Sayfalar

5 Mart 2011 Cumartesi

Yeni Adres

http://mustafasonmez.net/

Açıklama

Dün akşam saatlerinde blogun kapatıldığını duyurmuştum. Bugün yaptığım incelemeler sonunda kapatılan sadece benim blogum değil tüm blokların olduğudur. Buna sebep olarak da dijitürk’ün Diyarbakır’da bir blog üzerine açtığı dava sonucunda bloğun kapatıldığı ve bununla yetinilmeyip tüm blogların kapatılması olarak mahkeme kararı çıkardığı yönündedir.

Bu alınan karar da yanlıştır. Suç kişisel olup tüm kesimleri bağlamamaktadır. Bu kararı alan mahkeme ve bunu ortaya koyanlar da bundan tabii haberdardırlar.

Öyleyse gelin biraz paronaya yapalım. Nasıl olsa bizler “PARONAYAK’IZ” ya bunu hareketlendirelim.

Adamın biri çıkıyor maç yayınlarını blog üzerinden nasıl yapıyorsa yapıp yayınlıyor. Dikkat edin burası Diyarbakır ve yayın yapılan merkez başka bir adres değildir. Arkasından tespitler yapılıyor. Kişiler ve kişi neyse mahkemelik oluyor cezalandırılıyor. Dijitürk buna itiraz ediyor ve tüm blogların kapatılmasını istiyor. Mahkeme de bunu onaylıyor.Peki, bugün sesini duyurabilecek ve yazılarını tüm dünyayla paylaşabilecek vasıta olan bu blogların kapatılması neyi ortaya çıkarmıştır sizce?

Susturulan ve göz ardı edilen Aydınların sesi bu şekilde kesilmiştir.

Yazılı, Görsel ve sesli medya organları artık rahat bir şekilde diledikleri ve taraftarlarını konuşturabileceklerdir. Ve bunlara karşı cevap verecek bugün tek kesim kalmıştı, o da ellerinden alındı.

Yakında facebook, google gibi arama motorları ve iletişim ağları kesilir ve engellenirse hiç şaşırmayın çünkü güneyde yaşanan olayların organizasyonların internet üzerinden ve sosyal paylaşım ağları üzerinden başarıldığını düşünürsek bugün hükümetin bunu yaptırması ve bilinçli şekilde kontrol ediyor olması tesadüf değildir.Sonuç bu uygulamanın arkasında şirket ya da kuruluş aramaya gerek yoktur.Bu işin arkasında Hükümet vardır.Ve bu bağlamda çalışmalarını sürdürecektir.Bizler yine bir yolunu bulacak ve sizlere ulaşacağız. Yapılacak tüm engellemeler ve yıldırma çalışmaları bizi yolumuzdan asla ceviremiyecektir.Oluşan bu tablodan dolayı sizlerden özür dilemekteyim.

Mustafa Sönmez
mustafasnmz@hotmail.com
Beyodaları Sok. 4/6 Gümüşsuyu-Taksim…
0532 323 35 700212 251 36 19

2 Mart 2011 Çarşamba

Gelir Utancıyla Yüzleşememek…

Mustafa Sönmez

Yıllardır bölüşüm ile yazdıklarımı izleyenler bilirler; TÜİK’in , özellikle 2002’den bu yana yıllık olarak tekrarladığı “Gelir dağılımı araştırmaları”na, yine bu ankete bağlı olarak üretilen tüketim harcamaları, yoksulluk araştırmalarına ihtiyatla yaklaşılmasını öneririm. Rezerv koymamın nedeni, TÜİK’in izlediği metodoloji ile ilgilidir. TÜİK, araştırmasının “metaveri” kısmında izlenen yöntemle ilgili şöyle yazar: “ Hanehalkı Gelir Dağılımı’na ilişkin verilerin dayanağını hanehalklarının beyanları oluşturmaktadır.”

Peki yüz yüze görüşmede, hanelerin beyanlarına ne kadar güveneceğiz ? Örneğin, piramidin en tepesinde olan ve 2009 gelir pastasının yüzde 30,4’üne el koyduğu söylenen “krema”, yıllık gelirinin yaklaşık 65 bin TL olduğunu belirtmiş. Bu, “krema”nın hanesine –dikkat edin haneye diyorum, tek kişinin geliri demiyorum- aylık giren gelirin 5 bin 500 TL olduğu anlamına gelir. Şimdi buna inanacak mıyız? O zaman, kıdemli bir kamu görevlisi, bir doktor, bir mühendis, avukat, TÜİK haberlerini sayfasına koyan gazetenin editörü, bu araştırmayı sorgulamadan ahkam kesen köşe yazarının ailesi, bu toplumun “yüzde 10’luk kreması mıdır?
***
Devam edelim. TÜİK araştırması, ortalama aile gelirini, yıllık 21 bin TL olarak açıklıyor. 18,3 milyon hane olduğuna göre , paylaşılan pasta 390 milyar TL dolayında. İyi de, dönüp 2009’un GSYİH’na, yani milli gelirine bakalım ne kadar? 952 milyar TL. Diyelim ki, bunun yüzde 80’i, yani 761 milyar TL’si “kullanılabilir gelir” olarak hanelere girdi. Peki 761 milyar TL nere, TÜİK’in gelir dağılımında bölüşüldü, dediği 390 milyar TL nere? Arada tam 370 milyar TL fark var. Yani TÜİK anketörlerinin yüz yüze görüşüp ailelerin beyan ettiklerinin üstünde 371 milyar TL var. Bu kadar beyan edilmemiş geliri yok sayarak, beyan edilenin gruplar arasında dağılımının “Bilimsel araştırma” olarak topluma , dünyaya açıklanmasını nasıl makul karşılayabiliriz?
***
Açık ki, gelirini saklayan, beyan etmeyenler üst gelir gruplarıdır. Alttaki işsiz ya da düşük ücretli gelirini niye saklasın, ne kadarını saklasın ? Ama biliyoruz ki, üst gelir grupları, eve, kar, faiz, kira geliri olarak giren gelirlerini beyan etmez. Bu gelirlerin önemli bir kısmının vergiden kaçırılmış gelir olduğu sır değildir. Anketöre beyan edip de başını mı ağrıtsın krema? Çoğu, anketöre kapı bile açmaz.

Gelir dağılımı araştırmaları, medeni ülkelerin çoğunda böyle yapılıyor. Ama, bizim gibi “vergi cenneti” olmayan ülkelerde bu araştırmalar daha inandırıcıdır. Gelirleri, zaten kayıt alında olanlar , niye yanlış beyanda bulunsun? Bir de bu yolla elde edilen bilgilerin çapraz bulgularla test edilmesi gerekir. Biz de bu işlem de yapılmıyor. Dolayısıyla, en üstteki yüzde 10 gelir grubu ile en alttaki yoksul yüzde 10’un geliri arasında 100’e 8 olarak açıklanan gelir uçurumu , eksik beyan edilen gelirler dikkate alınsa, gerçekte çok daha büyüktür.




Türkiye, gelirin adaletsiz dağıtıldığı bir ülke. Bu kesin. Nüfusun çalışabilir olanının yüzde 51’i işgücü değil bir kere, yani mal ve hizmet üretmiyor. İşgücü tanımına girenlerin de 3 milyonu yani yüzde 12’si resmi işsiz, yüzde 8 kadarı , yani bir 2 milyonu da “kahve işsizi”. Gerçek işsizlik yüzde 20 dolayında. Ev kadını sayılıp eve tıkılan kadın sayısı 12 milyon. İşi olanların yüzde 65’i ücrete, maaşa talim ediyor. Ama ücretlilerin sendikası yok, toplu sözleşmesi yok…Böyle bir toplumda gelir, biraz olsun adil bölüşülüyor olabilir mi? Üstelik yıllardır iyileşen bir şey yok. İşte krizde geçen, 2009’da, bırakın reel ücretleri nominal ücretler bile geriletildi. İşsizlik arttı. Sonuçta, bu şaibeli araştırma bile gösteriyor ki, sadece “Top 10”in geliri artmış, diğer dilimler kriz öncesine göre gelir kaybetmiş.

Yoksulluğun ve adaleti olmayan bölüşümün fotoğrafı bile çekilemiyor. Ama ne gam!..Böyle bir ayıpla yüzleşmek niye ? Ayıbı, utancı zaten yaşıyoruz, ölçsek ne olacak? Değiştirebiliyor muyuz bu zulmü, onu konuşalım…

28 Şubat 2011 Pazartesi

Libya’nın Çöl Fırtınası…


Mustafa Sönmez

2010’un şamatalı yüzde 8 büyümesini ancak tarihi 48,5 milyar dolarlık döviz (cari) açığı ile becerebilen AKP iktidarı, Libya’dan sonra her şeyin çok farklılaştığını görecek mi acaba? Bu cari açıkla, hedeflenen yüzde 5’lik 2011 büyümesi zaten zor, peki ne olur? Bilinen şu ki, Libya sonrası dünya ahvali yine karışacak. Çöl fırtınası, yeni bir topoğrafya yaratmaya aday. Fırtına ilk olarak enerji fiyatlarını yukarı çekerken enerjide ithalata göbekten bağımlı Türkiye, birçok yönden olumsuz etkilenecek. .


Kaynak TÜİK Dış Ticaret veri taban ve Hazine M.

Ham petrol fiyatları en iyi ihtimalle 2008’deki düzeyine (varili 93 dolar) çıksa ve orada kalsa bile Türkiye’nin sadece enerji ithalat faturası o yılın 47 milyar dolarlık düzeyinden az olmaz. Bu, ithalata ağır bir yük ve akabinde de cari açığı daha da artırıcı bir unsur. Türkiye’nin “enerji” olarak konsolide ithalatında ham petrol ve doğalgaz yüzde 60 pay alırken kok kömürü ve işlenmiş petrol ürünleri yüzde 14’lük, diğer kömür türleri de yüzde 4’lük pay alıyor. Tüm enerji kalemlerinin fiyatları yukarı yönlü gelişiyor.

***

Gelelim Libya çöl fırtınasının ihracat üzerindeki etkilerine. Türkiye’nin küresel krizin kopuşu ile birlikte , en büyük yara alan kanadı, dış pazar oldu. Özellikle AB’ye olan ihracatta ciddi azalma yaşandı. Kriz öncesi yıl 2008’de 132 milyar doları bulan ihracatta, AB(27)’nin payı yüzde 48’di. Kriz yılı 2009’da ihracat 102 milyar dolara kadar düşerken AB’nin payı da yüzde 46’ya geriledi. AKP iktidarı, “İslami kredileri” de kullanarak yüzünü Afrika ve Orta Doğu pazarlarına döndü ve kayıpların bir kısmını oralardan telafi etmeyi denese de büyüme yılı 2010’da ihracat ancak 114 milyar dolara çıkabildi. Yani kriz öncesinin hala yüzde 14 gerisinde kaldı.


Kaynak: Dış Ticaret Müsteşarlığı veri tabanı

Artan petrol fiyatları, AB’nin belini doğrultmasını bir kez daha, bir başka bahara erteletecek. Türkiye’nin ihracatı açısından AB pazarında bir iyileşme ufukta görünmezken bu kez de Libya’daki gelişmeler nedeniyle Afrika ve Orta Doğu pazarlarına ihracatın olumsuz etkilenmesi söz konusu. Bu bölgelere malı satsanız bile para tahsilatı sıkıntı yaratacak. İhracat sigortası olmayan bu bölgeler artık daha da riskli. Bir de inşaat işlerinin akibeti var. Yeni bir Libyazede grubu ortaya çıkacak gibi: Hem işçilerde, hem müteahhitlerde.

Bir de sıcak paranın ne yapacağı sorusu var. Merkez Bankası’nın iştah kesici reçetesi ile , Başkan’ın söylediğine bakılırsa 10 milyar dolarlık sıcak para çıkmış. Arap dünyasındaki hayhuy, Türkiye’nin sıcak para için cazibesini azaltıcı yeni bir etken olabilir. Bu da cari açığı tarihi boyutlara ulaşan Türkiye’de, cari açığın finansmanın da zorlaşacağı yeni bir dönem demek. Olacakları tahmin etmek zor değil: Enflasyonda başkaldırı, faiz artışı , küçülme, işsizlikte büyüme……

AKP iktidarının bu çöl fırtınasının etkilerini seçime gidinceye kadar topluma hissettirmemesi mümkün mü? Çaba o yönde olacak ama hoşnutsuzluklar hissedilmeyecek gibi değil. Dahası, seçime 100 gün var... O zamana kadar Pandora’nın Kutusu’ndan neler çıkar kim bilir?...

26 Şubat 2011 Cumartesi

Turizmde Antalya, Muğla: 4 İstanbul,İzmir: 3

Mustafa Sönmez

Kum-deniz-güneş turizmi, 2010’da da hakimiyetini korudu ve Antalya-Muğla distinasyonları , toplam girişlerden yüzde 42 pay alırken, kültür turizmini temsil eden İstanbul ve İzmir’in payı yüzde 28’de kaldı. Böylece 4 büyük destinasyon, 2010 girişlerinden yüzde 70’e yakın pay alırken, geri kalan yüzde 30’luk girişi Türkiye’nin diğer 77 ili paylaştı.




Kaynak:Kültür ve Turizm Bakanlığı veri tabanı

Yabancı turist sayısı durmadan artıyor ama gelir o ölçüde artmıyor. Nitekim, 2010’da turist artışı yüzde 4’ü geçti ama gelirler yüzde 2 geriledi. 2009’da 580 dolar olan turist başına gelir 2010’da 530 dolara düştü. Yani fiyat kırarak, ucuza satarak otellerin doluluk oranı belli bir seviyede tutulmaya çalışıldı. Düşük kar oranları ile turizm varlığı yine üç-on paraya satıldı.

