Sayfalar

31 Ocak 2011 Pazartesi

Patlamış Mısır, Kabarmış Türkiye…

Mustafa Sönmez

Mısır’da halk hareketinin boyutları Tunus’takinden çok daha büyük ve güçlü. Öyle güçlü bir dalga ki, buna karşı çıkmak ve bu hareketi zor kullanarak sindirmeyi denemek, daha büyük yangınları ve kaosu göze almak demek. Bunun ABD de, AB’nin merkez ülkeleri de farkında ve üstünde ittifak ettikleri görüş şu: 82 yaşında ve hasta “Reis” Mübarek, 30 yıllık iktidar dönemini kapatmalı, bir an önce çekilmeli, hemen seçimlere gidilmeli. Ve galiba olacak da o…Gidenin yerine neyin geleceğini anlayabilmek için, Mısır’ın üretim ilişkilerine göz atmak, patlamış Mısır’ı, kabarmış Türkiye ile kıyaslamak yerinde olacak. Ülkeleri kıyaslamada en kestirme ve görece güvenilir kaynak olarak CIA sitesini (ww.cia.gov) tavsiye ederim.




Türkiye, nüfus olarak Mısır’dan 7 milyon az, ama kapitalistleşmede Mısır’ın çok önünde. Mısır, Türkiye milli gelirinin ancak yüzde 52’si kadar milli gelir üretiyor. Bundan dolayı da kişi başına gelir, Türkiye’dekinin yarısı kadar. Nüfusun işgücüne katılım oranı, Türkiye’dekinden daha geri ve verimsiz tarım işgücü yüzde 35’lere yaklaşıyor. Aradaki kapitalistleşme farkını hem dünya ekonomisi ile ilişkili göstergelerde hem de kentleşmede görebiliriz. Türkiye’de kentsel nüfus yüzde 75’e ulaşmışken Mısır’da yüzde 48’de. Yani Türkiye’nin 1970’lerdeki hali. Türkiye dünya ekonomisine Mısır’ın sattığının 4 katı mal satarken Mısır’ın aldığının 4 katı fazla mal ithal ediyor. Dolayısıyla cari açığı da Mısır’ın cari açığından kat kat fazla. Mısır, 2009’da 3 milyar cari açık vermişti 2010’da açığını kapadı.Türkiye ise 47 milyar dolar cari açık vermiş durumda.

İşsizlik ve adaletsiz gelir dağılımı, iki ülkenin de ortak kaderi . Türkiye’nin resmi işsizliği Mısır’ınkinin 2-3 puan üstünde, gelirin paylaşımında da Türkiye,Mısır’ı epeyi geride bırakan daha adaletsiz bir ülke.

Kamu maliyesinde Mısır’da hükümetin aşırı borçlandığı ve kamu borcunun milli gelirin yüzde 80’ini geçtiği anlaşılıyor. Türkiye’nin şimdilik tuzu daha kuru. Türkiye, Mısır’ın yaptığı dış borçlanmanın neredeyse 8 katını yapmış ve 270 milyar dolarlık borç yüküne sahip.

***
Özetlersek, Mısır, yetersiz kapitalistleşmenin, Türkiye ise bağımlı doludizgin neoliberal kapitalistleşmenin sorunlarını yaşıyor. Mısır’da kapitalistleşememenin sancıları, sıkıntıları, kırsal yoksulluk, artan kent işsizliği, yolsuzluk ve diktatörün baskıcı rejimi ile yaşanıyor. Türkiye ise , 1980’ler sonrası başlayan ve 2000 sonrası AKP eliyle doludizgin yol alan neoliberalizmin doğurduğu sorunlar yumağı ile boğuşuyor. Yüksek işsizlik Türkiye için bir numaralı sorun. Gelir bölüşümünde, bölgesel adaletsizlikte OECD birinciliğini Meksika ile paylaşıyoruz. Yolsuzluk, AKP iktidarı ile aldı başını gidiyor. Büyüme, ancak sıcak para girişi ile gerçekleşiyor ve ülkenin dışa bağımlılığını, dış borç yükünü kabartarak, üretim gücünü aşındırıp ülkeyi gerçekte yoksullaştırarak sürüyor ama her an tıkanabilir.

Siyasi olarak fark şu ki, Mısır, 30 yıldır bir diktatörün baskıcı rejimi ile gaz biriktirdi ve sonunda patladı. Türkiye, arada bir yapılan göstermelik seçimlerle gazını oradan oraya boşaltıyor ve kitleler ancak istemediklerini iktidar yapmayarak ama istedikleri siyasi oluşumu da bir türlü bulamayarak oyalanıyorlar.

Mısır’dan sonra Arap dünyasındaki dönüşüm, herkesin merakı. Dünya ekonomisine yeterince entegre olamamış bu coğrafyada, merkez kapitalizmin ekonomik ve siyasi inisiyatifinden kopmayacak bir “değişim”e, Batı da onay verecektir.

Kapitalistleşmenin önü açılacaksa, neden diktatörlerle oyalansınlar? Özgürlükçü görünüp, neoliberalizmi bu ülkenin kılcal damarlarına zerkederek ömrü kısalmakta olan dünya kapitalizmine biraz daha taze kan bulunacaksa, “devrime karşı çıkmanın” ne alemi var?

Ekonomik sancıları ve hızla faşizme yönelişin endişesi ile öfkesi kabaran kitleleriyle, Türkiye’de AKP iktidarına dönük bir halk hareketine Batı, “Mısır yaklaşımı”nı gösterir mi? Evet demek, kolay değil. Çünkü Türkiye’nin ıstırabı, yeterince kapitalistleşememek değil, çarpık, insafsız, yoksullaştıran, eşitsizlikleri büyüten geleceksiz bir kapitalistleşmeye, onun icracısı gerici neoliberal iktidara cepheden itiraz. Fark, önemli…

29 Ocak 2011 Cumartesi

“Torba”da Esnek Kazıklar…

Mustafa Sönmez

Başlangıçta, kamu alacaklarını yeniden yapılandırma, sermaye piyasasını yeniden düzenleme gibi özellikleri ile sermaye kesimini rahatlatıcı önlemlerden oluşan “torba yasası”, içine bir dizi emek karşıtı yasal düzenlemeyi alarak, bir saldırı tasarısına dönüştü. Tasarı, genç işsizliğini ve kadın işsizliğini azaltma gerekçesi ile bu kategorideki işsizlere, güvencesiz, “esnek” istihdam yolu açarak ekonominin körpe, ucuz emek beklentisine cevap vermenin peşinde.

Tasarının 61. maddesi ile “mesleki ve teknik eğitim yapan yükseköğretim kurumları” staj kapsamına alınarak emek sömürüsünün kapsamı genişletiliyor. Ayrıca tasarının 62. maddesi ile; önceleri 50 ve daha üzeri, en son ise 20 ve daha fazla işçi çalıştıran işyerleri için geçerli olan stajyer çalıştırabilme uygulaması, 10 işçi çalıştıran işyerlerini de kapsıyor ve “on personel sayısını beş personele kadar indirmeye Bakanlar Kurulunun yetkili” olduğu belirtiliyor.

Staj adı altında çalışma mecburiyeti anlamına gelen bu uygulamaya bir de köle ücreti boyunduruğu getiriliyor. Her öğrenci için eğitim süresince 18 yaşını bitirenlere ödenen aylık asgari ücretin 2/3'ü nisbetinde yapılacak olan ödeme oranı “asgari ücretin net tutarının 1/3’i nispetinde, yirmi ve daha fazla personel çalıştırılması halinde 2/3’ü nispetinde” şeklinde değiştiriliyor.

Tasarının 67. maddesi, kot taşlama işinin illeti , slikozis nedeniyle çalışma gücünü en az yüzde 40 kaybeden işçilere, 65 yaş üstü “muhtaç, güçsüz ve kimsesizlere” bağlanan aylık oranında ödeme yapılmasını öngörüyor ve bu illet, meslek hastalığı statüsüne alınmıyor.

