla, enerji üretimini geliştirmekle görevlendirilir, böylece yatırım ve ara malı ithalatında ikame yaratır, özel sanayilere de tedarikçi olur. Kamu bankalarının tahkim edilmesi, yeni uzman kamu bankaları kurulması yerinde olur. Yeniden kurulacak Süt Endüstrisi Kurumu ve büyütülecek Et Balık, özellikle Doğu ve G.Doğu tarım ve hayvancılığını ayağa kaldırmak için bir ihtiyaçtır. Kamunun sulama yatırımlarını hızlandıracak kuruluşlarla birlikte Türkiye, giderek stratejik özellik kazanan gıda alanında yeniden bir dünya gücü olabilir. Gerice yörelerde işsizlere iş yaratmak, işgücünü eğitmek amaçlı KİT yatırımları, ekonomik olmasa da sosyal görev saikiyle mutlaka yapılmalı, bu sosyal müdahaleden kaynaklanan “görev zararları”nın karşılığı, savunma-emniyet, lüks bürokrasi ve bakanlık harcamaları daraltılarak bulunabilir.

***

Yeni devletçilik, Doğu ve G.Doğu’daki, Doğu Karadeniz’deki yerel yönetimlerle, bölgenin girişimcileriyle ortaklıklar kurup onlara ihtiyaç duydukları sermaye,işgücü,teknoloji desteği sağlayabilir. Bu bölgelerin turizm endüstrisi potansiyeli kamu destekli konaklama yatırımları ile, ulaşım yatırımları ile canlandırılabilir. Sınır ticaretine katkıda bulunan kamu ortaklıkları düşünülebilir. Bu bölgelerdeki KİT kuruluşlarına, ya da “Gelişme Ajansları”na, yöre belediyelerinin, dernek ve sendika temsilcilerinin katılımı sağlanarak yerinden yönetimle daha demokratik ve etkin bir işletmecilik anlayışı hayata geçirilebilir.

Yeni devletçiliğin KİT’leri, kriz nedeniyle Anadolu’da kapanmış ve/veya kapanmanın eşiğine gelmiş sanayi tesislerine omuz verebilir, buralara ortaklık desteği vererek istihdamı kurtarabilir, hatta yeni istihdam yolları açabilir.

Yeni devletçilik, yeni bir yönetim anlayışı ile icra edilmelidir. Çalışanların “özyönetim komiteleri”, sendikalar, TMMOB gibi mesleki kuruluşlar KİT yönetim kurullarında temsil edilmelidir.Bu, hem yolsuzluklara karşı bir sigorta olacak hem de aşağıdan yukarıya yararlı görüş ve önerilerin iletilmesini sağlayacak, sağlıklı karar üretimine, işyeri demokrasisine de katkı sağlayacaktır.

***

Yeni devletçilik, sadece yeni KİT’ler demek değildir. Yeni devletçilik, yeni bir maliye, vergi ve harcama politikası, yeni bir kur ve dış ticaret politikası ile el ele yürütülmelidir. Çoğunu halkın ödediği dolaylı vergi oranını bugünkü yüzde 65-70 seviyesinden yüzde 50’lere kadar indirip vergiyi gücü olandan almak yeni devletçiliğin temel yaklaşımı olmalı, özellikle yüksek kira, yüksek faiz, temettü gelirlerinden, şirket ve bankaların karlarından dişe dokunur vergiler almalı, vergi kaçaklarının,vergiden kaçınmanın önü kesilmelidir. Keza asker-polisin, üst bürokrasinin, meclisin lüks harcamalarında yapılacak tasarruflarla daha etkin bir bütçe ortaya çıkacak, borç stoku azaltılıp bütçeden faize giden kaynağın da daha verimli alanlara harcanması mümkün olacak, sağlıkta yeniden kamucu bir yaklaşım, SGK deliğini de daraltacaktır.

İthalatı kışkırtıp ihracatı tembelleştiren kur politikasını terk edecek olan yeni devletçilik, gerçekçi kur ile sanayiyi daha ihracatçı bir noktaya çekebilir, bizzat KİT’ler etkili ihracatçı kuruluşlar olarak da faaliyet gösterebilirler.

Yeni devletçilik, sıcak paranın yarattığı kaypaklığa karşı çeşitli önlemler (Tobin vergisi gibi) getirebilir, sıcak para yerine, teknoloji transfer edecek, istihdam ve bölgesel kalkınmaya omuz verecek doğrudan yabancı sermaye girişini özendirebilir, bizzat KİT’lerle yabancı sermaye işbirliklerine gidilebilir. Bu konuda Çin deneyimi oldukça öğreticidir. Dış borçlanmaya disiplin de mutlaka atılması gereken bir adımdır.

Yeni devletçi yaklaşımı “olağan dışı, radikal” bulanlar olabilir. Onlara, hatırlatın ki, “olağan”, 2008 öncesinde kaldı. Artık olağanüstü bir dönemdeyiz ve olağanüstü dönemin sorunlarına ancak olağan dışı önlemlerle çözüm bulunabilir.