Kum-deniz-güneş turizminin merkezi Antalya’nın 2009’da yüzde 31’e yaklaşan payı, 2010’da 1 puan artarak yüzde 32’yi geçti. Buna karşılık 2010 Avrupa Kültür Başkenti avantajını arkasına alan İstanbul, turist artışı yerine gerileme gösterdi ve 2009’a göre 550 bin daha az yabancı ziyaretçi ağırladı ve payı yüzde 3 puan geriledi, yüzde 24’e düştü.

İstanbul girişlerinde azalmanın açıklaması, kayıtların değişmesi ile yapılıyor. 2009’da transit uçuşların İstanbul’a yazıldığı için rakamın yüksek çıktığı, 2010’da bunun değişmesi ile, azalma olduğu iddia ediliyor. Azalma, bu kayıt-kuyut işiyle açıklanıyor. Öyle de olsa ortada 550 bin bir azalma var ve bunun izahı, sadece bu kayıt-kuyutla yapılamaz. Ortada, net bir gerileme olduğu açık. Özellikle İstanbul’a, AB menşeli yabancı ziyaretçileri 2010’da azaldı. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti rüzgarını hiç iyi kullanamadı.

İstanbul Kültür ve Turizm Müdürlüğü, İstanbul’un 2011’e iyi bir başlangıç yaptığını müjdeledi. 2010 ocak ayına göre İstanbul’a yabancı girişi Ocak ayında yüzde 28’in üstünde artarak 378 bini geçmiş. Bu, geçen Ocak ayına göre 84 bin artış demek. Umalım, sonraki aylarda da bu tempo sürsün.

Öte yandan, Antalya’nın 2010 performansına bakıldığında, 2009’dan daha iyi yaşanan dönemin, Mayıs-Ekim dönemi olduğu görülüyor. 2010’da 9,3 milyon yabancının ziyaret ettiği Antalya’da trafik, Mayıs ve Haziran’da en hızlı artışı göstermiş görünüyor.

***

Kültür turizmi potansiyeli açısından Türkiye’nin en zengin destinasyonlarından biri olan İzmir ise, ne yazık ki, hakkettiği turisti çekemiyor.

2005’te 780 bin olan turist girişinin 2010’da 1 milyon 155 bine çıkmış olması olumlu görünmekle beraber, İzmir’in potansiyelleri açısından yetersiz ve hayıflandırıcıdır. Kaldı ki, 2010 girişlerinde üçte bire yakın giriş, günübirliktir. Alsancak Limanı’ndan 2010’da 350 binin üstünde günübirlikçi kruvaziyer turizm gezgini İzmir’i ziyaret etti.

Efes,Yamaç Evleri,Bergama Akropol, Asklepieıon, Bazilika, Çeşme Müzesi gibi çok önemli müze ve ören yerlerine sahip olan İzmir’de yerli ve yabancı turistler öncelikle Efes’i geziyorlar. 2010 yılında 9 milyon TL’ye yaklaşan müze ve ören yerleri gelirlerinin üçte ikisi Efes’ten gerçekleşirken ikinci sırayı Akropol, üçüncü sırayı Yamaç Evleri aldı.

Turizm işletme belgeli 135 tesisinde 27 binin üstünde yatak varlığı olan İzmir’in turizmde iddiasının daha büyük olması, bunun için de Bakanlığın tanıtım konusunda daha büyük destek vermesi gerekiyor.

25 Şubat 2011 Cuma

CHP’nin Yönetime Katılma Projeleri Olmalı


Mustafa Sönmez

AKP’den birçok anlamda farkını koymak durumunda olan CHP’nin bir tek “Aile Sigortası” projesinin bile, AKP’yi nasıl hop oturtup hop kaldırdığı görüldü. CHP, AKP’nin yapamayacağı, kendi kimyasına uygun yeni projeler üretmeye devam etmeli, seçim meydanlarına bu projelerle çıkabilmeli. Bunlardan biri yolsuzluklara, keyfiliğe karşı, demokrasiyi güçlendirmeye de yarayacak kamu kuruluşlarının yönetimine çalışanların katılımını sağlayacak projeler olabilir.

Demokratikleşmenin yaşanabilmesi için kamu yönetiminde, saydamlık, katılımcılık, hesap verebilirlik, tutarlılık gibi çağdaş kavramlar hayata geçirilmeli. AKP iktidarı, bu saydıklarımızdan fersah fersah uzak. Artık gizlenmeyen bir ajande ile sivil bir dikta, adım adım inşa ediliyor. Yolsuzluklar örtbas ediliyor. Yargının iyice ele geçirilmesi ile, rüşvet, kayırmacılık, yolsuzluk önünde hiçbir engel kalmayacak.

CHP’nin, AKP iktidarına, demokrasi alternatifi ile karşı çıkışı lafta kalmamalı, halka, özellikle çalışan sınıfa, emeklilere somut projeler önerilmelidir. Yerel yönetimleri güçlendirmek ve daha çok söz ve karar sahibi yapmak, yerel yönetimlerde mahallelere kadar inen demokratik yapıları kurgulamak ve işletmek, bir projedir mesela.

***

Bir başkası, çalışan sınıfı doğrudan ilgilendiren kamu kuruluşlarında çalışanların temsilini içeren yönetim projeleri ile seçmenin karşısına çıkmaktır. Hangileridir bu kuruluşlar ? Başta, 16 milyon çalışanın sigorta primleri ile ayakta duran Sosyal Güvenlik Kurumu. 2010 yıllık harcaması 112 milyar TL ile merkezi bütçenin yüzde 40’ına ulaşan bu kurumda, çalışanların, emeklilerin ve onların ailelerinin hiçbirinin söz hakkı yok. Bu devasa kuruluş, RTE’nin has adamı Çalışma Bakanı Ömer Dinçer’in iki dudağının arasındaki tasarruflarla yönetiliyor. AKP’li belediyelerin, yandaş şirketlerin prim borçları hasır altı ediliyor. “Sağlıkta Dönüşüm” mahreçli Dünya Bankası ürünü neoliberal icraatta, SGK büyük bir keyfilik içinde yönetiliyor. Bu kurumda, sigortalıların, emeklilerin, yeşil kartlı yoksulların, yardıma muhtaç yaşlıların, özürlülerin temsilcileri yer almalı.




CHP’nin yönetim biçimine müdahil olması, çalışan sınıfın, onların sendikalarının ivedi olarak yönetimine girmelerini önereceği bir kurum da İşsizlik Sigortası Fonu. Yine, AKP iktidarının çiftliği gibi kullanılan bu kurumda, çalışanlardan kesilen primler çarçur ediliyor. AKP iktidarı, son torba yasası ile, 3 yıldır tepe tepe kullandığı İşsizlik Fonu kaynaklarını iyice hortumlamanın yasal altyapısını da hazırladı. Son 3 yıldır buradan bütçeye aktarılan kaynaklar neredeyse 10 milyar TL’yi buldu. GAP yatırımlarında kullanıyoruz, teranesiyle, bütçe açığına yama olarak kullanılan bu fonun şu anda 46 milyar TL varlığı var ve bu fonlar, yeni talanlara amade. Fondan, işsizler için işçiler için bugüne kadar kullanılmış kaynak 5 milyar TL’yi bulmuyor bile ve bunların bir kısmı da yandaş firmalara, eğitim vs. gerekçesiyle kullandırıldı, kullandırılıyor.

CHP’nin çalışanların yönetimine açmayı vaat edeceği iki diğer kamu kurumu grubu, kamu bankaları ve KİT’ler. Üç kamu bankası Ziraat, Halkbank ve Vakıflar Bankası’nın 46 bin çalışanı var. Kamu bankalarının özellikle kredi kullanımında AKP iktidarının doğrudan müdahalesi söz konusu. Sabah-ATV medya grubu, RTE’nin damadının yönettiği Çalık’a 1,1 milyar dolara satılırken 10 yıl vadeli 750 milyon dolarlık kredinin, talimatla, kamu bankalarına verdirildiğini unutmayın. Bu kamu bankalarının özelleştirilmesine karşı çıkılmalı ve keyfiliklere, usulsüzlüklere, kamu bankası çalışanlarının örgütlerinin yönetime ve denetime müdahalesiyle engel olunmalıdır. Haraç mezat satılan onca KİT’ten geriye 28 kuruluş kaldı. Bunların da 6 tanesi de satılmak üzere tezgahta. Bu kuruluşlar da iktidarın çiftliği gibi kullanılıyor. 188 bin kişinin çalıştığı bu KİT’lerin yönetim ve denetimlerinde işçi konseylerinin söz ve karar sahibi olması sağlanmalı.

CHP’nin ilkeleri arasında olan “yönetime katılma”, bu tür somut projelerle seçmene sunulabilmeli.

23 Şubat 2011 Çarşamba

Özelleştirme ile Al-Sat Vurgunu

Mustafa Sönmez

2003’te özelleştirilen ve kısa sürede iki kez el değiştirerek, özelleştirme fiyatının 10 katına varan değere ulaşan kamunun ,Tekel’in içki fabrikasının serüveni, özelleştirme soygununu bir kez daha gözler önüne seriyor. Kamudan 292 milyon dolara satın alınan Tekel İçki, Mey İçki adını aldı, bir miktar yatırımla allayıp pullandı ve 2006’da ABD'li Teksas Pacific Group'a (TPG) 810 milyon dolara satıldı ve 5 yıl geçkmeden bu kez İngiliz içki şirketi Diageo’ya 3.3 milyar liraya yeniden satıldı. Kamunun rakı kuruluşu, kamuya verilen paranın nereyse 10 katına ABD'lilerden İngilizlerin mülkiyetine geçmiş oldu.

Sadece Mey İçki’den mi ibaret, “özelleştir, zenginleştir” furyası? İş Bankası ile birlikte Doğan Grubu’nun özelleştirmeden satın aldığı Petrol Ofisi de şimdi Avusturya kökenli OVM’nin portföyünde. Bundan 10 yıl önce 2001 krizinde devletin kucağına bırakılan Sümerbank , 2001’de Oyak’a satılmış ve 2002 de Oyak Bank A.Ş. ile birleştirilmişti. Peki sonra ne oldu? "Yeni" Oyak Bank A.Ş. yurt sathına yayılmış 359 şubesiyle 2008'de Hollanda'nın ING bankasına 2 milyar 600 bin dolara yaklaşan bir fiyatla satıldı.

Karayolları’nın Zincirlikuyu’daki arsası Vestel’in sahibi Zorlu’ya 800 milyon dolara satıldı. Şimdi yolunuz düştüğünde birinci köprü yakınından, kafanızı çevirip bakın orada kaç 800 milyon dolarlık gökdelen yükseliyor…

2001 krizinde IMF-Dünya Bankası telkiniyle Kemal Derviş’e hazırlatılan, icraatı ise AKP iktidarınca gerçekleştirilen özelleştirme yağması ile kamu malları bir avuç yerli-yabancı firmaya peşkeş çekildi. Tabi ki bunlarla kalmayacak bu serüven, bekleyin bakın kamu malları elden ele kimlere neler kazandıracak… Bazı yorumcu dostlar ise, köşelerinden bütün bunlara “başarı öyküsü” deyip, şapka çıkarıyorlar. Canları sağolsun!...


----------------------------------------------------------

Hovarda Beşiktaş, Mirasyedi Cimbom

Belalımız Beşiktaş , hepimizi hasta ediyor. İnönü Stadı’nın başına getirilen Fi’ye mi yanalım, Kulübü onca borca soktuktan sonra hem ligde hem Avrupa’da atılan havlulara, Fener’e altın tepside sunulan galibiyete mi yanalım. Hangisine ? Alman kökenli transfermarkt.de, futbol endüstrisini sayılarla izlemek isteyenler için çok iyi bir kaynak. Türkiye’deki kulüplerin futbol kadrolarının piyasa değerlerini alt alta yazıp, bu yatırımla ligde 34 maç oyananacağını varsaysanız, şimdiye kadar 22 maça yapılan yatırım çıkıyor. Bunu, her takımın aldığı puana bölseniz, her puan için harcanmış yatırıma ulaşırsınız. Ve bakın 1 puan için en ekonomik yatırım harcamasını kim yapmış? Karabük. İkinci Manisa ve üçüncü Bucaspor.





Karabük, 1 puan için 100 birim yatırım yaparken Beşiktaş ancak 511 yatırım ile 1 puan alabilmiş, Galatasaray da yaklaşık 500 birim yatırıma 1 puan alabilmiş. Fener de başarılı sayılmaz, yaklaşık 400 birim yatırıma 1 puan ve Trabzon 226 birim yatırıma 1 puan. Alkışı ve ıslığı kimler hak ediyor dersiniz ?

21 Şubat 2011 Pazartesi

Halep Oradaysa, Notlar Burada…

Mustafa Sönmez

Hükümetin ekonomi bakanları, onların medyadaki yağdanlıkları, işlerin hep yolunda gittiğinden dem vuruyorlar. Onların borazanı durumuna gelen Anadolu Ajansı, TRT ve yandaş medyada da aynı çarpıtmalar boy boy... TÜİK’in 14 Şubat’ta açıkladığı işsizlik verileri, işin arka planı gösterilmeden “ Yükselen büyümeyle işsizlik düştü” biçiminde verilirken Bakanlardan Nihat Ergün da işsizliği yakında yüzde 10’a indireceğiz diye buyuruyor. Önümüzdeki ay açıklanacak yüzde 8’lik büyümenin arkasında bıraktığı 48,5 milyar dolarlık cari açığın his esamesi okunmuyor ama bütün bu “parlak tablo”ya, hem IMF’den hem de kredi derecelendirme kuruluşları cephesinden farklı notlar var.