***

Torba, şimdiden yağmalanmaya başlanmış işsizlik fonunun iyice talanını hedefliyor. Halen 46 milyar TL varlığı olan işsizlik fonundan, bu güne kadar işçiler için 4 milyar TL harcanmışken, son 3 yılda GAP yatırımlarına destek gerekçesiyle, fondan bütçeye 10 milyar TL aktarıldı. Bununla kalmıyor AKP iktidarı, işsizlik fonuna yeniden büyük bir iştahla saldırıyor. Tasarı, iktidara, İşsizlik Fonunun bir önceki yıl prim gelirlerinin yüzde 30’unu kullanma ve bu oranı yüzde 50’ye çıkarma yetkisi veriyor. Hangi hallerde bu fon kullanılacak? “Genel ekonomik krizler, zorlayıcı sebepler ve sektörel ve bölgesel kriz” hallerinde… Yani her durumda fon kaynağı kullanılabilecek…

Tasarının 74. maddesinde 2015 sonuna kadar özel sektörde istihdam edilecek yeni işçilere dair sigorta primlerinin işveren payının İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanması ve Bakanlar Kuruluna 2015 yılından sonra 5 yıl daha uzatma yetkisi verilmesi düzenleniyor. Yalnızca “18 yaşından büyük ve 29 yaşından küçük erkekler ile 18 yaşından büyük kadınların” istihdamını öngören bu teşvik, 6 ay ile 4 yıl arası süreleri kapsıyor. Bu uygulama, işverenlerin prim maliyetinden kaçınmak için 29 yaş üzerindeki işçileri işe almaması veya işten çıkarmasına da yol açacak.

***

Tasarının 77. maddesi ile en çok 2 ay olarak belirtilen işçiyi deneme süresi, toplu iş sözleşmeleriyle ilk defa işe girenler için 4 aya çıkarılıyor. Esasen gençleri kapsayan bu düzenleme, genç işgücünün sömürü koşullarını ağırlaştıracak ve işsizliğe çok daha açık bir genç işçi piyasası oluşumunu teşvik edecek.

Gündemdeki tasarının 76. maddesinde, 4857 sayılı Yasanın “Çağrı üzerine çalışma” başlıklı 14. maddesi, “Çağrı üzerine çalışma, evden çalışma ve uzaktan çalışma” başlığıyla genişletiliyor. Bu madde, işgücü piyasalarında serbestleşmenin, esnek çalışma biçimlerinin ve yetersiz istihdamın yaygınlaşmasına yol açacak.
Bu düzenleme ile çağrı üzerine çalışma biçimindeki kısmi süreli iş sözleşmesi ile birlikte sözleşmesizlik de yasallaşıyor ve sözleşmesiz çalışmanın süresi “haftada 20 saat” olarak belirleniyor. Kısaca işçinin istismar edilme durumunda, eğer elde edebilirse, talep edebileceği hakkı, gerçek çalışmanın çok gerisinde kalacak olan bir süre ile sınırlandırılıyor.

Yine 76. madde ile yasallaştırılmak istenen evden çalışmaya, “yazılı sözleşmeye dayalı iş ilişkisi” deniliyor. “Parça başı veya götürü” ücrete tabi bu çalışma biçiminin üretim ve bağlantılı yan hizmetlerle ilgili olduğu anlaşılıyor. Uzaktan çalışma ise esasen haberleşme ve bilgisayar üzerinden yapılan işlerle ilgili yazılı iş sözleşmesi olarak tanımlanıyor. Diğer esnek çalışma biçimleriyle birlikte bu çalışma biçimleri, gerçekte kayıt dışının alanını genişletecek. Özellikle geniş anlamda medya ve kültür sektörlerinden de iyi bilinir ki, bu çalışma biçiminin sözleşmeli halinin yaşamdaki karşılığı çok sınırlı kalır.

Tasarının 48. maddesiyle de esnek istihdamın aktörlerine işsizlik sigortasından yararlanabilmek için kendi sigorta primini ödeme yükümlülüğü de getiriliyor.

Torba’da memurlara, kamu çalışanlarına özel başka “esnek kazıklar”da var. Makine Mühendisleri Odası’nın, “torba tasarısı”nın tüm kazıklarını sergilediği çalışmasına, (http://www.mmo.org.tr) adresinden ulaşmak mümkün.

28 Ocak 2011 Cuma

AKP, Doğu ve G.Doğu’yu 2010’da da İhmal Etti

Mustafa Sönmez

Doğu ve G.Doğu’nun 21 ilinde yaşayan 11,5 milyon nüfusa, 2010 bütçesinden harcananlar, bölge insanının ülkenin diğer bölgeleri ile arasındaki büyük farkı pek değiştirmişe benzemiyor. Maliye Bakanlığı’nın bütçe giderlerinin 2010’da 294 milyar TL olarak gerçekleştiğini görüyoruz. Bu, 2009’a göre yüzde 10’a yakın bir bütçe harcaması artışı demek. Ne var ki, bu bütçe harcamaları, ülkenin en az gelişmiş bölgelerine yaramış görünmüyor. 294 milyar TL’lik bütçe harcamasının yüzde 60’ı “merkez”den, ülkenin tüm illerinin yararlandığı varsayılan harcamalar için yapılıyor. Mesela yasamanın, bakanlıkların, yüksek yargının harcamaları, borç faizleri, SGK’ya transferler, “merkez” harcamaları arasında. Geri kalanı, 81 vilayete bölünen 116 milyar TL’lik harcamadan ise 21 Doğu ve G.Doğu ili 22 milyar TL ya da yüzde 19 dolayında pay almış görünüyorlar. Nüfusun yüzde 16’sının yaşadığı bu bölge için bütçeden yüzde 19 pay makul gibi görünüyor, ama kazın ayağı öyle değil.


Bir kere, bu bölge illerinin bütçe harcamalarını, bölge nüfusuna böldüğümüzde kişi başına 1954 TL harcama görünüyor.Diğer 60 ilin kişi başına harcaması 4805 TL. Bu, iki bölge arasında 100’e 40 gibi bir fark demek.



İlk bakışta, Tunceli’de yaşayanların kişi başına bütçeden aldıkları, 6 bin TL ile diğer 60 il ortalamasının üçte bir oranda üstünde görünürken, Hakkari’ninkinin ortalamaya yaklaştığı görülüyor. AKP iktidarının, özellikle Başbakan RTE’nin, zaman zaman bu görüntüyü telaffuz ederek bölgeye “ihsan ettikleri”(!) kaynakları diline pelesenk ettiği malum. Oysa, bu görünütünün detaylarına girildiğinde, işin aslının öyle olmadığı, bütçeden bölgeye harcanmış görünen kaynakların, önceki yıllarda olduğu gibi, 2010’da da ağırlıkla asker ve polis harcamaları için yapıldığı görülüyor. Bölgedeki Kürt muhalefetine karşı yürütülen baskıcı yönetimin asker, polis harcamaları, Hakkari’ye ayrılmış görünen bütçenin yüzde 34’ünü, Tunceli’de yüzde 51’ini, Bingöl’de yüzde 31’ini aştı. Bölgenin 21 ili için ise bu, bölge bütçesinin yüzde 25’ine yaklaşıyor. Oysa, asker ve polis harcamaları, bölge dışı 60 ilin bütçesinde yüzde 11 kadar pay almış görünüyor.

Doğu ve Güneydoğu’ya bütçeden aktarılmış kaynakları yüksek gösteren bir kalem de enerji-sulama yatırımları. Tunceli’ye ,elektrik iletim hatlarına yapılan devlet yatırımları, kişi başına bütçe harcamasını şişiriyor. GAP’ta toprak ağalarını ihya edecek sulama yatırımları için işsizlik fonundan aktarılan ve son 3 yılda 9 milyar TL’yi bulan harcamalar da , bölge halkı için yapılmış gibi görünüyor.

***

Kriz yılı 2009’da, Doğu ve G.Doğu’da resmi işsizlik, Türkiye ortalamasının 5 puan üstüne çıkarak yüzde 19’u bulmuştu. Kentlerde bu oranın yüzde 25’leri aştığı unutulmamalı. Sayılmayan, umutsuz işsizlerle birlikte işsizlik oranının bölgede yüzde 35’lere çıktığı söylenebilir.

2010’da Türkiye genelinde yatırımların arttığı öne sürüldü ve Hazine’ye göre, 2010 boyunca teşvik belgesi alan projelerin yatırım tutarı 44 milyar TL’yi aştı. Peki Doğu ve G.Doğu’ya ne kadar yatırım öngörüldü dersiniz? Sadece 2 milyar TL’lik. Yani nüfusun yüzde 16’sının yaşadığı bu bölgeye , öngörülen yatırımlardan ancak yüzde 5’i öngörülmüştü. Ekonominin toparlandığı iddia edilen 2010, Türkiye’nin üvey evladı, 21 ildeki Kürt nüfusun ağırlıkta olduğu bölgenin makus talihinde bir değişim getirmiş görünmüyor.