28 Temmuz 2009 Salı

Paran Kadar Eğitim


Nitelikli kamusal eğitimi savunup eğitimin ticarileşmesine karşı çıkmalıyız. Yaratılan ulusal gelir daha yüksek oranda vergiye dönüşmeli ve verginin de daha büyük kısmı eğitim ve sağlık için harcanmalı. Kamu emekçilerinin düzeyi yükseltilmeli, okullar iyileştirilmeli, zorunlu eğitim 12 yıla çıkmalı.



28 Temmuz 2009, Salı
Eğitimde devlet okullarının başarısızlığı , ortaya çıkan son sınav sonuçları ile dillere pelesenk oldu. Sığ, yüzeysel yaklaşımlarla, eğitimde devlet okullarının başarısızlığına vurgu yapılırken özelleşme, özel okullu öğrencilerinin sınav başarıları, bir tür "özelin, piyasanın kamusala karşı zaferi" gibi takdim ediliyor. Ağaçlarla uğraşmaktan ormanı gözden kaçırma dar görüşlülüğü her zamanki gibi hakim. Ortadaki tablonun bir sonuç olduğu, ileride de değişmeyeceği o kadar ortada ki...


15 Temmuz tarihli Cumhuriyet'teki yazısında Mümtaz Soysal şöyle diyordu; "Şurası galiba korkunç bir gerçeklik olmak üzeredir: Türkiye Cumhuriyeti en önemli, en temel, en vazgeçilmez iki görevi konusunda, yani eğitimde ve sağlıkta, havlu atma ve bu görevleri piyasa ekonomisinin çalkantısına bırakma yoluna girmiş gibi."


Mümtaz hoca haklı olmasına haklı, ama mesele bir çaresizlik ve havlu atmak meselesi değil gibi gelir bana. Tersine 1980 sonrası tutturulan rotaya bakarsak, bunun eğitim ve sağlık dahil olmak üzere devletin sosyal fonksiyonlarını bilinçli olarak metalaştırma, ticarileştirme politikasının sonucu olduğunu söylememiz gerekir.


Ve bu politikanın şimdi sonuçları alınmakta, bu sonuçtan ne YÖK ne Milli Eğitim Bakanlığı bir mahcubiyet duymaktadır. Devlet okullarında eğitim, her geçen gün biraz daha kalitesizleşmekte, eline diploma tutuşturulan çocuklar sınav duvarlarına kafalarını çarpıp her yıl yüz binlercesi hedefsiz, işsiz, rehbersiz gençler olarak oradan oraya savrulmaktadır.


Ne kadar harcama?


Eğitimi kalitesizleştiren neoliberal politikanın üstü kapalı olarak çocuklarını devlet okullarına gönderenlere söylediği bir şey var yıllardır: "Bizden bu kadar, paranız kadar eğitim almayı öğrenin". Daha kaliteli eğitimi istiyorsanız çocuklarınız için onu piyasadan para ile alacaksınız, devlet okulundan bu kadar... Son 30 yılda özel okulu, dersanesi, vakıf üniversitesi ile eğitim endüstrisine ek olarak bir sınav endüstrisi böyle ortaya çıktı, hatta çıkarıldı, yaratıldı.
Eğitimde devlet okulları, yoksul, alt orta sınıfların mecburi istikameti , sonuçta da mecburi başarısızlığı olurken, özel okullar varlıklı ve üst-orta sınıfların fedakarlıkla katlandıkları tercih olmaktadır. Birkaç sayı manzarayı netleştirecektir. Resim 1



2008 yılında merkezi bütçeden eğitime yapılan harcama tutarı yaklaşık 30,5 milyar TL'dir. Bu harcama, toplamı 16 milyon 242 bini bulan devlet okullarındaki öğrenciler için yapılmıştır. Bölün bütçeyi, öğrenci sayısına, elde edeceğiniz sayı öğrenci başına 1877 TL'dir. Devletin harcamasına, velilerin devlet okuluna bağış, donanıma katkı vb gibi harcamalarını ekleseniz bile, öğrenci başına "yatırım" yıllık 3 bin TL'yi geçmez.


Şimdi, kendi pratiğinizden ya da çevrenizden özel okula öğrenci gönderen bir ailenin çocukları için yaptıkları yatırımı anımsayın. İlköğrenimden başlayarak Vakıf üniversitelerine kadar, bir öğrenci için ailenin ayırdığı bütçe yılda 20 ila 30 bin TL arasında değişiyor. Bu ödemenin bir kısmı okul sahibine kar olarak gitsin, ama hiç olmasa 15 bini öğrenciye eğitim olarak geri dönsün. Şimdi düşünebiliyor musunuz? Devlet okullunun eğitimi için harcanan para yıllık 3 bin TL'yi bulmazken özel okullu öğrenci en az 15 bin TL'lik net eğitimle donanmış olarak yarışa, sınava giriyor. Bire en az beş! Müthiş bir fırsat eşitsizliği. Bunlara, yine paraya dayanan özel ders, dershane desteklerini katmıyorum.


Ortada tabi ki bir haksız rekabet, eşitsiz donanımlarla yarış var ve tabii ki sonuçta büyük bütçelerle eğitilmiş öğrencinin, engelli yarışta rakibini ekarte etme şansı daha yüksek. Mesele bu kadar para ile ilgili, bu kadar sınıfsal...