***

Hafta içinde IMF İcra Direktörleri Kurulu, “Program sonrası izleme görüşmeleri”nin ikincisini bir notla kamuoyuna açıkladı.. Açıklama metninin orijinali eleştirel tonda ve bir dizi uyarı içeriyor. Gelin görün ki, Anadolu Ajansı, açıklamayı bir dizi çeviri hatası ile ve cımbızlanmış cümlelerle servis etti. Medyadaki sazanlar da alıp kullandılar; “IMF, Türkiye’nin performansından memnun!” gibi başlıklarla…

Oysa gerçekte IMF, 2010’daki toparlanma ve işsizlikteki iyileşmeyle kriz öncesi üretim seviyesinin üzerine çıkılmasını olumluyordu ama sıcak para girişi ile rekabetçiliğin zayıflattığı ortamda, hızla büyüyen cari açığa hemen dikkat çekiyordu. IMF direktörleri, sıcak para girişlerinin devam edebileceğini ama ani sermaye çıkışları karşısında da kaygılı olduklarını belirtiyorlardı. Bu yüzden de Türkiye’nin, aşırı iç talep ve oynak kısa vadeli sermaye akımları karşısında ‘doğru politika bileşimini’ belirlemesi gerektiği uyarısını yapıyorlardı.

***

IMF ile birlikte kredi derecelendirme kuruluşları da benzer değerlendirmeler içinde oldukları için, Türkiye’nin kredi notunu yükseltmekte acele etmiyorlar.
Türkiye, alarm verici cari açık kamburuna bakmadan kredi notunun yükseltilmesi ve bu cari açıkla yaşayabilecek dış kaynak beklentisi içinde. AKP Bakanları ve yağdanlıkları, kredi dereceleme kuruluşlarının BB, Ba2 gibi mütevazi kredi notunu düşük buluyorlar, Türkiye’nin ‘yatırım yapılabilir’ sınıfında gösterilmemesinden pek şikâyetçiler.

Derecelendirme yapanlar, madalyonun tek yüzüne bakmıyor, öteki yüzünü de okuyorlar. Baz etkili yüksek büyüme ve sürdürülürlüğü şüphe götüren istihdam artışında acele etmiyorlar, öbür yüzde yatan dehşetli cari açığı hiç mi hiç göz ardı etmiyorlar.
Nitekim, 3 büyük derecelendirme kuruluşunun ikisinde Türkiye 7’nci, birinde de 6’ncı basamakta.




Türkiye ile aynı küme içinde yer alan ülkeler, Türkiye’nin birlikte anılmaktan pek hoşlanacağı ülkeler değil. Kimler yok ki…Güney Amerika’dan Guatemala, Kolombiya, Kosta Rika, Surinam…Orta Doğu’dan Mısır, Ürdün; Doğu Avrupa’dan Romanya, Makedonya, Belarus, Letonya ve hatta müflis diye horladığımız komşu Yunanistan!...

***

Peki, yüzde 6,5 cari açık/milli gelir kamburu ortada dururken ve bunun daraltılmasını getirecek ciddi önlemler henüz yetersizken , derecelendirme kuruluşları, Türkiye’nin notunu yükseltirler mi? Bu kolay değil. Hele ki, küresel krizin patladığı 2007 sonrasında derecelendirme kuruluşlarına spotların tutulmasından sonra, hiç değil. Finansal balonlaşmanın küresel bir krizi patlatacağına ilişkin bu kuruluşların gerekli uyarıları yapmadığından çok şikayet edildi ve geçen yaz ABD’deki yeni finansal düzenlemelerle, dereceleme kuruluşlarına da önemli yükümlülükler getirildi.. Artık, Moodys, S&P,Fitch gibi kuruluşların verdiği nota dayanarak adım atan bir şirket, sonuçta iflas eder ya da borç ödeyememe gibi durumla karşılaşırsa, bu kuruluşları dava edebilecek ve onlar hakkında tazminat davası açabilecek. Yani, pabuç, hoşlanmayanların “sıfırcı hoca” diye eleştirdikleri bu kuruluşlar için de pahalandı. Yüzde 8 gibi göz kamaştırıcı bir büyümeyi ancak 48,5 milyar dolar tutarında döviz açığı vererek gerçekleştirmiş bir ülkenin, bu haliyle notunu yükseltmeye kimse kolay kolay yanaşmaz. Hele ki IMF’nin eleştiri ve uyarıları ile dolu, “Program sonrası izleme görüşmeleri” notları açıklandıktan sonra…

Evet, Halep oradaysa, notlar burada…Çakma Tarzanların dış dünyadaki gerçek itibarlarını notlarıyla birlikte izleyin, yanılmayın…

20 Şubat 2011 Pazar

CHP’nin Aile Sigortası: “Yetmez, Ama Evet!”…

Mustafa Sönmez

Çarşamba günü Yeşilköy’de Polat Otel’de CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve kurmaylarından Aile Sigortası Projesini dinledik. "Yoksulluğu yönetmek değil, bitirmekte kararlıyız" diyor CHP Başkanı. Çok iddialı bir laf. Kapitalizmi bitirmedikçe, yoksulluk da bitmez. Ama, herkesin bir yoksulluk tanımı var, Dünya Bankası’nın bile…

CHP’nin, toplumun en ezilenlerinden başlayan bir projeye öncelik vermesi önemli. Proje, zaten 1971 ‘de Uluslararası Çalışma Örgütü ile imzalanan ama uygulanmayan, tozlu raflarda unutulan bir anlaşmaya dayanıyor. Özeti şu; Takribi yoksul 3 milyon haneye, bütçeden ayda 600 ile 1.200TL arasında gelir sağlanacak. Yardım, doğrudan ailenin annesinin hesabına yatırılacak. Peki kaynak? Kılıçdaroğlu, sosyal devlete doğru Aile Sigortası için 8.7 milyar lira gerektiğini söylüyor. Mevcut 14 kurumun kullandığı yardımların yıllık 4.1 milyarlık maliyet ile birleştiğinde yoksul kesime yılda 12.8 milyar lira aktarılmış olacak. Bu da toplam kamu harcamalarının yüzde 1.7'si demek. Kılıçdaroğlu bunun bir kaynak değil, tercih sorunu olduğunun altını çiziyor.

Aile sigortası, yoksullara “balık dağıtmak” için doğru ve CHP’nin ruhuna uygun bir proje. Ama, hedef, hep balık dağıtmak değil, insanların balık tutmasını sağlamak, yani istihdama katmak olmalı. Bu, proje onu da hedefliyor. Yoksula kamuda iş buldukça, projeden çıkarmayı öngörüyor. Bu da iyi bir yaklaşım.

***
CHP’nin, bu projesinin, AKP’nin, “sadaka-hayırseverlik” yaklaşımından önemli bir farkı var: AKP, yardımları, bütçe üstünden en az; vakıf, cemaat, dernek vb üstünden en çok yapan, dolayısıyla yardımın karşılığı insanlarda minnet-biat duygusu yaratıp onu istismar eden, hatta oya tahvil eden bir parti. Olması, gereken, muhtaçlara bu yardımların bir “yurttaşlık hakkı” olarak, merkezi bütçeden aktarılması. Bunun bir iane değil, bir yurttaşlık hakkı olarak verilmesi. Dolayısıyla, AKP iktidarının militanca uyguladığı neoliberal politikaların omurgası olan sosyal harcamaları budama yaklaşımından uzaklaşarak, yeniden “sosyal devlet”i inşa etmek, CHP’nin birinci hedefi olmalı.

AKP’liler, CHP’nin bu projesine dudak büktüler. Bakan Babacan, bütçeden yoksullara 14 milyar TL çıkmakta olduğunu belirtti. AKP’lilerin bu hesabının içinde, 5,5 milyon tarım üreticisine tarımı desteklemek üzere aktarılan 6 milyar TL’ye yakın transfer harcaması da var. Bu bir “yardım” değil, tarımsal üretimi artırmak için yapılması gereken bir teşviktir. O zaman, sanayicilere verilen teşvikleri de “sosyal yardım” görmek gerekirdi.




Kaynak: Maliye Bakanlığı, 2010 Bütçe verileri

AKP’nin, sayıları 9,3 milyon olan yeşil kartlı yoksullara, bütçeden sağlık gideri olarak ayırdığı bütçe 2010’da 4,6 milyar TL’ye düştü. Önceki yıllarda daha yüksekti. AKP yönetimi, yeşil kartlı başına yılda 50 TL’yi bulmayan bu sağlık harcamasını bile çok görüp daraltmaya çalışıyor. Yeşil kartlıların ödeneği, bütçe harcamalarının yüzde 1,5’undan ibaret. Ama daha önemlisi, AKP iktidarındaki “mali disiplinler” ile Türkiye’de sosyal devletin nasıl içinin boşaltıldığı. Bütçeden, sayıları 20 milyonu bulan öğrencilere burs olarak aktarılanlar 1 milyar TL’yi bile bulmuyor. SGK üstünden, yaşlı ve özürlü 1,4 milyona yakın nüfusa ödenen aylıklar 2,5 milyar TL’yi bile bulmuyor . Bu garibanlara aylık 100-200 TL dolayında bir aylık verilmekle, “sosyal yardım” yapıldığı sanılıyor.

CHP, sosyal devletin yeniden inşasına aile sigortası ile başlayabilir ama “yetmez!”…AKP’nin sağlıkta, eğitimde, barınmada, beslenmede budadığı bütün sosyal kalemlerde iyileştirme yapmalı, bir tür Robin Hood’luğa soyunmalıdır CHP. Herkesten gücüne göre vergi alma ilkesi hayata geçirilirse, bütün bunlar için kat be kat kaynak ortaya çıkar zaten.

18 Şubat 2011 Cuma

İşgücünde Varlık İçinde Yokluk..

Mustafa Sönmez

Ülkelerin kapitalist gelişme farklılıklarına, toplumların insan gücünü kullanma optiğinden bakınca, daha ufuk açıcı, ama bir o kadar hayıflandıran kareler yakalayabilirsiniz. Nüfus, bir ülke için iyi kullanıldığında önemli bir varlıktır. Ama, kullanmayı bilene…

Türkiye, 73 milyonu bulan nüfusuyla önemli bir varlığa sahiptir. Jeopolitiği, tarihsel, kültürel varlıkları ve diğer potansiyelleri ile gelişmenin ununa, şekerine, yağına sahip bir ülkedir ama ne yazık ki helvası yetersizdir, üretileni de en adaletsiz paylaşan, (daha doğrusu paylaşmayan) bir ülkedir. Türkiye, azgelişmiş burjuvazisi ve güdümündeki iktidarların basiretsizliği yüzünden, elindeki onca varlığa karşın, gelişmesine kendisi yön verebilen bir ülke olamamakta, tersine, gelişimi, başka merkezlerin kontrolüne, insiyatifine geçtiği için, ancak onların yaptığı işbölümünün tanıdığı gelişmenin sınırlarında at oynatabilmektedir.

Mesela nüfus ve işgücümüzü alalım. 73 milyon nüfusumuz var diyoruz ama bunun ancak 23 milyonu iş-güç sahibi. Yani yüzde 32’si. Bu 23 milyon çalışıyor kendisini, ayrıca 50 milyonu geçindiriyor. Tabi geçinmek denirse…





Tutturulan bağımlı ekonomik yol, 23 milyondan daha fazlasına istihdam imkanı vermiyor. İşgücü piyasasına çıkabilenler 26 milyonu ancak buluyor. Şimdi, bunların 3 milyonu resmi işsiz. Aslında 3 milyon nüfus daha var işsiz , ama onlar işgücü pazarına çıkmadıkları için “resmen işsiz” sayılmıyorlar. Onlara, “kahvehane işsizleri” de diyebilirsiniz. Böylece 6 milyon gerçek işsizi var Türkiye’nin. Ama işgücü olabilecek önemli bir nüfus evlerde, “ev kadını” olarak kodlanmış. Onların sayısı 12 milyon. Dehşetli bir sayı. Zaman zaman özellikle kriz dönemlerinde evlerinden çıkıp iş bakınıyorlar ama kolay olmuyor iş bulmaları, işsiz erkeklerden dirsek yiyip eve geri dönüyorlar.

15 yaşın üstünde olan nüfusun işgücü olarak ortaya çıkıp işe talip olmasına, “işgücüne katılım oranı” deniliyor. Bizde kahvehane ve evdeki nüfus işgücünden sayılmadığı için, 26 milyon işgücü, 53 milyonluk 15 yaş üstü nüfusa oranlandığında yüzde 49 gibi bir sayı çıkıyor. Yani çalışabilecek her 100 kişiden ancak 49’u işgücü piyasasında. Bu sayıyı bu kadar aşağı çeken, hem umudunu kaybetmiş 3 milyon işsiz, hem de 12 milyon “ev kadını”. 15 yaşın üstündeki diğer nüfus ise emekliler, öğrenciler, özürlüler ve çalışamaz yaşlılardan oluşuyor. Bizde yüzde 49 olan bu oranın OECD ortalaması ise yüzde 67 !..



İşte azgelişmişlik farkımız burada ortaya çıkıyor. OECD ortalamasında erkeklerin işgücüne katılımı yüzde 76, bizimki yüzde 67. Ama esas fark, kadınlarda. OECD ortalaması yüzde 58, bizde yüzde 23!...

Model aldığımız AB ülkelerinin, diğer Meksika, Rusya, Brezilya, Polonya, G.Kore gibi “yükselen ülkeler”in hiçbirinde, bizdeki kadar kadınları eve tıkmış bir ülke yok. 1960’larda Türkiye ile aynı yerde olan G.Kore, bugün dünya devi ve işgücüne kattığı nüfus hem genelde hem kadın işgücünde Türkiye’den 20 puan fazla.

Kadını, 3 çocuk doğurmakla mükellef, “tacize davet çıkaran” gözüyle gören AKP zihniyeti, bu kafayla, bu toplumun insan gücünü ne kadar aktif kılabilir, ne kadar geliştirebilir? Hiç…Hiç umut yok, hiç…

16 Şubat 2011 Çarşamba

İçe Kapanma Arttıkça İşsizlik Düşmüş Görünüyor

Mustafa Sönmez

Kasım ayı işgücü göstergeleri açıklanınca, o alışıldık sığ yorum yine tekrarlandı: “İşsiz sayısı 1 yıl önceye göre 459 bin azaldı, işsizlik oranı da yüzde 13’ten yüzde 11’e geriledi.Geçtiğimiz Ekim’den Kasım’a da işsiz sayısı 90 bin azaldı, işsizlik oranı da 0,2 puan düştü”. Öncelikle belirtelim ki, işsiz sayısına ve işsizlik oranına bakarak yapılan bu “resmi yorum”, gerçeği yeterince anlatmıyor. Gerçek nedir?