26 Ocak 2011 Çarşamba

Sıcak Para Modelinde Tıkanma ve Bedeller…

Mustafa Sönmez

AKP iktidarları döneminde iyice pekişen dış kaynağa, özellikle dış kaynağın sıcak para biçimine dayanan ekonomik büyüme modeli, ona bağlı olarak, dış ticaret ve döviz dengesi ve yine ona bağlı olarak şekillenen bütçe-maliye dengeleri, artık sürdürülebilir olmaktan çıkıyor. Bunun böyle olacağı, bağımsız iktisatçılar tarafından öteden beri söylendi, yazılıp çizildi. Şimdi Merkez Bankası’nın faiz indirimleri, mevduat üstünden alınan munzam karşılık oranı araçları ile, dış ticarette de getirilen bazı ithalat kısıtlamaları ile “tükenmekte olan deniz”e derinlik bulma yolları aranıyor.

Merkez Bankası’nın hamlelerini gündeme getiren tabi ki cari açıkta ortaya çıkan alarm verici sonuçlar oldu. Cari açık, ocak-kasım döneminde 41.6 milyar dolara çıktı. Aralık ayı açığı da açıklandığında toplamın 47 milyar dolara ulaştığını göreceğiz. 2010 milli geliri tahmin edildiği gibi 730 milyar dolar dolayında gerçekleşirse cari açık, milli gelirin yüzde 6.5’ine yaklaşacak, ki bu alarm verici bir orandır. Bu orana sahip ülkelere, değerlendirme kuruluşları dikkat çeker, kreditörler temkinli yaklaşırlar. Cari açığın yüzde 85’i, borsaya ve devlet kağıtlarına gelen sıcak parayla finanse edildi.

***
Sıcak paranın, büyümenin ana rüzgarı olmakla beraber, bir dizi tahribat yarattığı da nihayet kabullenildi. Sıcak para akışı, döviz kurunu aşağı ittikçe ithalatı patlattı, ihracatı yavaşlattı. Sonuçta, ortada 65 milyar dolar dolayında bir dış ticaret açığı var. İthalatın dur durak bilmemesi ürkütücü. Yıkıcı ithalat, yerli üretimi ve yerli istihdamı olumsuz etkiledikçe tepkiler de yükseliyor. Bu soruna çözüm olarak Merkez Bankası, faiz indirimi silahını kullanıyor. Sıcak para için faiz getirisini düşürerek iştah kesmeyi deniyor. Bakalım işe yarayacak mı?
Bunu tamamlayan bir önlem de dış ticaret kanadından geldi. Dış Ticaret Müsteşarlığı, kumaş ve hazır giyim ürünleri ithalatı için damping soruşturması başlatarak ek vergi uygulamasına geçti. Bu iki kalemin yıllık ithalat tutarı 3.5 milyar dolar dolayında. Getirilen ek vergiler ile bu iki ürünün ithalatının düşmesi umuluyor. Bu önlemin ileride Çin ve ucuz ihracat yapan diğer Asya ülkelerinden başka ithal mallara da yayılması söz konusu olabilir. Ama , ek vergi getirerek ithalatı caydırmak mümkün olacak mı? AB üstünden bu ürünler ithal edilmeye devam edilirse ne yapılır? Bunların yanında, ithalat düşmez, biraz maliyetlenir ve enflasyona katkı yapar; ithalat yerine yerli kumaşa yöneliş olursa, hazır giyimin rekabet gücü zayıflar, argümanları da dikkate alınmalı.

***

Faizi daha fazla düşürmek, yerli yatırımcıyı mevduattan ve Hazine kâğıtlarından kaçırarak tüketime yöneltebilir. Bankalar da kredi kullandırarak tüketimi kışkırtabilir. Bunun ortaya çıkaracağı enflasyon tehlikesine karşı, Merkez Bankası bir önlemi daha devreye soktu, mevduata bağlı karşılık oranlarını artırarak bankaların krediye yöneltecekleri imkanları daralttı, böylece kredi maliyetlerinin yükselmesini, tüketimin yatışmasını amaçladı.

Hem cari açığı daraltmaya, bunun için ithalatı azaltmaya dönük önlemlerin, hem de iç tüketimi soğutmanın bütçe üstüne bazı etkileri olacak. Hatırlayalım: 2009 yılında 49.2 milyar TL açık veren Hazine nakit dengesinin açığı 2010 yılında 34.9 milyar TL’ye gerilemiş görünüyor. Bu gelişmenin bir sonucu olarak 2009 yılındaki 4.4 milyar TL tutarındaki faiz dışı açık, 2010 yılında 6.2 milyar TL tutarında bir faiz dışı fazlaya dönüşmüştü. Bu sonuçta tabi ki, patlayan ithalat ve kışkırtılan iç tüketimden alınan KDV ve ÖTV’ler en önemli etkendi. Buna özelleştirme gelirleri ile işsizlik sigortasından aktarılan kaynakları da eklemek gerekli. İthalat azalırsa, bankacılığa getirilen düzenleme ile kredi kullanımı kısılırsa ne olur? Tüketim, dolayısıyla KDV-ÖTV azalır. Bu da umulan bütçe performansını aksatır.

***

Akacak kan damarda durmaz, derler. Sıcak paraya dayalı büyümeyi sürdürmek mümkün değil. İster istemez sıcak paranın iştahı kesilmek istenecek , onun yerini tutacak dış kaynağı hemen bulmak kolay değil ve bu iktidarın iç kaynağa yönelmesi de söz konusu değil. Bu, 2011 büyüme hedefinin daha mütevazi bir rakama düşürülmesine rıza göstermek demek. Büyümede düşüşle birlikte, işsizlik sorunu da büyür, bütçe açığı da artar. Enflasyon hedefine ulaşılabilir ama bu durgunluk içinde bir istikrar demektir ki, 2011’i kayıp bir yıl yapar. Tabi ki, aynı yılda genel seçim yapılacağı unutulmamalı. AKP iktidarı, ekonominin gerekleri ile siyasetin gerekleri arasında kalan dar manevra alanında sıkışacak, ama en azından seçim tarihine kadar, bir kur şokuna yol açmayacak, kriz yaratmayacak yollar deneyecek; esas operasyonları-kazanabilirse- seçim sonrasına bırakacaktır.
Bakalım, hayat ne gösterir…

24 Ocak 2011 Pazartesi

TÜSİAD, AKP ve Seçimler


Mustafa Sönmez

Bir başöğretmen edasıyla salona giren RTE’nin, TÜSİAD patronlarına sıkı bir azar patlaktmasını umanlar, “Baldan tatlı” bir muhabbete tanık oldular. Kimileri “İkinci balkon konuşması” diye olumladı. Referandum öncesi “bitaraf olan, bertaraf olur” diyerek tehditler savuran RTE’nin yerine, yaşam tarzının güvencesi olduğunu, gençleri içkiden korumak için AB normunda önlemler geliştirdiğini, ekonomiyi de güllük gülistanlık yaptığını ifade eden bir RTE vardı TÜSİAD kongresinde. Sanki sevindirik oldu TÜSİAD’cılar. Buzlar eridi diye manşetler atıldı büyük medyada. Artık 12 Haziran’da TÜSİAD da AKP’den yana durur yorumları yapıldı. Acaba öyle mi?

***

Bir türbeye sahip çıkma bahanesiyle insanlık anıtına, “ucube” diyen, tiryakilerin “Tıksırıncaya kadar” içtiğinden yakınan, “Muhteşem Yüzyıl” dizisine dönük protestolara, “tarihi şahsiyetlerin manevi değeri bizim için son derece önemlidir” diyerek destek veren RTE, TÜSİAD salonuna girince, bütün bunları unutmuş olamazdı. Herkes gibi, TÜSİAD patronları da RTE’nin dümeni milliyetçi-muhafazakarlığa kırdığını görüyordu. Bu profilin seçimlere kadar değişmeyeceği söylenebilir. O tarihe kadar ne AB, ne de Kürt meselesi gibi bir derdi olan AKP göremeyeceksiniz. Buna en çok “yetmez ama evetçi” liboş zevat üzülüyor. RTE’nin, “Arabın işi bitti, Arap gidebilir” muamelesini , kullanılıp bir kenara atılmış liboşların hazmetmeleri kolay olmayacak. “Nankör kedi” şarkısı dillerinden düşmüyor. Ama ne yazık ki öyle…

Neden seçime doğru milliyetçi-muhafazakar AKP profili? Neden basit. AKP’nin hedefi MHP tabanı, milliyetçi oylar da ondan.