Daha az bütçe


Daha şimdiden Türkiye gibi, nüfusun yüzde 80'inin ulusal gelirin yarısı ile geçinmeye çalıştığı bir ülkede eğitimde, sağlıkta dikkate değer bir endüstri oluştu. Özel okulları, vakıf üniversiteleri ile ortaya çıkan eğitim endüstrisini , bunlar için yarışan milyonlarca genci yarışa hazırlayan dersaneleriyle bir "sınav endüstrisi" izledi. Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) verilerine göre, kayıtlı özel eğitim işyeri sayısı 13 binin üstünde ve bu işyerlerinde 191 bin kişi istihdam ediliyor. Bu da okulu, dershanesi ile eğitimin daha şimdiden ne kadar ticarileşip metalaştığını ortaya koyuyor.


Eğitimde ticarileşme, devletin eğitime ayırdığı bütçenin , dolayısıyla kaliteli öğrenci yetiştirememesinin sonucunda ortaya çıkıyor. Türkiye'de 2008'de merkezi bütçeden eğitime harcanan para 30,5 milyar TL'dir. Bu, bütçenin yüzde 13,5'u ama ülke ulusal gelirinin yüzde 3,3'ünden ibarettir. Peki başka ülkeler, örneğin OECD ortalaması kaçtır? Yüzde 5...
Onun içindir ki, devlet okullarında öğretmen sayısı, derslik sayısı yetersizdir. Nitekim özel okullarla karşılaştırıldığında sonuçlar çarpıcıdır.Resim 2




İlköğrenimde devlet okulunda bir öğretmene 24 öğrenci düşerken bu sayı özelde 10'dur. Devlet okulunda derslikler 33 kişilik özelde 16 kişiliktir. Ortaöğrenimde özelde öğretmen başına 7, devlette 18 öğrenci düşüyor. Hele okul öncesinde devlet kuruluşlarında öğretmen sayısı inanılmaz yetersizliktedir; 161 okul öncesi miniğe 1 öğretmen!...Hepsi stajyer öğrencilerin, bakıcıların elinde...


Cemaatler, yerellik


Bugün, eğitimde özelleşmeyi, devletin eğitim yükünü hafifletici bir olumluluk olarak algılayan bir yönetim zihniyeti hakimdir. Özelleşme hem neoliberal, hem muhafazakar-bağnaz olan bugünkü yönetimin öteden beri işine gelmektedir. Çünkü cemaat örgütlenmesinde dersaneler, okullar, şimdi de özel üniversiteler ile eğitim özelleştikçe hızlı yol almaktalar, özelleşmiş eğitim üstünden genç beyinlerde tahakküm kurmaları daha da kolaylaşmaktadır. Ama henüz yapılacaklar bitmiş, hedeflere ulaşılmış değildir. Esas yönelecekleri hedef, eğitimi "yerel"e devretme projesidir. "Yerele devretme" deyince, bazı Kürt arkadaşların gözleri parlamakta ve bu neoliberal-gericilerin zokasını sorgulamadan balıklama atlamaktadırlar.


Sormak gerekir, bunlar, elde kalan niteliksizleştirdikleri kamu eğitimini niye "yerel"e devretmek isterler? Demokratlıklarından mı? Kanmayın. Amaçları, iş güvenliği olan kamu emekçilerini yerelde önce sözleşmeliye dönüştürmek giderek, eğitimi yerelde ticarileşme, piyasalaşmanın çemberine alarak daha çok ticarileştirmek, işgücünü de "esnekleştirmektir" Bu, daha güvencesiz, daha kul-köle bir eğitim emekçisi ortaya çıkarma projesidir. Eğitimi- hatta sağlığı- yerele devretme projesinin altında bu hinlik vardır. Bu hedefe ulaşmak için de Anayasa'nın 174 maddesi tarafından korunan, Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nu (Öğrenim Birliği Yasası) değiştirmeyi göze almaları gerekir. Çünkü bu yasanın 5. maddesine göre bütün okullar Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlıdır ve MEB'in taşra teşkilatının yerel yönetimlere devri bugünkü şartlarda Anayasa'ya aykırıdır.



Nitelikli kamusal eğitimi savunup eğitimin ticarileşmesine karşı çıkmalıyız. Yaratılan ulusal gelir daha yüksek oranda vergiye dönüşmeli ve verginin de daha büyük kısmı eğitim ve sağlık için harcanmalı. Kamu emekçileri daha kaliteli eğitim veren düzeylere yükseltilmeli, okullar iyileştirilmeli, laik-demokratik zorunlu eğitimi de 12 yıla çıkaran bir talebimiz olmalı.(MS/EÜ)

16 Mart 2009 Pazartesi

Sanayi İçin İç Talep; İç Talep İçin Adil Bütçe



Bir yandan istihdamı koruyucu önlemlere yer verilirken bir yandan da, hiçbir gerçekliği olmayan sanal 2009 bütçesi yenilenerek daha adil bir vergi ve harcama kurgusu yapılmalı.