Öncelikle, işgücüne, yani iş bulmak için iş pazarına çıkmışların sayısındaki değişime bakmak gerekir. Ne görüyoruz? 2010’da Kasım’dan Ekim’e işgücünde 208 bin çekilme var, bu bir. İkinci olarak istihdama bakılmalı. İşi olan nüfus artmış mı, azalmış mı? Kasım’dan Ekim’e istihdamın artmadığını, tersine 118 bin azaldığını görüyoruz. Yani hem işgücü göstergesinde geri çekilme var, hem işi olanlarda . Bu ne demektir ? İşini kaybedenlerin sayısına ek olarak, 90 bin kişi işgücü pazarından çekilmiş. Nereye gitmişler? Birincisi, “Umutsuz işsizler” grubuna katılmışlardır. Bunların Ekim’de 1 milyon 974 bin olan sayıları, pes edip iş aramaktan vazgeçen 84 bin kişi ile daha kalabalıklaşmış ve 2 milyon 58 bine çıkmıştır. Pes edip içe kapanan, işgücü piyasasından çekilenlerin ikinci adresi “ev”dir ve eve, pes etmiş kadınlar içe kapanmaktadır. Nitekim, Ekim’den kasıma evde, “ev işiyle iştigal eden” ve tamamını kadınların oluşturduğu 15 yaş üstü nüfus , bir ayda 151 bin kişi artarak 12 milyon 50 bine ulaşmıştır. Umudunu kaybedip iş aramaktan vazgeçen, mekanı kahvehaneler olanlarla, pes edip eve çekilen kadınlar, böylece, işgücü pazarını tenhalaştırırken işsiz sayısını da düşmüş gösteriyor, olan budur.



Kaynak:TÜİK,Hanehalkı İşgücü Anketi veri tabanı

İşte bu içe kapanmayı, geri çekilmeyi görmeyince, sahnenin önünde kalan işsiz sayısı ve sahnede kalan işgücü ve istihdam ile gerçek işsizliği göremezsiniz. Bu sahne arkası ile birlikte değerlendirildiğinde, kasım 2010 itibariyle işsizliğin azalmadığını tersine, kış mevsiminin de etkisiyle arttığını görüyoruz. Bir kere tarımda bir ayda 223 bin kişinin istihdamdan çekildiğini, turizmden 18 bin, ticaretten 55 bin, hatta finanstan 22 bin kişinin işini kaybettiği görülüyor. Buna karşılık imalat sanayisinin 146 bin, eğitimin, okulların açılmasının etkisiyle 38 bin kişiyi istihdam ettiği görülüyor.

Ama sonuçta, sahne arkasına geçen, umutsuz işsizlerin kahvehanesine ve eve kapanan kadınlarla birlikte düşünüldüğünde, işsizlerin sayısının düşmediğini, tersine arttığını görüyoruz. Bu umutsuz işsizlerle birlikte gerçek işsizliğin yüzde 11 değil, yüzde 17,6 yı bulduğu , sayı olarak da 4,9 milyona yaklaştığını görebiliyoruz.

***

İçe kapanmaları, işgücü pazarından çekilmeleri akıldan çıkarmadan, sahnede kalanlar üstünden konuşursak, genç işsizliği bütün yakıcılığıyla sürüyor. 15-24 yaş grubunun, özellikle tarım dışında olanlarının, kentte yaşayanların işsizliğinin yüzde 24,4 olarak önemini koruduğunu görebiliyoruz. Diplomalı işsizlik de öyle. Resmi işsizlerin yüzde 42’sini lise, mesleki lise ve üniversite mezunları oluşturuyor. Evet, kasım 2010 itibariyle 407 bin lise mezunu, 289 bin meslek lisesi mezunu ve 479 bin üniversite mezunu olmak üzere 1 milyon 175 bin diplomalı işsiz, iş bekliyor.

Bu arada, detaylara bakmadan, “Yüksek büyüme işsizliği düşürdü” başlığı ile ortaya çıkan Bahçeşehir Üniversitesi’nin Betam’ına, işgücü dışı nüfus alanını analize katmadan yorum yapmamasını salık verirken, istihdamda sektörel durumu da tahlil etmesini öneririm. Tarımdaki büyüme 2010’da yüzde 0,5’i bulmazken tarımda istihdam nasıl oluyor da yüzde 7 artabiliyor? O tarım, 2009 kasımından bu kasıma nasıl 354 bin yeni istihdam yaratmış oluyor acaba ? 2010’un istihdam artışının yüzde 31’inin tarımda gerçekleşmiş görünmesini sorgulamadan, bilim adına nasıl böyle başlıklarla ortaya çıkıyorlar, anlamak zor.

14 Şubat 2011 Pazartesi

Bu Cari Açıkla, Nereye ?

Mustafa Sönmez

Beklenenden da ürkütücü bir sonuç geldi ve cari açık, yani Türkiye’nin döviz açığı, 2010’da 48,5 milyar dolara çıktı. 2010’un milli gelirinin 730 milyar dolar olarak gerçekleştigi varsayılırsa, cari açığın milli gelire oranı yüzde 6,7’ye çıkmış bulunuyor ki, Türkiye tarihinde bu ölçüde bir açık yok!...En son 2006’da bu oran yüzde 6,1 olarak gerçekleşmişti.



Kaynak;TCMB Ödemeler Dengesi, TÜİK büyüme verileri

Peki şimdi ne oluyor, ne olacak? AKP iktidarı, Orta Vadeli Plan(OVP)’da 2010’un cari açığının 39 milyar dolar olacağını umuyordu. Umduğunun neredeyse 10 milyar dolar üstünde bir açık gerçekleşti. Yani, büyük bir şamata ile dillendirilen yüzde 7’ye yakın bir büyüme, sonuçta 48,5 milyar dolarlık bir döviz açığı bahasına gerçekleşmiş oluyor. OVP, 2010 için cari açık/milli gelir oranını yüzde 5,4 olarak öngörmüştü. Gerçekleşme, en az yüzde 6,5

AKP iktidarı, OVP’de, 2011 için de yüzde 4,5 büyüme öngörüyor ve cari açığın bu kez 41,5 milyar dolara çıkacağını, yine milli gelirin yüzde 5,4’ü oranında olacağını öngörüyor. Ama, 2010’da ortaya çıkan bu durumla, “evdeki hesabın çarşıya uyması” pek mümkün görünmüyor.

Sonunda, Merkez Bankası’nın uyarılarıyla, iktidar fark etti ki, bu gidiş gidiş değil, cari açıkta kantarın topuzu kaçtı. Bu kez ne yaptılar? Güya, açığı frenleyecek bazı önlemler geliştirdiler. MB, faizleri biraz indirdi, bankaların kredi musluklarını kısmaları için “munzam karşılık oranları”nı artırdı. Tekstil ithalatını biraz zorlaştırıyorlar vs,vs…Amaç, ithalatı kamçılayan sıcak para girişini yavaşlatmak, sıcak paranın iştahını azaltmak. 2011 için bir yandan yüzde 5’e yakın büyüme umuyorlar, ama bunun rüzgarı olan sıcak parayı da bu tempoda istemiyorlar. Çünkü, 2010 temposu değişmezse, ortaya çıkan döviz açığını finanse etmek gibi bir sorunla burun buruna gelinecek, finansman zorlaşınca kur şoku yaşanabilecek. Eğer, küresel kriz olmasaydı, yani AB’de hava günlük güneşlik olsaydı, değil bu ölçüde cari açık, bunun bir gömlek hafifi bile Türkiye’de ciddi bir kriz yaratırdı. Ama şimdi olmuyor, en azından şimdilik olmuyor.Neden? Çünkü, Türkiye’nin yer aldığı cari açık veren ülkeler kümesi, yani Güney Avrupa, Doğu Avrupa ülkeleri, öyle berbat durumda ki, Türkiye’nin bu derbeder hali bile, onlardan ehven görünüyor sıcak para sahiplerine.




Kaynak: IMF, World Economic Output,Update, Jan. 25, 2011, p. 9

Türkiye bu derbeder haliyle bile kredi notunun yükseltilmesi ve bu cari açıkla yaşayabilecek dış kaynak beklentisi içinde. Bu haline bakmadan, kredi dereceleme kuruluşlarının BB, Ba2 gibi mütevazi kredi notunu düşük bulan, Türkiye’nin ‘yatırım yapılabilir’ sınıfında gösterilmemesinden şikâyetçi olan çok. Peki, yüzde 6,5 cari açık/milli gelir göstergesiyle, derecelendirme kuruluşları, Türkiye’nin notunu yükseltirler mi? Zor. Bu kuruluşların artık sırtlarında yumurta küfesi var. Geçen yaz ABD’deki yeni finansal düzenlemelerle, dereceleme kuruluşlarına da önemli yükümlülükler getirildi.. Artık, Moodys, S&P,Fitch gibi kuruluşların verdiği nota dayanarak adım atan, bir iflas ya da borç ödeyememe hali ile karşılaşırsa, bu kuruluşlar hakkında tazminat davası açabilecek. Yani, pabuç pahalandı. Tarihi döviz açığı vermiş bir ülkenin, bu haliyle notunu yükseltmeye yanaşan olur mu, bilinmez. Ama, görünen o ki, bu kadar açıkla, 2011’de değil hedeflenen yüzde 5 büyüme, yüzde 2 büyüme bile güç.

Çakma Tarzan, daldan dala atlıyor, Balyoz ile, KCK ile, KKTC ile, ucube ile vakit kazanma peşinde. Ama dallar çürük…Silkelemeyi bilen olsa, tepetaklak olması işten değil…Ama nerede?

12 Şubat 2011 Cumartesi

Meslek Lisesi, 300 Bin İşsizin Meselesi…

Mustafa Sönmez

“Gençlerimiz iş arıyor.İşverenlerse iyi yetişmiş çalışan bulmakta zorlanıyor”. İkide bir duyduğumuz bu klişe cümle, pek de Türkiye gerçeğine uymuyor. Neden mi? İyi yetişmiş, meslek lisesi mezunu 300 bin kişi işsiz ve iş arıyor da ondan. Meslek liselilerden 100 bin fazla, yani 400 bin de lise mezunu işsiz var. Böylece cebinde lise ve meslek lisesi diploması olan 700 bin işsiz gençten söz ediyoruz. Gelelim, liseden sonra nice sınav barajlarını aşıp üniversiteye kapak atan, en az 4-5 yıl dirsek çürütüp üniversite-yüksek okul bitirip mezun olan ama iş bulamayanlara. Bunların sayısı da 2010 Ekim itibariyle 500 bin. Böylece, diplomalı işsiz olarak tanımlayabileceğimiz eğitimli, diplomalı işsiz sayısı 1 milyon 200 bine ulaşıyor.Yani, toplam resmi işsizlerin yüzde 40’ından fazla bir diplomalı işsiz kitlesinden söz ediyoruz!...

Onca yıl okul okuyan genç iş bekliyor, onca yıl, bin bir fedakarlıkla çocuğunu okutan, lise, meslek lisesi, hatta üniversite mezunu yapan aile, çocuğuna iş bekliyor…Bekliyor da bekliyor.






Düz liselerin eğitim kalitesi malum. Çocuklara işe girmelerine yarayacak pek bir formasyon kazandırılamıyor. Çeşitli üniversitelerin fakültelerinden, yüksekokullarından mezun olanların da bu kalitesiz eğitimle ne kadar beceri kazandığı sorgulanmaya değer. İyi de, sanayiye, bilişim sektörüne, hatta turizme mesleki bilgilerle donatılmış eleman yetiştiren meslek liselerinden mezunlar, yani mesleği olanlar, eskilerin deyimiyle “altın bileziği olanlar”, nasıl iş bulamıyor? Nasıl meslek lisesi mezunu olup da iş arayanların sayısı 300 bin kişiyi buluyor?
***
Bu 300 bin kişiye iş imkanı sunulamazken bir de meslek liseliliği özendiren çabalar var. Ortaöğretimde dokuzuncu sınıftan sonra mesleki teknik liseler ile genel liseler arasında geçişlere imkan veren esnek bir yapıya geçildi. Amaç, düz liselilerin, isteyen olursa, meslek lisesine geçiş imkanı vermek. Ne kadar yönelim var bilinmez, ama ortada 300 bin meslek liseli işsiz mezun dururken, bu okula yöneliş nasıl cazip hale gelsin ? Liseli bir genç, liseli olarak da mezun olsa, meslek lisesini bitirerek de işgücü pazarına çıksa, iş bulamıyor. Bunlardan tam 700 bin işsiz var işgücü pazarında.
Bütün bu diplomalı işsizlik gerçeği ortada duruyorken, hele ki, meslek lisesi mezunu, dolayısıyla meslek sahibi 300 bin genç ortada iş beklerken , İş yaratmak yerine, “Mesleksizlik” sorununu gidermek iddiasıyla adeta proje üstüne proje yaratılıyor. Bunlardan biri Çalışma Bakanlığı koordinasyonunda hazırlanan “İstihdam ve Mesleki Eğitim İlişkisinin Güçlendirilmesi Eylem Planı” …15 Temmuz 2010 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe konuldu. Konuldu da, ne işe yaradı? Bir de Milli Eğitim Bakanlığı, Çalışma Bakanlığı, İŞKUR ve TOBB işbirliğinde uygulanan “Uzmanlaşmış Meslek Edindirme Merkezleri” projesi kapsamında 81 ilde faaliyet gösteren 111 adet endüstri ve meslek lisesinin makine ve teçhizat altyapısının güçlendirilmesi ve öğretmenlerinin hizmet içi eğitimden geçirilmesini öngören bir proje var. Amacı, hem örgün eğitimin kalitesinin artırılması hem de meslek edindirme kurslarının düzenlenmesi… Projeler tamam da, ne oluyor? Ortadaki 300 bin meslek lisesi mezununa iş bulunamazken yenilerini piyasaya süreceksiniz de ne olacak?