RTE, CHP’nin oy tavanını yüzde 30 gibi görürken kendi oyunun yüzde 45’in altına düşmeyeceğini varsayıyor. MHP’nin oy potansiyeli ise yüzde 10’un biraz üstünde. Sandık böyle tecelli ederse AKP yine iktidar. Ama fazlasının peşinde RTE: Anayasa değiştirmeye yetecek ve kendisini Çankaya’ya taşıyacak bir meclis çoğunluğu. Bunun yolunu da milliyetçi oylara yönelmekte görüyor. Büyük Birlik Partisi ile yakın temasta. Demokrat Parti’de eski ülkücü Zeybek’in, Agah Oktay Güner’in yönetime gelmesi AKP’de sevinçle karşılandı.
AKP’nin hedefi bu kesimleri yanına çekmek, MHP’nin oylarını barajın altına itmek ve BDP’yi de baraj altına düşürmek. Bunları yapabilirse AKP, yüzde 40’ın altında oy alsa bile, Meclis’te anayasayı tek başına değiştirebilecek ve RTE’yi , “Başkan” seçtirebilecek milletvekili sayısına erişiyor.

***

Böyle bir oyun planında geleneksel büyük sermayenin seçime doğru tutumu ne olabilir? TÜSİAD, ekonomik olarak iktidarın neoliberal icraatlarından memnun. Eksiklerin de yerine getirileceğinden emin. AKP, seçim ekonomisini ise cinliklerle yürütüyor.Özelleştirme gelirlerini, işsizlik fonunu tepe tepe kullanarak bütçe açığını en azda tutmaya gayret ediyor. Hele ki AB’de bir dizi ülkenin, Doğu Avrupa’da Türkiye sikletindeki ülkelerin , Türkiye’nin başına gelenlerden daha derin kriz yaşadıkları göz önüne alınınca, AKP icraatı, Şam’da kayısı… Sıcak paranın çekilerek 2010’un kurtarıldığı , 2011’in de idare edilebilecek bir yıl olduğunu gören TÜSİAD’ı esas kaygılandıran ise, ekonomi dışı yönelişler.

Onlar da gördüler ki, AKP+Fethullah Koalisyonu, özellikle ikinci iktidar döneminde gerçek gündemlerine yöneldiler, kendi yandaş sermayedarlarını daha çok palazlandırdılar, bunları yaparken liberalleri de yedeklerine çekerek askeri itibarsızlaştırıp güçten düşürdüler, 12 Eylül sonrası da yargıyı hallaç pamuğu gibi atmaya başladılar. Yine gördüler ki bu iktidar hızla gericileşmekte (buna muhafazakarlaşma demek pek moda). Eğitim, gündelik hayat, hızlı bir İslamileşmeye tabi tutulurken en küçük protestolara bile tahammülsüzlük diz boyu. Bunun son örneğini “Galatasaray Olayı”nda yaşayan GS kökenli patronların, kulüp yönetimini istifaya zorlamaları, duyulan rahatsızlıkların bir başka tezahürü sayılmalı.

***

Bilinmeli ki, TÜSİAD da yekpare bir blok değil. Kendi grubunun çıkarlarını öne çekerek AKP ile iyi geçinen hatta onu kayıtsız, şartsız destekleyen TÜSİAD’cılar kadar, tüm bedelleri göze alıp, seküler duruşundan taviz vermeyen AKP ile çatışmayı göze alanlar da var. Ama ortalama TÜSİAD’cının duruşu, bekleneceği gibi, sistemin esenliği ve yeniden yaşayabilirliği amacına bina edilmiştir. Uzun vadeli hedef, AKP’yi mümkün olduğu kadar merkez sağa çekmek, AB odaklı halde tutmak, onu, uç noktaya yönelten güç odaklarını etkisizleştirmektir. Aynı TÜSİAD, toparlanmaya çalışan CHP’yi dinçleştirmeyi, AKP’ye el freni hale gelecek bir parti olması için destek vermeyi de ihmal etmez. Bunların yanında MHP’yi de baraj üstüne çıkararak AKP’nin güçlenmesini önlemek, BDP’nin mecliste temsilini yeniden sağlayarak sıcak çatışma iklimini kurutmak da TÜSİAD’ın amaç seti içinde…

22 Ocak 2011 Cumartesi

İşsizin Parası, AKP’ye Seçim Cephanesi…

Mustafa Sönmez

Küresel krizin de etkisiyle 2009’da yaklaşık 53 milyar TL açık veren bütçenin 2010 açığı 39,5 milyar TL’ye düşmüş görünüyor. Bunu bir “başarı öyküsü” olarak sunan AKP iktidarının bütçedeki bu “performans”ı, 12 Haziran seçimleri için kullanacağı açık. Ancak bu cephanenin nasıl oluştuğu ve buna nasıl izin verildiği de önemli.

2010’da borsaya ve devlet kağıtlarına üşüşen sıcak para ile yeniden büyüyen ekonomi, AKP bütçesine de olumlu rüzgarlar taşıdı. Toplamı 184 milyar doları bulan ithalatın getirdiği, ithalattan alınan KDV, iç tüketimin kışkırtılmasıyla artan KDV, ÖTV gelirleri, toplam bütçe gelirlerini yukarı çekti ve sadece 2010 vergi gelirleri yüzde 22 arttı. Vergi, toplam bütçe gelirlerinin yüzde 82’sini oluşturuyor. Bu dolaylı vergilerdeki artışın yanında, yeniden artan istihdamdan alınan gelir vergileri de vergi artışında etkili oldu. Bütçenin gider ayağına bakınca da en önemli kalem olan faiz harcamalarında talih AKP hükümetine güldü. Dünyadaki faiz oranlarının düşmesinin etkisiyle bütçenin faiz harcamaları da yüzde 9 geriledi. Bütçenin başında 56 milyar TL olarak öngörülen faiz harcamaları yıl sonunda 48 milyar TL’de kaldı. Ayrıca, en büyük açık kalemi SGK’ya transferler azaldı. Çünkü eksilen istihdam yerine döndü, prim gelirleri yeniden arttı. Daha önemlisi sağlık harcamalarının bir kısmı halka yıkıldı. Böylece, toplamda bütçe giderleri yıl boyunca ancak yüzde 9,5 arttı.

Ancak burada esas üzerinde durulması gereken vergi dışındaki gelirler…


Kaynak; İşkur ve DPT

Bu gelirlerin başında da özelleştirmeden bütçeye yapılan transferler ile İşsizlik Fonu’ndan bütçeye aktarılan kaynaklar var. Bu iki kaynaktan son 3 yılda 26 milyar TL kaynak kullanıldı.

AKP iktidarı, neoliberal zihniyetinin de gereği özelleştirmede fütursuz ve KİT’lerin kökünü kuruttuktan sonra hızla kamu arsalarına, diğer kamu varlıklarına yönelmiş durumda. İktidar, bu satışlardan elde edilen gelirleri de bütçeye yamıyor. Çok geriye değil, son 4 yıla baktığımızda 2007’de 12 milyar TL’ye ulaşan özelleştirme gelirleri 2008’de 8,2 milyar TL olarak gerçekleştikten sonra izleyen dönemde ivme kaybetti. 2009’da 4,4 milyar TL’ye düşen özelleştirme gelirleri 2010’da 4 milyar TL’ye düştü. AKP, özellikle İstanbul’un kamu varlıklarını satarak, B2 denilen arazileri legalize ederek özelleştirme geliri üretmeye çalışıyor. Bunları gözeterek 2011 özelleştirme gelir hedefi 13,6 milyar TL olarak belirlenmiş durumda.

***

Hükümetin özelleştirmenin yanında ikinci “tırtıkladığı kaynak” İşsizlik Fonu. İşsizleri korumak, onları eğitmek, istihdam olanaklarını genişletmek gibi amaçları olan bu fonun, özellikle son 3 yıldır AKP hükümetince hovardaca, ciddi bir muhalefetle karşılaşılmadan, kullanıldığını görüyoruz. 2010 sonunda gelirleri 60 milyar TL’yi bulan bu fonun 27 milyarlık geliri primlerden, 33 milyarı fon kaynaklarının yatırım gelirlerinden(faizden) sağlandı. Ancak bu devasa gelirden bugüne kadar fonun amacına göre harcanan kısmı 5 milyar bile değil. 2002’den bu yana 2,5 milyon işçiye ortalama 1500 TL fondan para çıkmış. Bu, 3,7 milyar TL ediyor. Ücret garanti fonu ödemesi, kısa çalışma ödeneği adları altında harcanan fon kaynağı ile birlikte harcamalar 4 milyarı ancak buluyor . Gelin görün ki, fondan 10 milyar TL, son 3 yılda gerçek amaç dışında kullanıldı ve bütçeye yama yapıldı. Hükümet, 2008’de yaklaşık 1,5 milyar TL, 2009’da 5 milyar TL, 2010’da da 3,5 milyar TL olmak üzere 10 milyar TL dolayında fon kaynağı kullandı. Hem de “GAP yatırımlarını tamamlama” gerekçesiyle. Böylece Fon’dan geriye varlık olarak 46 milyar TL kalmış bulunuyor ki, bunu da AKP tırtıklamaya devam edecek. Hem de yeni torba yasasına koyduğu bazı maddelerle, yeni kemirme gerekçeleri yaratarak…

Kamu varlıklarının haraç mezat satışından ve işsizlik fonunun kaynaklarından AKP, son 3 yılda 26 milyar TL’yi keyfince kullandı, bütçe açığını böylece düşük gösterdi, ayrıca bu kaynakları özellikle seçim konjonktüründe seçim rüşvetleri olarak tepe tepe daha da kullanacak.