16 Mart 2009, Pazartesi
Küresel kriz, Türkiye’nin de aralarında olduğu çevre-bağımlı ülkeleri sanayideki yumuşak karnından vurdu ve vurmaya devam edecek. Sanayideki kan kaybının önlemi alınmaz ise, eninde sonunda yangın bankalara da sıçrayacak ve o zaman tüm Türkiye, tüm sektörler yangın yerine dönecek. Bunun şakasının olmadığı, açıklanan her gösterge ile ortaya çıkıyor.
Sanayide en son açıklanan yüzde 21’i aşkın üretim düşüşünü anlamayanlara, önümüzdeki ay daha bir sert uyarı gelecek. İşsizlikteki tırmanışı anlamayanlara, bütçedeki devasa açık uyarısını yapacak.
Sanayideki yangının her geçen gün büyümesi, irili ufaklı bütün sektörleri içine çekecek. Özellikle dayanıklı tüketim malları ile ilgili sektördeki yangın alarm verici boyutta. Otomotiv, beyaz eşya, ev elektroniği sektörlerindeki daralma, Erdemir başta olmak üzere bu sektörlere girdi temin eden ana metal sanayisini de ciddi biçimde tehdit ediyor.
Bu sektörlerin özelliği, özellikle son yıllarda, yabancı kaynak girişi ile birlikte kapasitelerini ağırlıkla ihracata dönük kurmaları şeklinde gerçekleşti. Bir tür AB’nin dayanıklı ürün tedarikçisi olma rolü, hem dış karar odakları hem yerli karar vericiler tarafından benimsendi. Düşük kur politikasından yararlanarak hem yapılan dış borçlanmalar ile hem kapasiteler artırıldı, hem de yine düşük kur avantajı kullanılarak ithal girdi oranını artırma pahasına üretim kamçılandı, bol ve ucuz, uysal işgücü ile AB ağırlıklı tedarikçilik bu sektörlerin ana kimliğini oluşturdu. Öyle ki, bu sektörlerde ihracat, yani dış talep yüzde 60’ları aştı. Küresel kriz ile birlikte, dış talep azalmaya başlayınca bu sektörlerin rüzgarı da kesilmiş oldu.
Bu sektörlerde dış talebin belirleyiciliğini mercek altına alalım.



Otomobil
Daha 1995’te 234 bin dolayında olan üretim, AB ile yapılan Gümrük Birliği anlaşmasının rüzgarıyla hızla artırıldı ve 2004’te 447 bine çıkan üretim 2008’de bile 621 bini buldu. Düşük kur politikasının da etkisiyle kamçılanan ithalat da yıldan yıla arttı ve 1995’te 22 bin adet olan otomobil ithalatı 2004’te 311 bine kadar çıktı. 2008’de bile 207 bin otomobil ithal edildi. Böylece yerli üretimle beraber ithalat ortaya devasa bir arz çıkardı; 1995’te 255 bin otomobil pazara çıkarılırken 2008’de bu 828 bini buldu . Ancak, bu arz artışının esas rüzgarını ihracattan aldığı dikkatlerden kaçmadı. 1995’te toplam arzda ihracatın payı yüzde 13 iken 2000’li yıllarda yüzde 50’lerin üstüne çıktı ve 2008’de yüzde 63’ü aştı. Otomobilde dış talep, bu ölçüde bir belirleyicilik kazanmış durumda. 1. Resim

Beyaz Eşya
Tablo, beyaz eşya için de farklı değil; Beyaz eşyada da dış pazarın yeri ve önemi belirleyici durumda. Yılda 6-7 milyon adet üretilen buzdolabında ithalatın payı çok düşük. Pazara çıkan bu sayıdaki buzdolabının 2006-2008 döneminde yüzde 70’i ihraç edilmiş. Yani, ihracat sektörde dominant rolde.
Keza, yılda 4-5 milyon adeti bulan çamaşır makinasında da ithalatın payı çok düşük. Üretilen çamaşır makinalarının da yüzde 70’inin dış pazarlarda satıldığı anlaşılıyor.
Yılda 2 milyonu bulan bulaşık makinesı üretiminin yine yüzde 50’ye yakını dış pazarlara dönük. Yılda 3 milyona ulaşan fırın üretiminin de ihracata dönük satışlarının payı yüzde 80’e ulaşmış durumda. 2.Resim