300 bin meslek liseli işsiz piyasada iş beklerken, devlet büyükleri, mevcut meslek liselilere, hatta üniversitelilere neden iş bulamıyoruz sorusu ile yüzleşmek yerine, sanki aranan kan bulunamıyormuş gibi işgüzarca, beyhude işlere koşuşturuyorlar.


Sıcak para morfinmanı sanayinin neden istihdam yaratmadığı, çalışmaya hazır hem de meslek sahibi olan onca genç, diplomalı onca liseli ve üniversiteli varken, onları görmezden gelip, “mesleksizlik” gibi abartılı sorunlara yönelmek, gerçeklerle yüzleşmekten kaçmak değilse, nedir?

400 bin liseli, 300 bin meslek liseli, 500 bin üniversiteli iş bekliyor, iş…

11 Şubat 2011 Cuma

TÜSİAD Başkanı’nın Vergi Yanılgısı



Mustafa Sönmez

TÜSİAD’ın Görüş dergisinin Şubat 2010 sayısında yer alan makalesinde Başkan Ümit Boyner, kayıt dışılığın Türkiye’deki boyutları, yarattığı haksız rekabet ve devamında da vergi yükünün paylaşımındaki hakkaniyetsizlik konularına değiniyor. Makaleyi, yoğun iş trafiğinde kendisi mi hazırladı, danışmanları mı yardımcı oldu , bilinmez ama, Başkan Boyner’in yazısında kullanılan kayıt dışı veriler doğru yorumlanmamış, vergi ile ilgili dünyadaki durum iyi araştırılmamış, dolayısıyla yapılan analiz ve ulaşılan sonuçlarda büyük eksik ve yanlışlar var.

Birincisi, Türkiye’de kayıt dışı istihdam, kabaca yüzde 45’leri bulur ama bunun tarım-tarım dışı analizi yapılmalıdır. 10 milyon dolayındaki kayıt dışı istihdamın , yarısı tarım dışındadır. 5 milyon kayıt dışının tarımda olması ise tarımın yoksulluğu ile ilgilidir. Neredeyse tamamı aile işçisi, üreticisi olan kayıt dışı tarımın Türkiye milli gelirine katkısı yüzde 3-4’ü bulmaz. Dolayısıyla buradan derde derman bir vergi ve sigorta primi beklemek safdillik olur. Tarım dışındaki kayıt dışı 5 milyon istihdam ise, daha çok atölyelerde, ama ağırlıkla da küçük ticaret-turizm işyerlerindedir. Çoğu vasıfsız, ucuz emek kullanan bu işletmelerin yarattığı katma değer de dikkate değer büyüklükte değildir. Dolayısıyla, kayıt dışı ekonomiden büyük vergi ve prim kaybı olduğu tezi bir şehir efsanesidir. Ve bu klişe TÜSİAD Başkanı’nın makalesinde de tekrarlanmıştır.

Asıl atlanan ya da kamufle edilen gerçek nedir, biliyor musunuz? Kayıt dışılık ya da vergi -prim kaçağı, aslında, kayıtlı görünen sektörün içindedir. Herkes de bilir ki, kayıtlı görünen işletmelerde hem vergiden kaçınma, vergi kaçırma, hem de sigorta prim kaçağı vardır. İşyeri ve işçiler kayıtlı görünür ama Maliye’ye matrah düşük gösterilir, vergi kaçırılır; işçilerin primleri SGK’ya asgari ücretten yatırılarak saklanan ücretin hem vergisi hem sigorta primi ödenmez. Kayıtlı işyerlerinde yapılan sınırlı denetimler bile büyük kaçaklar saptıyor. Bu sınırlı denetimlerden sadece Hesap Uzmanları Kurulu tarafından yapılan 2004-2009 dönemine ait olanlardan ulaşılan sonucu, Kurul’un faaliyet raporundan aktaralım: “…son 5 yılda Hesap Uzmanları tarafından yapılan vergi incelemelerinde toplam 136,15 milyar TL tutarında matrah incelenmiş ve bu incelemeler neticesinde incelenen matrahın % 36’sı oranında (49,05 milyar TL tutarında) matrah farkı tespit edilmiştir (Hesap Uzmanları Kurulu, 2009 Faaliyet Raporu.s. 46) . Yüzde 36 kaçak, müthiş bir sonuçtur ve göstermektedir ki, esas kaçak, Boyner’in “sütten çıkmış ak kaşık” gibi gösterdiği kayıtlı gibi görünen kesimdedir.
***
Başkan Boyner, makalesinde şöyle diyor: “Hükümetler, .. AB ortalamalarına yakın bir reel vergi veya kişi başına vergi düzeyini yakalamak ve korumak durumundadır”. Güzel bir tavsiye, ama acaba şunun farkındalar mı: Türkiye, OECD ülkeleri içinde milli gelirine göre en az vergi ve prim toplayan ülkedir. OECD genelinde yüzde 42 olan kamu gelirlerinin milli gelire oranı ortalaması Türkiye’de yüzde 30’a kadar düştüğü gibi, verginin alındığı kaynak ve sınıflar açısından da Türkiye en adaletsiz ülkedir.




Kaynak:OECD, Kamu Geliri/GSYH verileri, 2008 yılına aittir ve OECD ortalaması yüzde 42’dir. Diğer veriler 2009 yılına aittir.

OECD verilerine göre, milli gelirin en çoğunu vergi ve sigorta primi olarak alan ve sonra bu geliri, çağdaş kamu hizmeti için harcayan, gelir adaletsizliğini azaltmada kullanan ülkeler Norveç,İsveç gibi İskandinav ülkeleridir. Boyner’in örnek aldığı diğer AB ülkelerinde de kamu gelirleri, milli gelirin yüzde 42-43’ünü bulmaktadır. Demek ki, örnek aldığımız ülkelerin düzeyine çıkmak için milli gelirin en az bugünkünün yarısı kadar daha fazla vergi ve prim toplanmalıdır. Bu, yeni vergiler salma ,vergi ve prim kaçaklarını önleme gerekliliği demektir.

AB ülkelerinden bizi ayıran asıl adaletsizlik, verginin kaynakları, dolayısıyla sosyal sınıfların vergi yükündeki büyük adaletsizliktir. Türkiye’de verginin üçte ikisinin dolaylı vergi olarak tüketiciden alındığı ve bu yapının AB’deki en adaletsiz yapı olduğu açık. Gelirden, servetten alınan vergilerin ağırlığı ise Türkiye’de diğer ülkelerden daha düşük. Kaldı ki, gelirden alınmış görünen vergilerin çoğu da sayıları 10 milyonu bulan kayıtlı ücretlilerin bordrosundan, kaynakta kesilir. Vergi, gelirin toplandığı kesimlerden alınmalıdır. Türkiye’de gelir, piramidin tepesinde toplanıyor. Vergi de piramidin tepesindeki TÜSİAD; MÜSİAD,TUSKON gibi örgütlerin üyesi sermayedarların gelir ve servetlerinden, büyük firma ve bankalarından alınmalıdır.

9 Şubat 2011 Çarşamba

Mutfak Yanıyor, AKP Tarımı Umursamıyor

Mustafa Sönmez

Gündem, kısır tartışmalarla işgal altında iken, sokak için geçim derdi bütün yakıcılığını koruyor, tabi görmek isteyene. Çarşı, pazara çıkanlar hallerinden hep şikayetçi. Şikayetçi olmaları da anlaşılır bir şey. Çünkü hem gelir yetersiz, hem de tüketim sepetine her geçen gün biraz daha az gıda malı girebiliyor.Gıda fiyatları düşmek bilmiyor. Tarımın ihmali ile, bütün ithalat önlemlerine rağmen gıda enflasyonu yakıcılığını koruyor. Tarıma AKP iktidarının tutumu pek değişmiyor, tarımın ihmali, hem üretici köylüyü hem de kentteki tüketicileri mağdur ediyor.
2011’in ilk ayının düşük enflasyonu ile yüzde 5’in altına düşen tüketici fiyatlarının pek reklamı yapıldı, ama alt-orta gelirli gruplar için enflasyon denince akla gelen gıda enflasyonunda yıllık artış yüzde 7’nin altına inmedi. Biraz geriye gidip, mesela AKP iktidarının 2006-2010 dönemini analiz edersek, bu 5 yılda tüketici fiyatlarındaki artışın yüzde 41’i bulmasına karşılık gıdadaki enflasyonun yüzde 51’i geçtiğini, yani, mutfaktaki enflasyonun genelin 10 puan üstünde seyrettiğini görürüz. Gıdadaki fiyat artışlarının genelin üstünde seyri artık “yapısal” bir özellik kazanmış durumda. 2006-2008 yıllarında yüzde 12’de direnen gıda enflasyonu son iki yıldır ancak yüzde 8’e indirilebildi. Ama yine de gelecek için umutlanmaya fazla neden yok. Çünkü tarımsal üretimde iç açıcı bir tablo yok. Tarım, özellikle 2007’de yüzde 7 küçülmeyi yaşadıktan sonra belini doğrultamadı. 2010 için beklenen tarımsal büyüme ancak yüzde 0,5. Özetle, 2006-2010 döneminde tarımdaki yıllık büyümenin yüzde 0,6’ da kaldığı görülüyor.
Tarımdaki bu çöküşün ortaya çıkardığı ürün arzını telafi için başvurulan ithalat ise hızla artıyor. Kendi kendine yetmekle övünülen Türkiye tarımı, giderek artan ölçüde ithalata muhtaç hale getirildi.



AKP iktidarında, yani 2003-2010 döneminde tarım ürünleri ve gıda sanayi ürünlerinin ithalatına ödenen döviz, 54 milyar doları geçti. AKP iktidarının ilk yıllarında 4-5 milyar dolar bandında olan yıllık tarım-gıda ithalatı, izleyen yıllarda yıllık 9-10 milyar dolar bandına sıçramış durumda.

AKP’nin yönettiği dönemin tümünde tarım-gıda ithalatının payının toplam ithalatın yüzde 5’inin üstüne çıktığı görülüyor. 2000’lerin başlarında yok sayılacak balık ithalatı, 2010 yılında 33 milyon dolara çıkmış durumda. Tarım ürünleri ithalatı, AKP iktidarının başında 2,5 milyar dolar iken 2010’da 6,5 milyar dolara çıktı ve mamul gıda ürünleri ile birlikte toplamı 10 milyar dolara yaklaştı.

***

Üretimi özendirmek yerine mutfaktaki yangını et, sebze-meyve, tahıl vb. ithalatı ile yatıştırma kolaycılığına kaçan AKP iktidarının, yıllık büyümesi yüzde yarıma düşmüş tarımı ihmali , merkezi bütçeden tarıma ayırdığı desteğin dandik boyutlarından da belli.



Çok değil, 2007 ve sonrasına baktığınızda bile, merkezi bütçeden tarıma destek olarak aktarılanların, hele ki faiz harcamaları ile kıyaslandığında, devede kulak kaldığı görülüyor. Bu dönemde tarımın bütçeden aldığı pay yüzde 2’lerde iken faizinki yüzde 22-23 dolayında.

İktidar, bu yıl yani 2011 için ise bütçeyi 312 milyar TL’ye çıkarırken tarıma transferleri 6 milyar TL’de tutuyor. Faiz farkı desteği gibi diğer desteklerle birlikte bile, bu toplamın, önceki yıllardan çok fark yaratmayacağı ve tarımda üretimi teşvik etmeyeceği açık. Bu da, mutfaklar için gıda enflasyonun kolay kolay düşmeyeceği anlamına geliyor.

7 Şubat 2011 Pazartesi

“Sağlığa Kaynak Sınırlı” Kuyruklu Bir Yalan…

Mustafa Sönmez

AKP İktidarı, bir süredir “Sağlıkta Dönüşüm” adı altında bir “reform” programı uyguluyor. Rehberi Dünya Bankası olan bu programın özü, neoliberalizmin kurallarını sağlığa taşımaktan başka bir şey değil. Bu amentünün de özü, sağlık hakkını metalaştırmak, ticarileştirmek, sağlığa ayrılmış kamu bütçesiyle, bir kuzudan birkaç post çıkarırcasına yurttaşın sağlık hakkını en ucuz harcamayla geçiştirmek.

“Sağlıkta Dönüşüm” adlı safsatanın bir ayağını, sağlıktan özel sermayenin birikim sağlamasının yollarını açmak, insan sağlığını, üstünden daha çok para kazanılır bir meta haline getirmek, bir insan hakkı olan sağlık hakkını paraya tahvil etmek oluşturuyor. Özel hastanecilik hızla teşvik ediliyor. Devlet, hizmet alıcı olarak özel hastane girişimlerini hızla teşvik ediyor.
Sağlıkta neoliberal “reform”un ikinci ayağını ise, kamusal bir hizmet olan sağlığa kamusal kaynaklardan en az dilimi ayırmak, harcamanın bir kısmını hastanın, hasta sahibinin cebinden çekip almak, kendi ifadeleriyle, “tahsiste verimlilik” sağlamak oluşturuyor. Bu anlayış, bütçeden sağlığa ve sosyal güvenliğe ayrılmış kaynaklardan, “azami verimliliği sağlamak” hedefi üstüne kurulu. Sağlıkta, tam gün, üniversite hastaneleri üstündeki tasarruflar, aile hekimliği vb. taşeron kullanımı operasyonlarının hepsi, sağlığa ayrılmış bütçelerin en verimli biçimde kullanılması, faturanın bir kısmını hastaya yıkma anlayışına dayanıyor. Bu da “performans değerlendirmesi” adı altında, hekimden, sağlık personelinden, aldığı ücretin karşılığında en uzun ve yoğun mesaiyi almak denklemine dayanıyor. Böylece, AKP’nin sağlık yöneticileri , her hasta vakasını en ucuza mal etmeyi ana hedef haline getiriyor. Sağlıkta kalite, özen, isabetli teşhis, doğru tedavi amaçları, Üniversitenin araştırma, uzman yetiştirme gibi görevleri , tüm bunlar, bu kilitlenmenin içinde öğütülüyor,yok olup gidiyor.