Peki, kim muhalefet edecek bu keyfiliğe, kim?

21 Ocak 2011 Cuma

AKP’nin Alternatifi Olmak…

Mustafa Sönmez

Seçim sandığına gitmeye fazla zaman kalmadı. Neoliberal-gerici AKP iktidarına son verme niyetinde olanların seçmene giderken inandırıcı, ikna edici bir programı olmalı ve bunu kitlelere anlayacağı bir dille, ikna edici biçimde açıklaması gerekli. AKP’nin, toplumun değişik kesimlerinin yaşam tarzlarına dönük müdahaleleri fütursuzca sürerken, bunun hedefi olan, gelecekten endişe duyan kesimlerin AKP’ye yakın durmayacakları açık. AKP iktidarının hızla otoriter-faşizan bir yönetime yöneldiği, 12 Haziran seçimlerinden tek parti iktidarı olarak çıkması durumunda artık saklamadığı gerici gündemi iyice hayata geçirmede önünde hiçbir engelin kalmayacağı da açık.

Türkiye’nin kıyı illerinin seçimlerdeki tavrı referandumdan farklı olmaz. Ya İstanbul merkezli Marmara, Orta Anadolu, Karadeniz ve en azından Kuzey Doğu Anadolu? Bu kesimlerdeki seçmenlerin “yaşam tarzı” kaygusu ne kadar oy tercihinde ağırlık taşıyor? İş-aş meselesine gelince seçeneklere yaklaşım ne olacak? İş-aş meselesinde AKP iktidarına alternatif olarak ortaya çıkanların, başta CHP’nin, inandırıcı olması için akla gelebilecek sorulara cevaplarının net olması, “Hem İsa’ya Hem Musa’ya yaranmak” yanlışına düşmemesi beklenir.

***

Yılda ortalama yüzde 7 büyüme yönünde bir hedef belirleniyorsa, bu büyümenin kaynağı da net olarak ortaya konulmalı. AKP iktidarı, bu kaynağı, ağırlıkla dışarıdan sağladı ve sağlama tercihinde. Dış kaynak, özelleştirmelere ve banka satışlarına gelen yabancı sermaye ile, banka kredileriyle ve borsaya devlet kağıtlarına gelen sıcak para ile sağlandı ağırlıkla…CHP, bu kaynak tercihine karşı, kendi tercihini nasıl tanımlıyor ? Bu kaynak tercihinin Türkiye’yi yeniden getirdiği cari açık darboğazı, hangi politikalarla aşılacaktır? Örneğin, nasıl bir döviz kuru politikası ve buna bağlı olarak nasıl bir sıcak para yaklaşımı söz konusu olacağının açıklıkla ifadesi gerekir.

Eğer dış kaynak, büyümede ağırlık taşıyacaksa, o zaman AKP iktidarında ortaya çıkan yoksullaştırıcı, bağımlılaştırıcı sonuçlar, bir başka iktidar döneminde de kaçınılmaz. Alternatif, dış kaynağa bağımlılığı azaltıp yerli kaynağa yönelmek olabilir. Bunun da yolu esaslı bir vergi reformundan ve tasarrufları özendirmekten geçer. Vergi reformuna niyeti olanların, her şeyden önce milli gelirden vergi olarak alınan miktarın radikal biçimde artırılacağını, bunun da gücü olan sınıflardan alınacağını ilan etmesi gerekir. Bu, dolaylı vergi ve ücretlilerden alınan gelir vergisi üstüne kurulu mevcut vergi sisteminde değişiklik taahhüdüdür. Bu yapılmadıkça, kalıplaşmış, “kayıt-dışı ile mücadele, vergi kaçağı ile mücadele” gibi kozmetik önlem ifadeleri ikna edici olmayacaktır. Kamu harcamaları ayağında da sosyal devlete dönüş vaat edilmelidir.

***

AKP iktidarı, özelleştirmeleri , politikalarının odağına koydu, hala en önemli gelir kaynağı olarak koruyor. İktidara alternatif CHP’nin sadece “kamu bankaları özelleştirilmeyecektir” ifadesi yetmez. Özelleştirmenin her türüne karşı olunduğu, kamu arsalarının, varlıklarının satışına, her tür kamu hizmetinin piyasalaştırılıp özelleştirilmesine karşı durulacağı, özellikle eğitim ve sağlıktaki yıkımların onarılacağı ifade edilmelidir. Özellikle enerjide kamuya getirilen yatırım yasağının değiştirileceği, kamu yatırımlarının toplam yatırımlardaki payının hızla artırılacağı programda yer almalıdır.

***

CHP’nin, kendini AKP’den ayrıştırmasının bir diğer önemli ayağı işçi hakları olmalıdır. Özellikle işgücünün, istihdamın esnekleştirilerek güvencesizleştirilmesi konusunda CHP, tavrını net olarak ortaya koyabiliyor mu? CHP metinlerine giren “İstihdamda istikrar ve esneklik arasında uygun bir dengenin kurulmasının önemi her geçen gün artmaktadır” ifadesinin ne anlama geldiği sorulmalıdır. TÜSİAD,TİSK gibi patron örgütlerinin peşinde oldukları esnekleştirme konusunda, bu kesimlere mavi boncuk dağıtma, daha baştan çalışan sınıfı kaybetmek demektir.

Alternatif olabilmek, emek sınıflarıyla örgütlenmeye bağlıdır. Ne var ki, ücretli olabilecek 6 milyonun işi yok, işi olan 13 milyon ücretlinin de örgütü yok. Sendikalı sayısı 3 milyonu, toplu sözleşme yapan sayısı 1 milyonu bulmuyor. Bu işsiz ve örgütsüz sınıfı kendine taban yapmadan, bir partinin neoliberal gericiliğin alternatifi olması mümkün değil. Dolayısıyla esnekleşmeye yüz verilmeden kitleleri yeniden örgütlü, sendikalı bir güç yapmaya dönük projeler sergilenmelidir. Yoksul annelere ayda 600 TL aylık vermeyi projelendirmek tabi ki iyidir ama daha iyisi, evlere kapatılmış 12 milyon kadına, 3 milyonu umudunu yitirmiş, 3 milyonu da umutla iş arayan işsizlere, atıl kitlelere iş yaratmak değil midir? Bunun projelerini üretmek, bu hedeflere ulaşmanın mümkün olduğuna innandırmak değil midir?

Gerçekten de işsizliği, açlığı geride bırakmak mümkündür, ama emeğe dayanmakla, emeğe gerçekleri ifade ederek onunla birlikte örgütlenerek olacak şeylerdir bunlar.

19 Ocak 2011 Çarşamba

Umutsuz İşsizde Artış, İşsizliği Kamufle Ediyor…

Mustafa Sönmez

TÜİK’in de güdümlemesiyle, işsizlikte yine yanlış yorumlar yapılıyor. İşsizlik artmıyormuş, hatta azalıyormuş!...Gerçekte ise böyle bir şey yok. Öncelikle, Ekim 2010 için açıklanan veriler içinde, istihdama bakalım, artış var mı? Hayır yok. Tersine, Ekim’den Eylül’e bin kişi işini kaybetmiş. O zaman işsizlik nasıl azalıyor ? Azalma diye gösterilen, iş arama iddiası olan işsizlerin umudunu kesip piyasadan çekilmesinden kaynaklanıyor. Böyle olunca, yani resmi işgücü sayısı azalınca, resmi işsiz sayısı da, resmi işsizlik oranı da artmamış görünüyor.