Özet olarak, otomobilde ihracatın payı yüzde 63’ü, bulaşık makinesı, çamaşır makinası ,fırında yüzde 70-80’i, bulaşık makinasında yüzde 50’yi bulmuş durumda. Bu dış pazarların ağırlığını da AB oluşturuyor.
Küresel krizi ağır bir biçimde geçiren AB’de tüketici, bu ürünlere olan talebini kasmış,daraltmış durumda. Bu pazara alternatif olabilecek pazarlara yönelme seçeneği de pek umut verici değil. Çünkü, diğer AB dışı pazarlarda da kriz var ve talep daralmış durumda. Orta Doğu,Afrika pazarları hem küçük, alım gücü düşük pazarlar hem de oralarda başta Çin olmak üzere dibe doğru yarışla müthiş fiyat kıran, rekabet gücü Türkiye’yi geçen ülkelerin acımasız rekabeti var. AB’den kaybedilen pazarı buralardan telafi etmek zor. Dolar kurunda 1,70-1,80 TL rüzgarları bile ihracatı motive etmiyor.
Böyle bir iklimin 2009 için değişmeyeceğini IMF, Dünya Bankası dahil olmak üzere herkes teslim etti. 2010 ve sonrası için de umutlu konuşan az.. Özellikle yüksek istihdam, katma değer, vergi vb üreten bu sektörlerin, bu dış pazar kaybı karşısında ellerinde tek bir şey kalıyor; iç pazar…Orada neler yapılabilir?
Otomobil ve beyaz eşyanın iç pazardaki paylarını artırarak kriz kayıplarını biraz olsun telafi edebilmeleri, iç talebin canlılığına bağlı. Oysa, görünen o ki, iç pazarda, talep, bırakın küresel krizi, 2006’dan sonra azalmaya başlamış. Bunda, hem gelirin bölüşümünde bir iyileşme yaşanmamasının hem de hanehalklarının tüketici kredisi ve kredi kartı kullanma limitlerine yaklaşmış olmasının etkisi var. Bunlara şimdi bir de işini kaybederek mutlak gelir kaybına uğrama, yeni yoksullaşma dalgası eklenmiştir.

Gelir dağılımı iyileşmedi
2001 krizinde önemli bir yoksullaşma süreci yaşayan ücretli kesim, 2002-2007 döneminde yaşanana büyüme döneminde gelir kaybını telafi edemedi. Tersine, özel sektörde, ihracata dönük büyüme, düşük tutulan işçi ücretlerinin sağladığı rekabet gücüyle gerçekleşti. 3 milyona yaklaşan maaşlı kesimde de IMF buyruklu mali disiplin gelir iyileşmesine imkan tanımadı. Hızla daralan üretimiyle tarım kesimi de bu dönemde bozulan gelir dengelerini iyileştiremedi ve 2008 küresel krizine bütün bu kesimler düşük gelirlerle girdiler.

Banka borçlarında sınıra gelindi
Bugün iç talebi canlandıracak bir etken tüketici kredilerini çekici kılmak olabilirdi. Ama o noktada da alan dar. Hanelerin kullandıkları krediler ve kredi kartı borçları , toplam banka kredileri içinde yüzde 23 gibi bir büyüklüğe ulaşmış durumda.
Bu da yeni bir borçlanmaları kasıyor, iştah kesiyor. Çünkü bankaların tüketici kredisi ve kredi kartı alacakları hızla artıyor ve bu borçlarını ödemede güçlük çeken tüketici sayısı kabardıkça kabarıyor.
Merkez Bankası verilerine göre, 2008 sonunda toplamı 388 milyar YTL’yi bulan kredilerin yüzde 23’ü tüketici ailelerce kullanılmış. Bu, 89 milyar YTL’ye yakın bir kullanım demek. Aynı yılın sonunda bu kredilerden batık duruma düşen miktar, 4 milyar YTL’ye yakın. Aynı yılın batıktaki kredilerinin yüzde 31’i demek bu..
Yine TCMB verileri, kredi borcunu ve kart borcunu ödeyemeyen kişi sayısındaki artışın alarm verici boyutta olduğuna dikkat çekiyor. 2004’te borcunu ödeyemeyen sayısı 42 bin dolayında iken 2005’te 112, 2006’da 138 bine, 2007’de 208 bine çıkmışken 2008’de 687 bine yaklaşmış. Yani kriz yılında yüzde 231 artmış. Böylece, alt alta toplandığında borcunu ödeyemeyen tüketici sayısının 2008 sonunda 1 milyon 326 bine ulaştığını görüyoruz.
Faizler hızla düşürüldüğü halde, tüketicinin iştahı kesik. Yeni kredide isteksiz. Daha çok, borcu borçla kapatmak şeklinde borçlanıyor. İşini kaybetme korkusu olanlar daha da yoğurdu üfleyerek yiyorlar. Bankalar da, artan batık kredi oranını ve ödeme güçlüğü çeken sayısındaki artışı dikkate alarak daha ihtiyatla kredi veriyorlar.
Özetle, ekonomideki daralma arttıkça, işsiz sayısı çoğaldıkça, hem tüketici cephesinin hem bankaların, kredi alışverişinde ne tat var, ne iştah…