***
Bu özünde, kapitalizmin vahşileştirilmesi dönemine ait “Taylorizm”in sağlığa taşınmasından başka bir şey değil. Hasta başına ayrılan süreler, oda, yatak, ilaç, gereç vb. girdiler hesaplanıyor, "Verimlilik" güdüsüyle, birim zaman içinde “üretim bandındaki” hastaya ne kadar zaman, ne kadar ilaç-malzeme harcanacağı hesaplanıyor ve bunun birim hasta için en az zaman ve maliyetle yerine getirilmesinin hesapları yapılıyor. Hekimden, birim zaman içinde daha çok “ürüne (hastaya) bakması, bunu yaparken en az araç-gereç,ilaç harcaması ve vakayı en ucuz maliyetle banttan indirmesi isteniyor. Hekimler, böylece performansla tanışmış oluyorlar. Yani, ücretlerini artık kaç hasta baktıklarına, kaç reçete yazdıklarına, kaç operasyon yaptıklarına, kaç sevk yaptıklarına, vb göre alıyorlar. 19.yüzyılın başlarında fabrikalarda uygulanan “Bilimsel Yönetim”, yani Taylorizm, artık sağlık sektöründe….

***

İnsan sağlığını paraya teslim eden, “paran kadar sağlık” anlayışını besleyen, devletin sağlık hakkı yükümlülüğünü ise “kaynaklar kısıtlı, buna mecburuz” bahanesi arkasına saklayan bu anlayış, topluma büyük yalanlar söylüyor. Konu sağlık olunca, kaynaklar kısıtlı diyenler, gerçek savurganlıkları toplumdan arsızca saklıyorlar. Genel bütçeden sağlığa ayrılan kaynak, 2010’da polis harcamalarının 3 milyar TL altında kaldı ve 16 milyar TL olarak gerçekleşti.Yani bütçenin yüzde 6’sı bile değil.. Asli işi, gaz,su sıkmak olarak tariflenmiş polise , nasıl oluyor da sağlık hizmetlerine harcanandan 3 milyar daha fazla kaynak bulunabiliyor ?

Sosyal Güvenlik Kurumu’na açıklarını kapaması için çoğunu halkın ödediği vergilerden yapılan aktarmalar, 2009’da 29 milyar TL, 2010’da 30 milyar TL’yi geçti. Peki bu kaynaklarla geliri 2010’da 95 milyar TL’nin üstüne ulaşan SGK, sağlığa bu bütçenin ne kadarını harcayabiliyor? Sıkı durun: sadece üçte birini. Hem de sağlık tedarikinde özel hastanelerin payını hızla artırıp kamu ve üniversite hastanelerinin payını azaltarak…

SGK, açıklarını yıllık 30 milyar TL’ye çıkarıp bütçeden bu açığın finansmanını karşılarken, özel firmalardan, AKP’li belediyelerden tahsil edemediği prim gelirleri ne kadar dersiniz? 30 milyar TL. Yani, primini tahsil etse, bütçeden kaynak çekmeyecek. Bu batık 30 milyar TL’lik kaynak bile kendi başına, sağlığa para yok, varolanı ekonomik kullanmalıyız argümanını öylesine çöpe atmaya yeterli ki. Kaynak mı soruyorsunuz sağlığa: SGK bütçesini doğru dürüst kullanın, primlerini tahsil edin. Kaynak mı soruyorsunuz: Polis harcamalarını azaltıp sağlığa ayırın. Ödemeleri gereken verginin yüzde 82’sini kaçıran patronların üstüne düşün artacak vergi ile sağlığa kaynak çıkar. Sağlığa kaynak mı soruyorsunuz: Kaçak çalıştırılan 4 milyon işçinin patronunu bulup kayıt altına alın bakın SGK primleri nereden nereye çıkar. Sadece patronlara yıllık verilen sigorta prim teşvikiniz bile 3,5 milyar TL. Bu kaynağı sağlık bütçesinde kullansanız, bu abuk subuk reformlara gerek kalır mı?.

5 Şubat 2011 Cumartesi

Polis Devletinin Neresindeyiz?




Mustafa Sönmez

Türkiye, AKP iktidarı ile birlikte hızla polis devleti haline geliyor. Polisteki “cemaat vesayeti” artık sır değil. Halkın can ve mal emniyetini karşılaması beklenen polisi, daha çok işçilerin,öğrencilerin toplumsal tepkilerini bastırırken, gaz, su sıkarken, Ergenekon, Balyoz operasyonlarında görüyoruz. Polis bütçesinin, merkezi harcamalardan aslan payı alan temel bütçelerden biri olması gözden kaçmıyor. Devletin genel kolluk kuvveti, 241 bin kişilik Emniyet Genel Müdürlüğü, 5 bin kişilik Jandarma ve 1500 kişilik Sahil Güvenlik kadrolarından oluşuyor. Merkezi bütçeden “Kamu Düzeni ve Güvenlik” adlı hizmete 2010 yılında yapılan harcamanın 19 milyar TL ile genel bütçe harcamalarının yüzde 6’sını bulduğu görülüyor. Aynı bütçede askerin “savunma harcamalarının” 15 milyar TL ile polis harcamasından 3 milyar geride kaldığı görülürken sağlığa yapılan harcamanın da polis harcamasından 3 milyar TL geride olduğu görülüyor. Bu sayılar, polis devletinin neresinde olduğumuza dair bir gösterge sayılabilir ama polis devletinin gerçek boyutlarını anlamak için “özelleştirilmiş emniyet” i de dikkate almak gerekir.

***

1980 sonrası başlatılan ve son yıllarda hızlandırılan “Özel Güvenlik Hizmeti” ile polisin “güvenlik” işlevleri özelleştirilirken “asayiş” adı altındaki işlevi devletin polisine bırakıldı ve “özel güvenlik” büyütüldükçe gazcı-coplu polisin gücü artıyor. Peki, emniyette özelleşme nasıl gelişiyor?

12 Eylül diktatörlüğünün ilk icraatlarından biri olan bankaların özel güvenlikçilerce korunması, bankalarla sınırlı kalmadı; bir dizi işyeri, kamusal alan, derken özel alanlara, korunaklı sitelere kadar genişledi. Özel güvenlik sektörü, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün kontrolünde gelişiyor. Özel güvenlikçi yetiştiren eğitim kurumları, özel güvenlik hizmeti satan firmalar da Emniyet’in kontrolünde.




AKP iktidarı ile birlikte hızlanan özel güvenlikçilik önemli boyutlarda. Özel güvenlik hizmeti alan yer sayısı 2010’da 47 bini geçiyor. Özel Güvenlik uygulamasının yapılabilmesi için kişi, kurum ve kuruluşların, Valiliklerden “Özel Güvenlik İzni” alması zorunlu.

Çoğu emekli polis şefleri ve askerlerce kurulan özel eğitim hizmeti veren şirket sayısı 2010 sonunda 1294’ü bulmuş durumda. Özel güvenlikçi olmak özel eğitim almaktan geçiyor. Bu eğitimi veren şirket sayısı da 717’ye ulaşmış. Özel güvenlikçi sertifikası almak isteyen TC vatandaşının ; “Kamu Haklarından Yasaklı olmayan, 10/d kapsamındaki suçları işlememiş, Temel Eğitim Sertifikası sahibi, Silahsızlar için 18 yaşını ikmal etmiş ilköğretim mezunu, Silahlılar için 21 yaşını ikmal etmiş lise mezunu, Yeterli sağlık şartlarına haiz olması” gerekiyor. Bunca işsizin bulunduğu ülkede, özel güvenlikçi olmak için birçok genç , eğitim veren şirketlerden parasıyla ders alıyor ve sertifika ediniyor. Böyle sertifika sahibi gençlerin sayısı şimdiden 690 binin üstünde. Ama her sertifika sahibi iş bulamıyor. Önce kimlik edinmek gerekiyor. ÖGG kimliği olan eleman sayısı 428 binden fazla. Özel güvenlik izni bulunan kuruluşlara tahsis edilen kadro 298 bin olmasına karşılık istihdam edilmiş özel güvenlikçi sayısı 171 bin dolayında. Yani, sertifikası olan her 4 özel güvenlikçiden sadece 1’i istihdam ediliyor, diğerleri de iş bekliyor..


Devletin 246 bini bulan kolluk kuvveti 19 milyar TL’lik bütçe harcarken polisin yanında istihdam edilen 171 bin özel güvenlikçinin harcaması da 13-14 milyar TL’den az olmamalı. Bir kamusal hizmet olarak “emniyet”in özelleştirilmesinin öbür yüzü, bu faturanın vatandaşa ödetilmesi. Çünkü, özel güvenlik hizmeti alan firmalar, bunun faturasını herhalde sineye çekmiyorlar; tersine ürettikleri mal ve hizmete yansıtarak tüketiciye ödetiyorlar.

4 Şubat 2011 Cuma

Ucuzcu ve Aciz Burjuvazi

Mustafa Sönmez

Türkiye kapitalizmi, emeği olabildiğince ucuzlatarak buradan, küresel arenada rekabet gücü bulma acizliğinden vazgeçemiyor. Meclisteki “Torba Yasa” yı, emek blokunun muhalefetini göğüsleyerek militanca sahiplenmesi de bu acizliğinden. Emeği bugün olduğundan daha çok ucuzlatarak ancak rekabet gücü bulabileceğini varsayıyor. Asya’daki emsalleri ile “dibe doğru yarışta”, ancak böyle güç kazanacağını sanıyor.

Oysa OECD’deki çoğu Batılı diğer ülkeler, emeği ucuzlatmak gibi demode yollar yerine, eğitim, ileri teknoloji, iyi iş örgütlenmeleri ile birim emekten en yüksek verimi( gerçekte sömürüyü) sağlama derdindeler. Bu yolla küresel pazarda yer edinip sermaye biriktirme derdindeler. OECD verilerine göz atalım. Norveç’i bir yana bırakırsak, ABD, krizdeki gerilemesine rağmen 2009’da mal ve hizmet üretiminde, çalışılan saat başına en yüksek değeri üreten ülke durumunda. ABD, bu haliyle G7 ülkelerinden emek üretkenliğinde 12, AB’den 15, Japonya’dan 33 , Türkiye’den ise 56 puan ileride. Türkiye, kişi başına gelir ve emek üretkenliğinde, OECD’nin 30 ülke sıralamasında, Polonya, Rusya ve Meksika ile son dörtte.



Üretkenlikte bu kadar farklılık olunca, haliyle ABD, kişi başına gelirde (Satın alma gücü paritesine göre), OECD ortalamasından neredeyse 30 puan ileride ve Türkiye’nin kişi başına geliri de OECD ortalamasının ancak yüzde 40’ı. Türkiye kapitalizmi şunu göremedi, ya da görmek işine gelmedi: 1980 sonrasının küresel kapitalizm koşullarında , uluslararası piyasalarda uzmanlaşma ve teknoloji geliştirme yetkinliği rekabet gücünün önemli unsurları haline geldi. Hızla gelişen ve değişen bilgi ve iletişim teknolojileri, iş yapma biçimlerinde köklü değişiklikler yarattı. Bilgi yoğun ve yüksek katma değerli mal ve hizmet üretimi ön plana çıktı. İşgücünün ucuzluğu değil, işgücünün eğitim seviyesi ve gerekli yeteneklere sahip olması önem kazandı. Akıllı kapitalistler, akıllı işçiye yatırım yaptılar. Bizimkiler gibi çapaçul kapitalistler ise varsa yoksa ucuz emekten ve kamu malı yağmasından nasiplenmeye baktılar.

Sonra bir de dönüp baktılar ki, Çin ve Hindistan gibi, ibadullah ucuz emeği olan ülkelerle tekstil, giyim, deri gibi geleneksel sektörlerde rekabet mümkün olmaktan çıkmış… Otomotiv, makine, beyaz eşya, ana metal ve petrol ürünlerinde ihracata odaklanmayı deneseler de, çoğu çakma ihracatçı kaldı. Net ihracat, birkaç sektörden öteye geçemedi. Çoğu sektörde net ithalatçılığı aşamadılar. Sıcak para morfinmanlığı, onun ithalatı kışkırtması karşısında, birçok sektör, iyice havlu atar hale geldi ve bir kısmı dışarı ile rekabeti bırakıp içeride konut, plaza, AVM sektörlerinden; devletin terke zorlandığı sektörlerden para kazanma yolunu seçti. Ama, bunun da bir sonu var tabi ki.
***
Torba yasaları ile ucuz ve güvencesiz emeğe ihtiyaç duyan aciz burjuvazi, teknoloji üretiminde yetersiz, modern teknoloji kullanımını yaygınlaştıramıyor, işgücüne nitelik kazandırmaya niyeti ve sabrı yok, yüksek katma değerli ürünlerde üretim yeteneği çok sınırlı, tesislerin üretim ve yönetim yapılarında modernizasyon ihtiyacına cevap veremiyor. Bu acizlik içinde saplantı halinde, hep işgücünü ucuzlatmanın, onu, ihbar-kıdem tazminatı engeline takılmadan şekillendirmenin derdinde. Devleti de ucuz hizmete, bunun için de ucuz ve güvencesiz memur istihdamına yönlendiriyor.


Bu kafa, istediği kadar emeği ucuzlatsın, yine krizden krize sürüklenir, toplumu da perişan eder.Bu kafa, gelişme yetisini kaybetmiştir, ehliyeti elinden alınmalı, kamusal yarara dayalı, planlı atılım devri başlatılmalıdır.
.