Buradaki esas sorun, 15 yaşın üstündeki nüfustan işgücüne katılanların oranının yüzde 48-49’da seyretmesi, yani 15 yaşın üstündeki nüfusun yarısından fazlasının işgücüne dahil olmaması. AB-25 genelinde yüzde 71 olan işgücüne katılan nüfus oranı bizde hala yüzde 50’yi bulamıyor. Farkı görebiliyor muyuz? AB’de çalışabilir nüfusun yüzde 71’i işgücü piyasasında olduğu halde işsizlik oranı yüzde 10. Bizde çalışabilir nüfusun sadece yüzde 49’u işgücü piyasasında ama işsizlik oranı yüzde 11-12…Nüfus, işgücü piyasasında olmadığı için işsiz sayısı da işsizlik oranı da düşük görünüyor. Bu farkı, bu tabanı, hiçbir analizde gözden kaçırmamak gerekir.



İşgücüne dahil olamamanın eğitimle, yaşlılıkla da ilgisi var, ama onlar çıkarıldığında yine önemli bir nüfusun iş arayanlar, çalışanlar arasına katılmadığı görülüyor ve son 3 yılda bu atıl nüfus gerilemiyor, artıyor. Kriz öncesi yani Ekim 2008’de 26,7 milyon (15 yaş üstü) nüfus işgücü dışındaydı. 2009 Ekim’inde bu 162 bin kadar azaldı. Yani yaklaşık 162 bin kişi, işgücü piyasasına iş aramak için çıktı. Ama 2010 Ekim’inde durum ne ? 300 binden fazla artmış işgücü dışı nüfus. Yani, işgücü piyasasına girmeye teşebbüs eden ama iş bulamayan, iş aramaktan artık umudunu yitirenler ile, buna hiç cesaret etmeden piyasaya çıkmayanların, evine, kahvesine çekilmiş olanların sayısı 300 bin artmış durumda. Bunlar arasında vasıfsız işçilerin, özellikle “ev kadını” statüsünde olanların ağırlıkta olduğu söylenebilir.

***

Çalışabilir nüfusuna iş umudu vermeyen AKP iktidarının izlediği politikalar sonucu, özellikle sanayide istihdamsız büyüme çarpıklığı sürüyor. Küçülen tarımda, 2009 Ekim ayına göre 334 bin istihdam artışı gösteren TÜİK verileri, tarım istihdamında açıklayamayacağı bir tutarsızlık içinde. Büyüyen imalat sanayisi ise kriz öncesinin, örneğin 2008 Ekim’inin istihdamını 2010 Ekim’inde sağlayamıyor. İlkinde 4 milyon 250 bin olan sanayi işçisi sayısı, bugün o düzeyden 7 bin eksik, yani 4 milyon 243 bin. Sanayi büyüyor ama önceki yıldan daha az işçi çalıştırarak. Bu nasıl oluyor derseniz, olur. Üç kişinin işini iki kişiye yıkarsınız, itiraz edeni işten atmakla tehdit edersiniz; ve/veya, işçinin yerine ucuzlamış ithalatla makine getirir koyarsınız, işçiyi de kapının önüne atarsınız. Yaşanan bu değilse nedir? Artan sanayi üretimi, azalmış istihdamla nasıl gerçekleşiyor?

17 Ocak 2011 Pazartesi

Dış Ticaretin Kaymağını 50 Firma Yiyor…

Mustafa Sönmez

Türkiye, 1980’lere kadar, daha çok içe kapalı bir ekonomiydi. İhracatı çok düşüktü ve tarım ürünlerine dayanıyordu. İthalat, ağırlıkla ham petrol ve makine-teçhizata dayalıydı ve sıkı kontrol altındaydı. 24 Ocak 1980 kararları, birçok şey gibi dış ticaretin de libere edilmesine karar verilen kilometretaşıydı. O tarihten sonra Türkiye daha, daha çok dünya kapitalizmi ile bütünleşti ve ihracat, ama özellikle ithalat daha çok arttı. Bu sürecin 2000 sonrası kat ettiği gelişme, öncesi 20 yılı çok gerilerde bıraktı. 2000’de 28 milyar dolar olan ihracat, milli gelirin yüzde 10’u büyüklükteydi. 2010’a gelindiğinde 110 milyar doları bulan ihracat milli gelirin de yüzde 18’i büyüklüğündedir artık. Aynı şekilde hızla tırmanan ithalat, 2000’de 54 milyar dolar iken bugün 170 milyar dolara merdiven dayadı ve 10 yılda milli gelirin yüzde 18’inden yüzde 23’üne çıktı.

Dışa açılmaya methiye düzen neoliberaller, bu açılmanın-daha çok dışa saçılmadır aslı- ortaya çıkardığı büyük bağımlılığı pek görmek istemezler. Son 10 yılda bile 27 milyar dolardan 70 milyar dolara sıçramış bir dış ticaret açığı söz konusudur ve bu açıkla yaşamak için sıcak para morfinmanlığına kapılmıştır Türkiye…

***
Buraya kadar anlatılanlar dış ticarette büyümenin boyutlarını anımsatmak içindi. Esas konumuz ise şu: Dünya kapitalizmi ile bu kadar alışverişin kaymağını kim yiyor? Toplamı 270 milyar doları bulan dış ticareti kaç firma yapıyor ve bu faaliyete kaçı damgasını vuruyor? İşte bu ilginç soruya ışık tutacak verileri TÜİK açıkladı. İlki 2009’a ait olmak üzere başlatılan bir yeni ankette, TÜİK, ihracatçı ve ithalatçı kuruluşların profillerini çıkarmayı amaçlamış ve bakın ortada nasıl bir görüntü var;

TÜİK’in bulgularından anlıyoruz ki, ihracat işi yapan 47 bin, ithalat işi yapan 52 bin dolayında firma var. Ama, bunlar irili-ufaklı firmalar…Şırnak’tan Irak’a, Hatay’dan Suriye’ye, Edirne’den Bulgaristan’a mal satan da var, İran’dan Van’a, Erzurum’a, Çin’den Antep’e ithalat yapan da..Önemli olan 50 bini aşkın ihracatçı-ithalatçının olması değil. Önemli olan bu faaliyet kaç firmanın kontrolünde.




TÜİK diyor ki, ilk 50 firma ihracatın yüzde 41’ini, ithalatın ise neredeyse yüzde 50’sini gerçekleştirirler. İlk 100 diye biraz genişletirseniz, ihracattaki payları yüzde 50’ye, ithalattaki payları yüzde 60’a yaklaşıyor.

Tekrar hatırlatalım 50 bine yakın ihracatçı ve 50 bine yakın ithalatçı içinde ilk 50’den, ilk 100’den söz ediyoruz ..Yani binde 1’in hakimiyetinden!...

Bu dış ticaretin hakimlerinin hangi firmalar olduğu da sır değil. Kısa adı TİM olan Türkiye İhracatçılar Meclisi, her yıl bu “ihracat şampiyonları”nı ödüllendiriyor. İlk 6 firma, aşağı yukarı aynı, arada bir yer değiştiriyorlar. Bunlar otomotiv firmaları Oyak Renault ve Ford, beyaz eşya ihracatçısı Vestel, Koç’un özelleştirmeden aldığı petrol rafinaj tekeli Tüpraş ve yine Koç Grubu’na ait Tofaş ve Arçelik. Diğer büyük ihracatçılar arasında Toyota, sınai ve tıbbi gaz ihracatçısı Habaş, demir-çelik ihracatçısı İçdaş, giyimcilerin lideri GSD Dış Ticaret, yine demir-çelik ihracatçısı Diler Dış Ticaret var. En önemli, belki de en hakiki ihracatçı ise Şişe Cam…Neden böyle diyoruz? Çünkü bu ihracat şampiyonu olarak ödüllendirilen firmalar, aynı zamanda önemli ithalatçılar. İhraç ettikleri otomotiv ürünlerinin, petrol ürünlerinin, beyaz eşyaların, elektroniğin, demir-çelik ürünlerinin, hatta giyim eşyalarının girdilerinin yüzde 50 ila yüzde 70’i ithal…Ama bu ihracatçılar, ithalat yaptıkları için ödüllendirilmiyorlar. Ondan dolayı ne kadar ithalat yaptıklarını bilmiyoruz.

Dış ticaret ile ilgili bakan Zafer Çağlayan, Çarşamba günü İstanbul’da bir basın toplantısı düzenliyor. Sayın Bakan, TİM’le birlikte her ay ihracat ritüellerini pek güzel sergiliyor. O toplantıya bir de ithalatın şampiyonları listesi ile gelse, şampiyon ihracatçıların aynı zamanda ne kadar ithalat yaptıklarını da açıklasa, böylece madalyonun öteki yüzünü de görebilsek…
Bilmem yapabilir mi?

15 Ocak 2011 Cumartesi

Gazeteyi İnternetten Okumak...