İç talep için adil bütçe
İç talebin canlandırılması için, öncelikle, işi olanların işlerini koruyacak istihdamı koruyacak önlemlere ihtiyaç var. İşini kaybetme korkusu ile yatıp uyananları hiçbir vergi indirimi harcamaya ikna edemez. Bir yandan istihdamı koruyucu önlemlere yer verilirken bir yandan da, hiçbir gerçekliği olmayan sanal 2009 bütçesi yenilenerek daha adil bir vergi ve harcama kurgusu yapılmalıdır.
Türkiye, Meksika ile birlikte OECD ülkeleri içinde en adaletsiz gelir dağılımına sahip ülkedir. Nüfusun yüzde 80’i hala “orta ve alt gelir grubu” tanımı altındadır. Yeşil kartlı,yani geliri asgari ücretin üçte birinden az olanların sayısı 10 milyonu bulurken 4 milyon nüfusun hiçbir sosyal güvencesi yoktur. Memurların yüzde 80’inin net maaşı 1200 TL’nin altında kalırken, 3 milyon resmi işsiz, 3 milyon da “sayılmayan işsiz” vardır. Gelirin bu kadar kötü dağıtıldığı bir toplumda, bütçe üstünden bazı müdahaleler yapılmadıkça, iç talep harekete geçirilemez.
Bunun yolu da, öncelikle çalışanların vergi yükünü azaltacak vergisel düzenlemelere gitmek olmalı, memurların,emeklilerin maaşlarında reel artışlar gerçekleştirilmeli, bunun için gerekli kaynaklar ise , vergi olarak , toplumun en üst gelir grubunda yer alan yüzde 5’lik nüfustan (ki bunlar gelir pastasından yüzde 30 pay almaktadırlar) sağlanmalıdır. Bu kesimden alınacak servet vergisinin yanı sıra, gayrimenkul gelirleri, beyan ettikleri öteki gelirleri denetlenmeli, rant gelirleri vergilendirilmeli.
Bütçenin harcama ayağında da, savunma ve emniyet bütçelerinden , lüks bürokratik harcamalardan tasarrufa gidilerek “hanehalkı transferi” kalemleri artırılmalı; Yeşil kartlı ailelerin annelerine bütçeden yarım net asgari ücretlik maaş bağlanmalıdır. Tarıma, esnafa dönük transfer harcamaları artırılmalıdır.
Bütün bunlar, iç talebi canlandıracak etkiler yaratır ve 70 milyonluk bir iç pazar, kayıp dış pazarları bir nebze telafi edebilir.
Bunların yerine, seçmenin gözünü boyamak için büyük şamatalarla ilan edilecek ÖTV indirimleri, seçmene ufak tefek harçlık kabilinden rüşvetler ve dahası IMF’e mali disiplin uygulatma şansı tanıyacak yeni stand-by anlaşmaları, hem Türkiye’nin sanayi birikimini çökertecek , hem çok ciddi yoksullaşmalar ve işsizlikler üretecek, buradan da daha kaotik, gergin, çatışmalara boğulmuş bir Türkiye tablosu çıkacaktır. (MS/EÜ)

5 Ocak 2009 Pazartesi

2008 Buhranından 21. Yüzyıl Sosyalizmine

Bu kriz herkese öğretecek ki, bu çürüyen kapitalizme mahkum değiliz, başka bir dünya, başka bir toplum kurmak mümkün. 21. yüzyılın, çürümekte olan kapitalizmi, yeni bir insanı ve yeni bir toplumu yaratmanın potansiyelini de sunuyor insanlığa.


05 Ocak 2009, Pazartesi
2008, yaşlı dünyamızın tarihine, “başka bir tarihin sonu” olarak geçecek. Tıpkı, 1990’da duvarın yıkılması ile reel sosyalizmin sonunun gelmesi gibi. O zaman da buna “tarihin sonu” denilmişti.. 2008 de bir milat!.. Başka bir tarihin sonu…Piyasa her şeye kadirdir ezberinin sonu. Küreselleşme ile dünya bir köy haline geldi ezberinin sonu. Ulusal devlet yok, küresel kurumlar var ezberinin sonu. Çevre ülkelere “ihracatçı olun” ezberinin sonu ve daha birçok şablonun, ezberin sonu…


Artık kimse, “piyasa”nın ilahi gücüne inanmıyor, Aralarında Kemal Derviş’in de olduğu piyasaperestler, şimdi “devlet kontrollü piyasa”, “Küresel Sosyal Demokrasi” çizgisine- mahçup biçimde- gerilediler.


Seyfettin Gürsel, 20 Kasım 2008 tarihli Referans’ta diyor ki;


“Piyasanın dengeleyici özelliğine olan sarsılmaz inancı ile Yeni Klasik İktisat ve bu inancın dayattığı, tarihten kopuk, aşırı uzmanlaşmaya dayanan iktisat eğitimi krizden sorumlu mudurlar? Evet, bir hayli sorumludurlar! Yeni Klasik İktisat krizin geldiğini tahmin edemezdi. Çünkü piyasaların, rekabet kuralları hariç, ne kadar az kurala tabi tutulurlarsa o kadar etkin çalışacaklarını kabul ediyordu…” Ne hayal kırıklığı!...


Piyasanın iflası mı sadece? Son 30 yılımızın ilahi sözcüğü "Küreselleşme" de yerle yeksan.. Artık kimse ağzına almaya cesaret edemiyor neredeyse. Küreselleşme, yerini ulusal korumacılığa, kapitalist devlet müdahaleciliğine, hatta devletçiliğe bırakıyor adım adım. Fransa'daki "ekonomik yurtseverliğin" ardından İtalyan Başbakanı Berlusconi "İtalyanlık"tan, " söz ediyor. Ne iş?
ABD'de, Bear Stearns için 30 milyar doların Morgan Chase'e hediye edilmesi, Fannie Mae ve Freddie Mac’ın, dünyanın en büyük sigortacılarından AIG’ın, en büyük tasarruf sandıklarından Washington Mutual'ın kamulaştırılması, İngiltere’de Northern Rock ve Bradford & Bingley'in devletleştirilmesi, yine AB’de Fortis, Dexia ve Hypo Real Estate'in kamulaştırılması. Nedir bunlar? Nasıl bir ezber bozulması ?