2 Şubat 2011 Çarşamba

Aç Gözlü Sermaye, İstiyor da İstiyor…

Mustafa Sönmez

AKP iktidarı, 12 Eylül referandum “torba”sında yaptıklarını pek başarılı bulmuş olmalı ki, aynısını tekrarlıyor. Torbanın içinde vergi affı, öğrenci affı, emekli maaşlarının iyileştirilmesi gibi “şeker”ler var ama aynı torbada daha fazla sömürü anlamına gelen esneklik, gençlere güvencesizlik, stajyer ve çırakların ücretlerinde düşüş, taşeronlaştırma, kadrolu çalışanları öğütme hinliği de var.

Geriye çekilip genel tabloya bakıldığında, emek zaten bu kadar örgütsüzken ve her geçen yıl elindeki, avucundaki budanırken hala daha ne isteniyor sorusunu sormadan edemiyor birçok kimse. Gerçekten de, 14 milyon ücretlinin 1 milyonu bile toplu sözleşme hakkını kullanamaz durumda, yılda 1000 kişi bile greve çıkamayacak durumda. 3 milyonu resmi, 3 milyonu gayriresmi 6 milyon işsiz, asgari ücretle çalışmaya razı, krizde reel ücretler geriletildi… Daha ne isteniyor? Dahası, devlet kuruluşu TÜİK bile ücretlilerin yaklaşık 4 milyonunun kayıtsız yani kaçak çalıştırıldığını açıklıyor. Üstelik, bu kaçak işçinin yüzde 85’i, tarım dışında yani kentlerde. Kaçak çalıştırma suç. Hem vergi kaçırmak hem sosyal güvenlik yükümlülüklerinden kaçmak demek. Ama buna yıllardır göz yumuluyor. Kaçak istihdam, çünkü işverenlere bir tür teşvik demek.



Her 4 işçiden birinin kaçak istihdamına göz yuman devlet, bununla yetinmiyor, ücretleri daha da geri çekecek, işverenlerin kıdem tazminatından çekinerek işten çıkaramama engelini aşmalarına imkan verecek, genç ve kadın işsizliğinden tepe tepe yararlanacakları düzenlemeleri “ Torba yasa” ile geçirmeye çalışıyor. TÜSİAD’ın, TİSK’in bazı üniversitelerdeki sermaye yalakası hocalardan, medya meddahlarından destek alarak AKP iktidarının programına yerleştirdiği “mikro reform”ların başında gelen “İstihdam Strateji Belgesi” , temelde hak gasplarını, işsizlik fonunun yağmalanmasını ve sayıları 4 milyona yaklaşan kaçak istihdama yeni kaçakların eklenmesini, kamu çalışanlarını da güvencesizleştirmeyi hedefliyor.

***

Peki neden bu bitmez saldırganlık, emek düşmanlığı ? Neden açık: Türkiye kapitalizminin AKP eliyle icra edilen neoliberal versiyonu, bunca sömürüye karşın, ayakta kalamıyor. Sadece 2010 yılına bakın. Yüzde 7 büyüyebilmek için 184 milyar dolar ithalata karşılık 114 milyar dolar ihracat yapabilmiş. Yani, açık 70 milyar dolar. Böyle bir açıkla çarkı döndürmek kolay değil. Peki ne gerek? Daha fazla ihracat için; yıkıcı Asya ithalatı ile rekabet için daha düşük maliyetli emek… Neoliberalizmin , bildiği tek yol var: Daha çok ucuz, örgütsüz işçilik, daha ucuz devlet hizmeti… Bunun için, kendi kullandığı işgücünün daha ucuz, daha atılır tutulur(esnek), daha düşük maliyetli olmasını istiyor. O nedenle, “staj-eğitim” bahanesiyle genç emeği tepe tepe kullanmaya yöneliyor. Genç işçi ve kadın işçi çalıştırmaya devlet teşviki sağlıyor. İhbar tazminatı, kıdem tazminatı yüklerini en az indirecek kolaylıklar sağlıyor, 46 milyar TL’lik işsizlik fonunun kendisi için yağmalanmasını istiyor. İstiyor da istiyor. Ama bununla bitmiyor. Sermaye, devletin de verdiği her tür hizmeti daha ucuza mal edip küçülmüş devlet olmasını istiyor. Sağlık, ucuza servis edilsin, bunun için gerekiyorsa sağlık çalışanları daha uzun, daha ucuza çalıştırılsın istiyor. Devlet memurunun işten atılamaz olmasına tahammülü yok, onun bu “ayrıcalık”ına son verilmesini, bunun için de statüsünün değiştirilmesini, istenildiği gibi esnetilir hale gelmesini istiyor. İnsanları evden çalıştırayım, ofisten , ekipmandan tasarruf edeyim ama buna karşılık bir sigorta yüküm olmasın istiyor. Aç gözlü, istiyor da istiyor…Dur denilmezse, daha da isteyecek, daha da…

31 Ocak 2011 Pazartesi

Patlamış Mısır, Kabarmış Türkiye…

Mustafa Sönmez

Mısır’da halk hareketinin boyutları Tunus’takinden çok daha büyük ve güçlü. Öyle güçlü bir dalga ki, buna karşı çıkmak ve bu hareketi zor kullanarak sindirmeyi denemek, daha büyük yangınları ve kaosu göze almak demek. Bunun ABD de, AB’nin merkez ülkeleri de farkında ve üstünde ittifak ettikleri görüş şu: 82 yaşında ve hasta “Reis” Mübarek, 30 yıllık iktidar dönemini kapatmalı, bir an önce çekilmeli, hemen seçimlere gidilmeli. Ve galiba olacak da o…Gidenin yerine neyin geleceğini anlayabilmek için, Mısır’ın üretim ilişkilerine göz atmak, patlamış Mısır’ı, kabarmış Türkiye ile kıyaslamak yerinde olacak. Ülkeleri kıyaslamada en kestirme ve görece güvenilir kaynak olarak CIA sitesini (ww.cia.gov) tavsiye ederim.




Türkiye, nüfus olarak Mısır’dan 7 milyon az, ama kapitalistleşmede Mısır’ın çok önünde. Mısır, Türkiye milli gelirinin ancak yüzde 52’si kadar milli gelir üretiyor. Bundan dolayı da kişi başına gelir, Türkiye’dekinin yarısı kadar. Nüfusun işgücüne katılım oranı, Türkiye’dekinden daha geri ve verimsiz tarım işgücü yüzde 35’lere yaklaşıyor. Aradaki kapitalistleşme farkını hem dünya ekonomisi ile ilişkili göstergelerde hem de kentleşmede görebiliriz. Türkiye’de kentsel nüfus yüzde 75’e ulaşmışken Mısır’da yüzde 48’de. Yani Türkiye’nin 1970’lerdeki hali. Türkiye dünya ekonomisine Mısır’ın sattığının 4 katı mal satarken Mısır’ın aldığının 4 katı fazla mal ithal ediyor. Dolayısıyla cari açığı da Mısır’ın cari açığından kat kat fazla. Mısır, 2009’da 3 milyar cari açık vermişti 2010’da açığını kapadı.Türkiye ise 47 milyar dolar cari açık vermiş durumda.

İşsizlik ve adaletsiz gelir dağılımı, iki ülkenin de ortak kaderi . Türkiye’nin resmi işsizliği Mısır’ınkinin 2-3 puan üstünde, gelirin paylaşımında da Türkiye,Mısır’ı epeyi geride bırakan daha adaletsiz bir ülke.

Kamu maliyesinde Mısır’da hükümetin aşırı borçlandığı ve kamu borcunun milli gelirin yüzde 80’ini geçtiği anlaşılıyor. Türkiye’nin şimdilik tuzu daha kuru. Türkiye, Mısır’ın yaptığı dış borçlanmanın neredeyse 8 katını yapmış ve 270 milyar dolarlık borç yüküne sahip.

***
Özetlersek, Mısır, yetersiz kapitalistleşmenin, Türkiye ise bağımlı doludizgin neoliberal kapitalistleşmenin sorunlarını yaşıyor. Mısır’da kapitalistleşememenin sancıları, sıkıntıları, kırsal yoksulluk, artan kent işsizliği, yolsuzluk ve diktatörün baskıcı rejimi ile yaşanıyor. Türkiye ise , 1980’ler sonrası başlayan ve 2000 sonrası AKP eliyle doludizgin yol alan neoliberalizmin doğurduğu sorunlar yumağı ile boğuşuyor. Yüksek işsizlik Türkiye için bir numaralı sorun. Gelir bölüşümünde, bölgesel adaletsizlikte OECD birinciliğini Meksika ile paylaşıyoruz. Yolsuzluk, AKP iktidarı ile aldı başını gidiyor. Büyüme, ancak sıcak para girişi ile gerçekleşiyor ve ülkenin dışa bağımlılığını, dış borç yükünü kabartarak, üretim gücünü aşındırıp ülkeyi gerçekte yoksullaştırarak sürüyor ama her an tıkanabilir.

Siyasi olarak fark şu ki, Mısır, 30 yıldır bir diktatörün baskıcı rejimi ile gaz biriktirdi ve sonunda patladı. Türkiye, arada bir yapılan göstermelik seçimlerle gazını oradan oraya boşaltıyor ve kitleler ancak istemediklerini iktidar yapmayarak ama istedikleri siyasi oluşumu da bir türlü bulamayarak oyalanıyorlar.

Mısır’dan sonra Arap dünyasındaki dönüşüm, herkesin merakı. Dünya ekonomisine yeterince entegre olamamış bu coğrafyada, merkez kapitalizmin ekonomik ve siyasi inisiyatifinden kopmayacak bir “değişim”e, Batı da onay verecektir.

Kapitalistleşmenin önü açılacaksa, neden diktatörlerle oyalansınlar? Özgürlükçü görünüp, neoliberalizmi bu ülkenin kılcal damarlarına zerkederek ömrü kısalmakta olan dünya kapitalizmine biraz daha taze kan bulunacaksa, “devrime karşı çıkmanın” ne alemi var?

Ekonomik sancıları ve hızla faşizme yönelişin endişesi ile öfkesi kabaran kitleleriyle, Türkiye’de AKP iktidarına dönük bir halk hareketine Batı, “Mısır yaklaşımı”nı gösterir mi? Evet demek, kolay değil. Çünkü Türkiye’nin ıstırabı, yeterince kapitalistleşememek değil, çarpık, insafsız, yoksullaştıran, eşitsizlikleri büyüten geleceksiz bir kapitalistleşmeye, onun icracısı gerici neoliberal iktidara cepheden itiraz. Fark, önemli…

29 Ocak 2011 Cumartesi

“Torba”da Esnek Kazıklar…

Mustafa Sönmez

Başlangıçta, kamu alacaklarını yeniden yapılandırma, sermaye piyasasını yeniden düzenleme gibi özellikleri ile sermaye kesimini rahatlatıcı önlemlerden oluşan “torba yasası”, içine bir dizi emek karşıtı yasal düzenlemeyi alarak, bir saldırı tasarısına dönüştü. Tasarı, genç işsizliğini ve kadın işsizliğini azaltma gerekçesi ile bu kategorideki işsizlere, güvencesiz, “esnek” istihdam yolu açarak ekonominin körpe, ucuz emek beklentisine cevap vermenin peşinde.

Tasarının 61. maddesi ile “mesleki ve teknik eğitim yapan yükseköğretim kurumları” staj kapsamına alınarak emek sömürüsünün kapsamı genişletiliyor. Ayrıca tasarının 62. maddesi ile; önceleri 50 ve daha üzeri, en son ise 20 ve daha fazla işçi çalıştıran işyerleri için geçerli olan stajyer çalıştırabilme uygulaması, 10 işçi çalıştıran işyerlerini de kapsıyor ve “on personel sayısını beş personele kadar indirmeye Bakanlar Kurulunun yetkili” olduğu belirtiliyor.

Staj adı altında çalışma mecburiyeti anlamına gelen bu uygulamaya bir de köle ücreti boyunduruğu getiriliyor. Her öğrenci için eğitim süresince 18 yaşını bitirenlere ödenen aylık asgari ücretin 2/3'ü nisbetinde yapılacak olan ödeme oranı “asgari ücretin net tutarının 1/3’i nispetinde, yirmi ve daha fazla personel çalıştırılması halinde 2/3’ü nispetinde” şeklinde değiştiriliyor.

Tasarının 67. maddesi, kot taşlama işinin illeti , slikozis nedeniyle çalışma gücünü en az yüzde 40 kaybeden işçilere, 65 yaş üstü “muhtaç, güçsüz ve kimsesizlere” bağlanan aylık oranında ödeme yapılmasını öngörüyor ve bu illet, meslek hastalığı statüsüne alınmıyor.

***

Torba, şimdiden yağmalanmaya başlanmış işsizlik fonunun iyice talanını hedefliyor. Halen 46 milyar TL varlığı olan işsizlik fonundan, bu güne kadar işçiler için 4 milyar TL harcanmışken, son 3 yılda GAP yatırımlarına destek gerekçesiyle, fondan bütçeye 10 milyar TL aktarıldı. Bununla kalmıyor AKP iktidarı, işsizlik fonuna yeniden büyük bir iştahla saldırıyor. Tasarı, iktidara, İşsizlik Fonunun bir önceki yıl prim gelirlerinin yüzde 30’unu kullanma ve bu oranı yüzde 50’ye çıkarma yetkisi veriyor. Hangi hallerde bu fon kullanılacak? “Genel ekonomik krizler, zorlayıcı sebepler ve sektörel ve bölgesel kriz” hallerinde… Yani her durumda fon kaynağı kullanılabilecek…

Tasarının 74. maddesinde 2015 sonuna kadar özel sektörde istihdam edilecek yeni işçilere dair sigorta primlerinin işveren payının İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanması ve Bakanlar Kuruluna 2015 yılından sonra 5 yıl daha uzatma yetkisi verilmesi düzenleniyor. Yalnızca “18 yaşından büyük ve 29 yaşından küçük erkekler ile 18 yaşından büyük kadınların” istihdamını öngören bu teşvik, 6 ay ile 4 yıl arası süreleri kapsıyor. Bu uygulama, işverenlerin prim maliyetinden kaçınmak için 29 yaş üzerindeki işçileri işe almaması veya işten çıkarmasına da yol açacak.