Mustafa Sönmez

Acı ama gerçek: Tüm dünyada olan Türkiye’de de yaşanıyor. Yazılı medyanın bel kemiği gazeteler artan nüfusa, okuryazar oranına ve kişi başına gelire rağmen, satışlarını artıramıyor. Nüfusu 73 milyona, kişi başına geliri 10 bin dolara yaklaşan Türkiye’de yıllardır 5 milyon dolayında bir günlük gazete satışı var ki, bunun neredeyse 1 milyonu, Zaman gazetesinin şaibeli “satışları”ndan oluşuyor. Şaibeli diyorum, çünkü bu gazetenin bayi satışları 50 bini bile bulmuyor ama abone satışının 800-900 binleri bulduğu iddia ediliyor. Üstünde durmayalım, esas konumuz gazete satışının yanı sıra gazetelerin reklam pastasından aldıkları payın da azalması(*).

Gazetenin zaviye kaybını reklamdan aldıkları paydan da izleyebiliyoruz. Reklamcılar Derneği verilerine göre, henüz özel TV yayıncılığının emeklediği dönemde, 1993’te, reklam yatırımlarında yazılı medyanın payı yüzde 43 dolayındaydı. Bu oran izleyen yıllarda azaldı ve 1998’de yüzde 33’e düştü, 2004’te yüzde 37 olarak gerçekleşse de 2008 ve 2009’da tekrar yüzde 33’e kadar indi ve 2010’da dergiler dahil olmak, üzere yazılı basının reklam payı yüzde 27’ye indi.

***

TV kanalları, yazılı medyayı gerileten ana mecralar. Ama gelişmekte olan bir mecra, gazeteciliğe, yazılı medyanın mutfağında pişene farklı bir kulvar açtı:O da internet. Şimdi birçok gazete, kağıda basılı halini okuyucuya ulaştırmanın telaşını sürdürmekle beraber, internet ortamından okuyucuya ulaşmanın ve reklamverene bunu kanıtlamanın çabası içinde. Bugün, sadece Sözcü’nün internet erişilebilirliği yok. Cumhuriyet’e ise , ancak ücretli abonelik karşılığında internet ortamından ulaşılabiliyor. Diğer tüm gazetelere, ücretsiz olarak internetten ulaşmak mümkün. Böyle olunca, özellikle 40 yaş üstü kuşağın ağırlıklı kısmı, gazete satın almadan istedikleri gazeteyi, yazarı internetten takip edebiliyorlar.

Malum;internet aboneliği hızla artıyor. 2003 yılında sadece 19 bin internet abonesi bulunmaktayken, bu sayı 2005’te 1 milyon 590 bini, 2010 yılı üçüncü çeyreği itibariyle de 8 milyonu aşmış bulunuyor. En sonuncusu, 2010 yılı Nisan ayı içerisinde gerçekleştirilen TÜİK’in Hanehalkı Bilişim Teknolojileri Kullanım Araştırması sonuçlarına göre de hanelerin yüzde 41,6’sı internet erişim imkânına sahip. Bu oran 2009 yılının aynı ayında yüzde 30’du. Aynı oranın AB’deki ortalaması yüzde 50’ye yaklaşıyor.


Yazılı ve görsel medyaya internet üstünden erişim, 2000’li yılların başlarından itibaren Türkiye’de de hızlandı. Erişimin ücretsiz olması, tıklanma sayılarını hızla artırdı. ABD merkezli, bir internet şirketi alexa.com, sitelerin tıklanma sayılarını kayıt altına alıyor. Alexa istatistikleri "Alexa Toolbar" adlı yazılımın kullanıcılarından alınan verilerden derleniyor.İnternet alanında uluslararası ölçüm yapan alexa.com’un son verilerine göre, Türkiye’de en çok tıklanan ilk 100 site içinde ilk 10’a iki gazetenin internet versiyonları girerken, yine 10 gazete ve TV web sitesinin, ilk 100 arasına girdiği görülebiliyor.




Kaynak:Alexa.com

İnternet medyacılığı ve bir reklam mecrası olarak internetin potansiyeli, bu alana yatırımları 2000’li yıllarda biraz daha artırdı. Reklamcılar Derneği’nin reklam yatırımları bulgularına göre, internet mecrası 2008’de a yüzde 3’e yakın olan payını, 2009 ve 2010’da yüzde 6,6’ya çıkardı.

Alexa.com’un verilerine göre Türkiye’nin en çok ziyaret edilen ilk 10 internet sitesi arasında yer alan www.milliyet.com.tr ile www. hurriyet.com.tr haber siteleri ve diğer portallarıyla Doğan Grubu, internet reklamcılığı alanında da pazarın en önde gelen oyuncularından biri.

Doğan Grubu’nun 2006 yılında reklam gelirlerinin ancak yüzde 1’ini oluşturan internet gelirleri, 2008 yılında yüzde 3’e çıktı. Grubun, emlaktan insan kaynakları hizmetlerine, otomobil satışları hizmetlerine uzanan bir dizi web sitesi de bu kulvarda yer alıyor.

Alexa.com’un verilerine göre, Türkiye’de en çok tıklanan siteler içinde Milliyet 8’nci , Hürriyet 9’ncu sıraları alırken, internet üstünden üretimine erişilen diğer sitelerin bazılarının tıklanmaya göre sıralaması şöyle: Habertürk (13), Sabah(23), Vatan(32). Günde 900 bin-1 milyon gazete satışı iddiası olan Zaman’ın, internet ortamında 77’nci sırada yer alması, satış rakamları ile ilgili iddiasının inandırıcılığını daha da azaltıyor.

(*)Konunun detayları Yordam Kitap’tan yayımlanan yeni kitabım; Medya,Kültür,Para ve İstanbul İktidarı’na bakabilirler.

14 Ocak 2011 Cuma

İnadına İçelim!...

Mustafa Sönmez

RTE’nin İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanlığı döneminde belediye tesislerinde başlatılan "içki yasağı" uygulaması, AKP hükümeti tarafından hızla genişletildi. 2005'te içkili mekânların tecridini öngören "Kırmızı Sokaklar" marifetini sergileyen AKP, devamında yerel yönetimler aracılığıyla içkili işletmelere keyfi yaptırımlar uyguladı. Yaptırıma gerek duymadan mahalle baskısı ile ,özellikle Anadolu’nun birçok kentinde içkili mekan bulunmaz hale getirildi. Ama, bitmiyor, dur durak dinlemiyor yasakçı zihniyet. Şimdi de tütün ve alkolle ilgili kurul üstünden çemberi daraltmaya gidiyor.

AKP iktidarını yasaklar ve vergiler ile iyice içki düşmanı haline getiren, hatta çileden çıkaran, içki tüketiminin her kısıtlamaya ve yasağa rağmen hissedilir düşüş göstermemesi. Kısa adı TAPDK olan Tütün ve Alkol Piyasası Denetleme Kurulu’nun 2010’un 9 aylık üretim, ithalat ve ihracat verilerini yıllığa çevirerek tahmin yürütsek, Türkiye’nin 2010’da şarap tüketimi 10 milyon litre daha arttı ve 53 milyon litreyi geçti diyebiliriz. Çok değil, 2004’te bu tüketim 25 milyon litre idi. Demek ki, şarap tüketimi artıyor. Bunda gelen turist sayısındaki artış da etkili elbette. Ama, Türkiye toplumunun daha çok şarap tükettiği bir gerçek.




Geleneksel içkimiz rakıda ise tüm AKP engellemelerine karşın, tüketim, 40-42 milyon litreden aşağı düşmüyor. Hatta bu yıl 44 milyon litreye çıktığı tahmin ediliyor. En önemlisi, spor kulübü sponsorluğu bile iptal edilen Efes Pilsen’in domine ettiği bira pazarı kolay kolay gerilemiyor. 2008’de 851 milyon litreye ulaşan bira tüketiminin son iki yılda artışının biraz tempo kaybettiği ve 2010 yılını 800 milyon litre dolayında kapadığı tahmin ediliyor. Hülasa; nüfusa her yıl 1 milyon kişi ekleniyor, gelen turist sayısı 27 milyonu geçti, dolayısıyla içki tüketimindeki artış bu sayılarla çok hızlı değil, ama bir direnme de söz konusu. Üstelik bu direnme artan içki fiyatlarına rağmen yaşanıyor. TÜİK’e göre, 2010 boyunca rakı fiyatları yüzde 28, şarap fiyatları yüzde 14, bira fiyatları ise yüzde 36 arttı. Kuşkusuz bu artışlarda ana etken alkollü içkilere getirilen yeni dolaylı vergiler oldu. Vergiler, hemen fiyatlara yansıtıldı.