Ya IMF Başkanı Kahn’ın, yılın son günlerinde İspanya’da, “ihracata dönük çevre ülkeleri” iç pazarı canlandırmaya çağırması, çağırma ne kelime, adeta iç pazarınızı canlandırın diye yalvarması, ne acizlik, ne iflas!...


Kim ne derse desin, bir tarihin sonu ve yeni bir sayfanın açılması bu..


Kapitalizmden başka hiçbir alternatif kalmadığına iman edenler şimdi gördüler ki, kapitalizmin bu türünün sonuna gelinmiş, yeni bir türünün olduğuna olan güven ve inanç ise çok mu çok zayıf.
"Sermayenin en büyük engeli yine sermayedir” önermesiyle Karl Marks yeniden hatırlanır oldu. Kitleler, yavaş yavaş , SSCB, Çin ve Doğu Avrupa'da yaşananları, sosyalizmin başarısız bir deneyimi olduğuyla yüzleşerek, yeniden bir seçenek olarak sosyalizmi konuşmaya, hayal etmeye ve cesaretle dillendirmeye başladılar.


Unutulmamalı ki, bugün 2008 buhranıyla çöküntüye uğrayan kapitalizmdir. Bu enkazın nasıl ayağa kalkacağı, sermaye birikiminin yeni yatağının ne olacağı ve bunun yolunun nasıl bulunacağı ise bir muamma. Ters dönmüş bir kaplumbağanın halidir bu. Debelenmekte, ama ayakları üstüne dönmek için mutlak bir dış yardıma ihtiyaç duymaktadır global kapitalizm kaplumbağası. O müdahale devletten umulmaktadır. Ama devlet müdahalesinin bile henüz işe yaramadığı bir yıl oldu 2008.


Merkez’den Çevre’ye..


Global kriz, önce Merkez’in beyni ABD’de finansal alanda başladı, giderek diğer Merkez ülkelerin finansına sıçradı, derken reel sektörlere sıçradı . Merkezle sınırlı kalacağı sanılırken kısa sürede çevre-bağımlı ülkeleri başka bir yerinden, reel sektörden vurdu ve içine çekti. Şimdi beklenen şu; önce Merkez ülkelerde finansal sektör toparlanmaya başlayacak, buradaki iyileşme kendisini reel sektöre yansıtacak. Derken, Merkez’deki görece iyileşme, çevre-bağımlı ülkelere de yansıyacak. Ama bu iyileşme geciktikçe, IMF eliyle , gücü yettiği kadar çevre-bağımlı ülkelerden de destek bekleniyor.


Dünya Bankası ise 2009 için IMF’den daha kötümser. 2009’da dünya ekonomisinde ancak yüzde 0,9 büyüme öngören Dünya Bankası, Merkez ülkelerde yüzde 0,1’lik küçülme öngörüyor. Bu, merkez ülkelerde, 1929 krizinden bu yana ilk kez yaşanacak.


Küçülme ile birlikte yaşanabilecek en önemli felaket işsizlik. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), mali krizin küresel ekonomi üzerindeki etkisinin, 2009 sonuna kadar 20 milyon kişinin işini kaybetmesiyle sonuçlanacağı uyarısında bulundu.


ILO'nun, IMF tahminlerine dayanarak verdiği rakamlara göre, halen dünya genelinde 190 milyonu bulan işsiz sayısı 20 milyon kişinin eklenmesiyle 210 milyona ulaşacak. Bu krizden muhtemelen en çok inşaat, emlak, mali hizmetler ve otomotiv sektörü etkilenecek.


2009, 2008’in ikinci yarısında başlayan iflasların, eldeğiştirmelerin, devlet kurtarmalarının 2009’da her ülkede, her sektörde daha da artacağı bir yıl olacak. Krizde yaralananlar, görece diri olanlara yem olurken, bazıları birleşme ile krizi atlatmaya çalışacak, devletin, kamu kaynakları ile şirket kurtarması ise her ülkede çok ciddi halk muhalefetlerine yol açabilecek. Emeğin üstünden yapılan tasarruflar toplumsal dokularda çok ciddi sarsıntılara, genel greve uzanan sendikal mücadelelere, sokak çatışmalarına yol açabilecek.


Türkiye de çukurda…


Global krize büyük cari açık, yüksek dış borç stoku, ithalata dayalı- AB’ye bağımlı yoksullaştırıcı bir ihracat yapısı ile yakalanan Türkiye, IMF’ye sığınarak krizi aşmaya çalıştıkça derin bir küçülme yaşayacak. Reel sektörden, imalat sanayinden başlayan küçülme, tensikatları en önemli sorun olarak yaşatıyor. Krize borçlu yakalanan hane halkları, şimdi işten çıkarmalarla derin bir yoksulluğa sürükleniyor.


Gündemdeki IMF ile anlaşma, sadece, Türkiye’den alacaklı finansörlerin ve borçlu sermayedarların derin nefes almasını getirecek. Ama Türkiye’ye, ezberinde olan yeni sıcak para akışı ve ihracata dönük büyümeyi getirmeyecek. Mali disiplin sevdalısı IMF, bütçe üstünden topluma yeni kemerler sıktıracak ve bu Türkiye’ye her anlamda kan ve zaman kaybettirecek.