***

Tasarının 77. maddesi ile en çok 2 ay olarak belirtilen işçiyi deneme süresi, toplu iş sözleşmeleriyle ilk defa işe girenler için 4 aya çıkarılıyor. Esasen gençleri kapsayan bu düzenleme, genç işgücünün sömürü koşullarını ağırlaştıracak ve işsizliğe çok daha açık bir genç işçi piyasası oluşumunu teşvik edecek.

Gündemdeki tasarının 76. maddesinde, 4857 sayılı Yasanın “Çağrı üzerine çalışma” başlıklı 14. maddesi, “Çağrı üzerine çalışma, evden çalışma ve uzaktan çalışma” başlığıyla genişletiliyor. Bu madde, işgücü piyasalarında serbestleşmenin, esnek çalışma biçimlerinin ve yetersiz istihdamın yaygınlaşmasına yol açacak.
Bu düzenleme ile çağrı üzerine çalışma biçimindeki kısmi süreli iş sözleşmesi ile birlikte sözleşmesizlik de yasallaşıyor ve sözleşmesiz çalışmanın süresi “haftada 20 saat” olarak belirleniyor. Kısaca işçinin istismar edilme durumunda, eğer elde edebilirse, talep edebileceği hakkı, gerçek çalışmanın çok gerisinde kalacak olan bir süre ile sınırlandırılıyor.

Yine 76. madde ile yasallaştırılmak istenen evden çalışmaya, “yazılı sözleşmeye dayalı iş ilişkisi” deniliyor. “Parça başı veya götürü” ücrete tabi bu çalışma biçiminin üretim ve bağlantılı yan hizmetlerle ilgili olduğu anlaşılıyor. Uzaktan çalışma ise esasen haberleşme ve bilgisayar üzerinden yapılan işlerle ilgili yazılı iş sözleşmesi olarak tanımlanıyor. Diğer esnek çalışma biçimleriyle birlikte bu çalışma biçimleri, gerçekte kayıt dışının alanını genişletecek. Özellikle geniş anlamda medya ve kültür sektörlerinden de iyi bilinir ki, bu çalışma biçiminin sözleşmeli halinin yaşamdaki karşılığı çok sınırlı kalır.

Tasarının 48. maddesiyle de esnek istihdamın aktörlerine işsizlik sigortasından yararlanabilmek için kendi sigorta primini ödeme yükümlülüğü de getiriliyor.

Torba’da memurlara, kamu çalışanlarına özel başka “esnek kazıklar”da var. Makine Mühendisleri Odası’nın, “torba tasarısı”nın tüm kazıklarını sergilediği çalışmasına, (http://www.mmo.org.tr) adresinden ulaşmak mümkün.

28 Ocak 2011 Cuma

AKP, Doğu ve G.Doğu’yu 2010’da da İhmal Etti

Mustafa Sönmez

Doğu ve G.Doğu’nun 21 ilinde yaşayan 11,5 milyon nüfusa, 2010 bütçesinden harcananlar, bölge insanının ülkenin diğer bölgeleri ile arasındaki büyük farkı pek değiştirmişe benzemiyor. Maliye Bakanlığı’nın bütçe giderlerinin 2010’da 294 milyar TL olarak gerçekleştiğini görüyoruz. Bu, 2009’a göre yüzde 10’a yakın bir bütçe harcaması artışı demek. Ne var ki, bu bütçe harcamaları, ülkenin en az gelişmiş bölgelerine yaramış görünmüyor. 294 milyar TL’lik bütçe harcamasının yüzde 60’ı “merkez”den, ülkenin tüm illerinin yararlandığı varsayılan harcamalar için yapılıyor. Mesela yasamanın, bakanlıkların, yüksek yargının harcamaları, borç faizleri, SGK’ya transferler, “merkez” harcamaları arasında. Geri kalanı, 81 vilayete bölünen 116 milyar TL’lik harcamadan ise 21 Doğu ve G.Doğu ili 22 milyar TL ya da yüzde 19 dolayında pay almış görünüyorlar. Nüfusun yüzde 16’sının yaşadığı bu bölge için bütçeden yüzde 19 pay makul gibi görünüyor, ama kazın ayağı öyle değil.


Bir kere, bu bölge illerinin bütçe harcamalarını, bölge nüfusuna böldüğümüzde kişi başına 1954 TL harcama görünüyor.Diğer 60 ilin kişi başına harcaması 4805 TL. Bu, iki bölge arasında 100’e 40 gibi bir fark demek.



İlk bakışta, Tunceli’de yaşayanların kişi başına bütçeden aldıkları, 6 bin TL ile diğer 60 il ortalamasının üçte bir oranda üstünde görünürken, Hakkari’ninkinin ortalamaya yaklaştığı görülüyor. AKP iktidarının, özellikle Başbakan RTE’nin, zaman zaman bu görüntüyü telaffuz ederek bölgeye “ihsan ettikleri”(!) kaynakları diline pelesenk ettiği malum. Oysa, bu görünütünün detaylarına girildiğinde, işin aslının öyle olmadığı, bütçeden bölgeye harcanmış görünen kaynakların, önceki yıllarda olduğu gibi, 2010’da da ağırlıkla asker ve polis harcamaları için yapıldığı görülüyor. Bölgedeki Kürt muhalefetine karşı yürütülen baskıcı yönetimin asker, polis harcamaları, Hakkari’ye ayrılmış görünen bütçenin yüzde 34’ünü, Tunceli’de yüzde 51’ini, Bingöl’de yüzde 31’ini aştı. Bölgenin 21 ili için ise bu, bölge bütçesinin yüzde 25’ine yaklaşıyor. Oysa, asker ve polis harcamaları, bölge dışı 60 ilin bütçesinde yüzde 11 kadar pay almış görünüyor.

Doğu ve Güneydoğu’ya bütçeden aktarılmış kaynakları yüksek gösteren bir kalem de enerji-sulama yatırımları. Tunceli’ye ,elektrik iletim hatlarına yapılan devlet yatırımları, kişi başına bütçe harcamasını şişiriyor. GAP’ta toprak ağalarını ihya edecek sulama yatırımları için işsizlik fonundan aktarılan ve son 3 yılda 9 milyar TL’yi bulan harcamalar da , bölge halkı için yapılmış gibi görünüyor.

***

Kriz yılı 2009’da, Doğu ve G.Doğu’da resmi işsizlik, Türkiye ortalamasının 5 puan üstüne çıkarak yüzde 19’u bulmuştu. Kentlerde bu oranın yüzde 25’leri aştığı unutulmamalı. Sayılmayan, umutsuz işsizlerle birlikte işsizlik oranının bölgede yüzde 35’lere çıktığı söylenebilir.

2010’da Türkiye genelinde yatırımların arttığı öne sürüldü ve Hazine’ye göre, 2010 boyunca teşvik belgesi alan projelerin yatırım tutarı 44 milyar TL’yi aştı. Peki Doğu ve G.Doğu’ya ne kadar yatırım öngörüldü dersiniz? Sadece 2 milyar TL’lik. Yani nüfusun yüzde 16’sının yaşadığı bu bölgeye , öngörülen yatırımlardan ancak yüzde 5’i öngörülmüştü. Ekonominin toparlandığı iddia edilen 2010, Türkiye’nin üvey evladı, 21 ildeki Kürt nüfusun ağırlıkta olduğu bölgenin makus talihinde bir değişim getirmiş görünmüyor.

26 Ocak 2011 Çarşamba

Sıcak Para Modelinde Tıkanma ve Bedeller…

Mustafa Sönmez

AKP iktidarları döneminde iyice pekişen dış kaynağa, özellikle dış kaynağın sıcak para biçimine dayanan ekonomik büyüme modeli, ona bağlı olarak, dış ticaret ve döviz dengesi ve yine ona bağlı olarak şekillenen bütçe-maliye dengeleri, artık sürdürülebilir olmaktan çıkıyor. Bunun böyle olacağı, bağımsız iktisatçılar tarafından öteden beri söylendi, yazılıp çizildi. Şimdi Merkez Bankası’nın faiz indirimleri, mevduat üstünden alınan munzam karşılık oranı araçları ile, dış ticarette de getirilen bazı ithalat kısıtlamaları ile “tükenmekte olan deniz”e derinlik bulma yolları aranıyor.

Merkez Bankası’nın hamlelerini gündeme getiren tabi ki cari açıkta ortaya çıkan alarm verici sonuçlar oldu. Cari açık, ocak-kasım döneminde 41.6 milyar dolara çıktı. Aralık ayı açığı da açıklandığında toplamın 47 milyar dolara ulaştığını göreceğiz. 2010 milli geliri tahmin edildiği gibi 730 milyar dolar dolayında gerçekleşirse cari açık, milli gelirin yüzde 6.5’ine yaklaşacak, ki bu alarm verici bir orandır. Bu orana sahip ülkelere, değerlendirme kuruluşları dikkat çeker, kreditörler temkinli yaklaşırlar. Cari açığın yüzde 85’i, borsaya ve devlet kağıtlarına gelen sıcak parayla finanse edildi.

***
Sıcak paranın, büyümenin ana rüzgarı olmakla beraber, bir dizi tahribat yarattığı da nihayet kabullenildi. Sıcak para akışı, döviz kurunu aşağı ittikçe ithalatı patlattı, ihracatı yavaşlattı. Sonuçta, ortada 65 milyar dolar dolayında bir dış ticaret açığı var. İthalatın dur durak bilmemesi ürkütücü. Yıkıcı ithalat, yerli üretimi ve yerli istihdamı olumsuz etkiledikçe tepkiler de yükseliyor. Bu soruna çözüm olarak Merkez Bankası, faiz indirimi silahını kullanıyor. Sıcak para için faiz getirisini düşürerek iştah kesmeyi deniyor. Bakalım işe yarayacak mı?
Bunu tamamlayan bir önlem de dış ticaret kanadından geldi. Dış Ticaret Müsteşarlığı, kumaş ve hazır giyim ürünleri ithalatı için damping soruşturması başlatarak ek vergi uygulamasına geçti. Bu iki kalemin yıllık ithalat tutarı 3.5 milyar dolar dolayında. Getirilen ek vergiler ile bu iki ürünün ithalatının düşmesi umuluyor. Bu önlemin ileride Çin ve ucuz ihracat yapan diğer Asya ülkelerinden başka ithal mallara da yayılması söz konusu olabilir. Ama , ek vergi getirerek ithalatı caydırmak mümkün olacak mı? AB üstünden bu ürünler ithal edilmeye devam edilirse ne yapılır? Bunların yanında, ithalat düşmez, biraz maliyetlenir ve enflasyona katkı yapar; ithalat yerine yerli kumaşa yöneliş olursa, hazır giyimin rekabet gücü zayıflar, argümanları da dikkate alınmalı.

***

Faizi daha fazla düşürmek, yerli yatırımcıyı mevduattan ve Hazine kâğıtlarından kaçırarak tüketime yöneltebilir. Bankalar da kredi kullandırarak tüketimi kışkırtabilir. Bunun ortaya çıkaracağı enflasyon tehlikesine karşı, Merkez Bankası bir önlemi daha devreye soktu, mevduata bağlı karşılık oranlarını artırarak bankaların krediye yöneltecekleri imkanları daralttı, böylece kredi maliyetlerinin yükselmesini, tüketimin yatışmasını amaçladı.

Hem cari açığı daraltmaya, bunun için ithalatı azaltmaya dönük önlemlerin, hem de iç tüketimi soğutmanın bütçe üstüne bazı etkileri olacak. Hatırlayalım: 2009 yılında 49.2 milyar TL açık veren Hazine nakit dengesinin açığı 2010 yılında 34.9 milyar TL’ye gerilemiş görünüyor. Bu gelişmenin bir sonucu olarak 2009 yılındaki 4.4 milyar TL tutarındaki faiz dışı açık, 2010 yılında 6.2 milyar TL tutarında bir faiz dışı fazlaya dönüşmüştü. Bu sonuçta tabi ki, patlayan ithalat ve kışkırtılan iç tüketimden alınan KDV ve ÖTV’ler en önemli etkendi. Buna özelleştirme gelirleri ile işsizlik sigortasından aktarılan kaynakları da eklemek gerekli. İthalat azalırsa, bankacılığa getirilen düzenleme ile kredi kullanımı kısılırsa ne olur? Tüketim, dolayısıyla KDV-ÖTV azalır. Bu da umulan bütçe performansını aksatır.

***

Akacak kan damarda durmaz, derler. Sıcak paraya dayalı büyümeyi sürdürmek mümkün değil. İster istemez sıcak paranın iştahı kesilmek istenecek , onun yerini tutacak dış kaynağı hemen bulmak kolay değil ve bu iktidarın iç kaynağa yönelmesi de söz konusu değil. Bu, 2011 büyüme hedefinin daha mütevazi bir rakama düşürülmesine rıza göstermek demek. Büyümede düşüşle birlikte, işsizlik sorunu da büyür, bütçe açığı da artar. Enflasyon hedefine ulaşılabilir ama bu durgunluk içinde bir istikrar demektir ki, 2011’i kayıp bir yıl yapar. Tabi ki, aynı yılda genel seçim yapılacağı unutulmamalı. AKP iktidarı, ekonominin gerekleri ile siyasetin gerekleri arasında kalan dar manevra alanında sıkışacak, ama en azından seçim tarihine kadar, bir kur şokuna yol açmayacak, kriz yaratmayacak yollar deneyecek; esas operasyonları-kazanabilirse- seçim sonrasına bırakacaktır.
Bakalım, hayat ne gösterir…