Seçenek "21.Yüzyıl Sosyalizmi"


Yaşanan global krizi, bir panik hali, bir takım açgözlülerin doymak bilmeyen iştahları, finansal innovasyon eksikliği vb. şeklinde “açıklama”ya kalkanlar, açıkladıkça batıyorlar. Pratik, her gün, gök kubbenin altında söylenmiş bu boş lakırtıları hemen, anında tekzip ediyor. Onca devlet müdahalesine rağmen, krizin dibi bulunamıyor. Felç inen sistem sürekli umutsuzluk yayıyor.


Yüzleşilemeyen gerçek şu; Bu, bizatihi kapitalizmin krizi, kapitalizme içkin bir kriz. Otuz yıldır ayak sesleri duyulan bu büyük krizin en son ertelenebileceği nokta burasıydı. Burada da deniz bitti. Bu kapitalizm artık kolay kolay iflah etmez. Kar ve sermaye birikimine dayalı bu insanlık dışı, bu doğayı, insanlığı çürütme bahasına gün bulup gün yiyen sistem, artık kim ne yaparsa yapsın, iflah olmaz durumda. Artık, bu mevtanın yeniden can bulması için hiçbir dua kar etmez, hiçbir radikal müdahale merhem olmaz. Bu enkaz yığınının ayağa kalkıp kopan filmin yeniden, kaldığı yerden başlamasını bekleyenler, boş beklerler.


Özellikle bu enkazın iyileşmesi için duacı olanların aklına turp sıkmalı. Özellikle emekçiler açısından duacı olunacak hiçbir durum yok. Doğru olan, bu kriz ne zaman biter türü boş beklentiler beslemek, bu enkaza üzülmek yerine bu yığıntının ortasından yeni bir hayatı, yeni bir geleceği filizlendirmek, yeşertmek olmalıdır. Bugün, bu kriz insanlığa bunun fırsatını da sunmaktadır.


Bu gelecek, lamı cimi yok, 21.yüzyıl sosyalizminden başka bir şey değildir, olamaz da.


Global kapitalizm, piyasaya yamanmış hiçbir “küresel denetim kurumu” , tekil ya da kolektif devlet müdahaleleri ile dikiş tutamayacak kadar yıpranmıştır. Kar ve sermaye birikimine dayalı paradigma ile insanlığın devam etmesi pek mümkün değildir. Kar ve sermaye birikiminin vardığı düzey, bu güdünün üstüne bina edilmiş eşitsizlikleri sürdürmek, artık esksi kadar kolay olamayacaktır. Sermaye, bir kez daha, bizatihi sermayenin kendi önünde engel oluşturmuştur ve bunu aşmak, belki mümkün ama çok mu çok zordur artık.


Emek sahne almalı


Doğal kaynaklar üstünde kolektif denetim ve sorumlu kullanım, insan yeteneklerinin, emeğin planlı kullanımı, aileden okula, işyerinden kışlaya, her yerde demokratik katılım, cinsel, etnik, sınıfsal farklılıkların azaltılması, giderek kaldırılması, daha adil bölüşüm öngören, ihtiyaç tanımını yeniden yapan, daha az hiyerarşiye, daha yatay bir düzene; 21. yüzyıl sosyalizmine ihtiyacı var insanlığın ve büyük krizle birlikte bu, gün be gün fark edilmekte, daha kolay algılanmaktadır.


Elbette ki, düzenlerini, kan , barut ve gözyaşı üstüne tesis edenlerin, bu iflah olmaz sistemi kendiliklerinden terk etmeleri ve üstüne oturdukları servetleri toplumsal kullanıma kayıtsız şartsız teslim etmeleri söz konusu değil, olmayacaktır da.. Kapitalizm, “Benden sonrası tufan!” diyenlerin sistemidir ve sistemlerinin iflah olmaz hale geldiğini hiçbir zaman kabullenmeyecek, doğayı, insanlığı çürüterek, savaşlar çıkartarak, dünyayı yangın yerine dönüştürerek kendi varlıklarını idame etmekten geri durmayacaklardır.


Ancak, bu kar hırsı ve birikim çılgınlığından muzdarip akıl sahibi insanlığın, bütün bunlara izin vermemesi gereken bir kavşaktayız, artık.


Özetle, bu kriz herkese öğretecek ki, bu çürüyen kapitalizme mahkum değiliz, başka bir dünya, başka bir toplum kurmak mümkün. Yeni bir insan, evet mümkün ve hedeflenmeli. 21. yüzyılın, çürümekte olan kapitalizmi, yeni bir insanı ve yeni bir toplumu yaratmanın potansiyelini de sunuyor insanlığa. O zaman geriye ne kalıyor? Yerkürenin her yerinde emeğin sahne alması.


Evet, Rosa Luxemburg’un veciz cümlesinden esinlenerek sonlandıralım; Ya insanlık, ya barbarlık..Ya barbarlık ya 21. yüzyıl sosyalizmi…Herkes tercihe zorlanacaktır, istisnasız herkes.(MS/EÜ)