AKP iktidarının alkollü içki tüketiminden aldığı vergi, her yıl biraz daha artıyor. Çok geriye gitmeden, 2006’da 1,5 milyar TL’yi geçen bu kalemin vergisi, 2008’de 2 milyar TL’ye yaklaşırken 2010’da 3 milyar TL’ye yaklaşmış durumda. Bu, 5 yılda alkolden alınan verginin yüzde 100’e yakın artması demek. Toplam vergi gelirleri içinde 2006’da yüzde 1 dolayında olan alkol vergisinin payı, 2010’da yüzde 1,5’a yaklaşmış durumda.

AKP’liler, gençliğin işsizlik, yoksulluk ve sürünerek eğitim sorunları söz konusu olunca ortada görünmüyorlar. 15-24 yaş grubunun işsizlik oranı yüzde 26. Aynı gençlerin üçte biri, okul yerine insafsız sömürü gerçekleşen işyerlerinde çalışmak zorundalar. Eğitimde olanları, birer müşteri gibi görüp eğitim üstünden soyuyorlar. 3 milyon genç var ki, ne eğitimde, ne işte. Bu gençlik sefaleti karşısında AKP, gençleri alkolden korumak adına yasaklarla, vergilerle alkole kelepçe vurmayı marifet sanıyor, ama nafile…Onca yoksulluk içinde bile alkol tüketimi gerilemiyor. Özellikle gençler, biralarını kaldırarak “İnadına içelim” diyor, isyanlarını bu biçimde de sürdürüyorlar…

12 Ocak 2011 Çarşamba

Sanayi Büyürken Yoksullaştırıyor…

Mustafa Sönmez

Kasım ayına ait sanayi üretim endeksi, sanayide 2010’da, kriz öncesine dönüldüğünü gösteriyor. 2009’da yüzde 10’a yakın küçülen sanayi üretimi 2010’da yüzde 11’e yakın büyümüş, yani kriz öncesi üretim seviyesine geri dönülmüş. Alt sektörler itibariyle bakıldığında büyümeye lokomotifliği dayanıklı tüketim mallarının yaptığı anlaşılıyor. Yani başta otomotiv olmak üzere, beyaz eşya, elektronik, ev tekstili, mobilya vb. sektörler, kriz öncesi üretim seviyelerini yakaladıkları gibi bir hayli geride bile bırakmışlar. Ara malı ve giyim, gıda gibi dayanıksız tüketim mallarında da kriz öncesi geçilmiş. Enerji üretimi aynı seviyede kalırken sermaye malları üretiminde kriz öncesine dönülememiş.



Kaynak:TÜİK, 2010 verisi yıllıklandırılmıştır.

Sanayinin aylar itibariyle seyri ise başka bir şeye dikkat çekiyor.. Sanayi 2009’un son çeyreğinden itibaren tempo kazanırken, 2010’un ikinci yarısında yavaş yavaş tempo kaybediyor. Yani bu, çarkların gelecekte aynı hızda dönmeyebileceği anlamına geliyor.

Sanayinin kriz öncesini yakalamasında en önemli etken sıcak para trafiği. Sıcak para girişi-çıkışı ile büyüyüp küçülen Türkiye ekonomisinin omurgası sanayi, yine sıcak para girişi ile büyümeye başlamış ama sıcak para trafiğinin yavaşlaması ile hız kaybedeceğe benzer. Hele ki, iç talebin, özellikle dayanıklı tüketim mallarına talebin, kredi kartları ve tüketici kredileri ile kışkırtılmasının sınırlarına gelindiği anımsandığında…

***
Gelelim sanayi büyümesinin kalitesine…Açıklanan dış ticaret miktar ve fiyat endeksi göstergeleri, bu sanayi büyümesinin Türkiye’nin ithalatını hem miktar hem fiyat olarak hızlandırdığını, buna karşılık ihracatın miktar olarak ithalatın gerisinde kaldığı gibi, birim ihracat fiyatlarının da ithalatınkinden düşük seyrettiğini , dolayısıyla fiyat makası üstünden yoksullaştığını gösteriyor.



Sanayi, Türkiye’nin dış ticaret fotoğrafının ana belirleyicisi. İthalatın önemli kısmı sanayi için yapılıyor. İhracat ise neredeyse tamamen sanayi ürünlerinden oluşuyor. Toplamda bakıldığında , 2010’un ilk 11 ayında ihracat 112 milyar doları bulurken ithalatın 180 milyar dolara yaklaştığını, dolayısıyla 68 milyar dolarlık bir açık verildiğini görüyoruz. Sanayinin küçüldüğü 2009’da ithalat ve ihracat da düşmüş, dolayısıyla ikisinin arasındaki açık 39 milyar dolara inmişti. Oysa kriz öncesinde bu rakam 70 milyar dolardı. Yeniden büyüme yaşanan 2010’da da neredeyse 70 milyar dolarlık açığa geri dönüldü.

Daha da önemlisi, Türkiye birim ithalatı fiyatı, birim ihracat fiyatından daha hızlı artmış görünüyor. Örneğin 2010’un 3. çeyreğinde miktar olarak ihracat yüzde 5 artarken ithalat yüzde 15 artmış. Yani 3 katı. Fiyatlara gelince görülüyor ki, ihracatın birim olarak fiyatı yüzde 1,5 artarken yapılan ithalatın birim fiyatı yüzde 7’ye yakın artmış. Yani, Türkiye, sanayi üretimi için hem daha çok ithalata yönelmiş hem de bu ithalatı daha yüksek fiyatlardan yapmış. Buna karşılık limanlardan gönderdiği mal miktarı daha düşük kalmış hem de birim ihracatını daha ucuz fiyatlara yapmış. İşte bu sanayinin yoksullaşma pahasına büyümesi demektir.


Türkiye sanayisi, bunu ancak işçisini ucuza çalıştırarak, devletten örtülü-açık bazı destekler alarak yapabiliyor. Sanayi işçileri, 2008 ücretleri ile çalıştırılırken enflasyonun götürdükleri ile birlikte yüzde 11 reel gelir kaybına uğradılar. Sanayinin yeniden büyümesini daha az işçi ile yaparak istihdamsız büyüdüğünden hiç söz etmedik bile…Devletin bu yoksullaştırıcı büyümeye verdiği desteklerin parasal ifadesi ise ayrı bir araştırma konusu.

10 Ocak 2011 Pazartesi

Öğrencilerin İsyanı: Bu Defa Başka..

Mustafa Sönmez

Türkiye’de, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde; Kuzey Afrika’da, Tunus’tan Cezayir’e hızla öğrenci protestoları, isyanları yaygınlaşıyor. Bu öğrenci protestolarını, 1960’ların, 1970’lerin eylemlerinden farklı kılan yanlar var. Öncekilerde, öğrenci gençlik, “işçi sınıfının aydını olma”, onlara öncülük etme, “bilinç taşıma” adına örgütlenir, eylemler ortaya koyardı. Bugünkü öğrenci eylemlerinde bu motif eksik olmasa da, asli olan bu değil. Bu defa başka. Bugünün eylemlerinde, öğrenciler, bizzat kendi başlarına gelen musibetleri savuşturmak, kapitalizmin kendilerine ettikleriyle hesaplaşmak ve en önemlisi gelecekte başlarına geleceklerin kaygısıyla hareket ediyorlar. Öğrenciler, üniversitede güvencesiz çalıştırılan genç asistanları da bir mücadele bileşeni olarak yanlarında buluyorlar.

***
Kapitalizm öğrencilere ne yapıyor? Günümüzün neoliberal kapitalizmi eğitimi ticarileştirip piyasalaştırdı. 1980 öncesinde kamusal bir hizmet olan, parasız eğitim, bugün meta haline getirildi. Metalaşan eğitim öğrencilere, ailelerine para ile satılıyor. Türkiye’deki eğitimden gidelim. Daha ilköğrenimden itibaren sınav maratonları için bir dershane koşuşturması ve aile bütçesinden dershanelere akıtılan paralar… Sonrasında lise eğitimi boyunca özel okullara akıtılan paralar, kamu görünümlü okulların velilerden sürekli sızdırmaya çalıştıkları kaynaklar… Üniversite için yine dershanelere akıtılan paralar… Üniversite çağında vakıf üniversitelerine aktarılan neredeyse küçük bir servet boyutunda aile kaynakları, kamu üniversitelerinde örtülü örtüsüz harcamalar ve kalitesi iyice düşen bir üniversite eğitimi…Öğrencilerin yetersiz burslar, öğrenci kredileri ile geçinme zorlukları, sağlıksız yurt, barınma koşulları…Bütün bunlar kendilerine “müşteri” muamelesi yapılan öğrencinin ve ailesinin isyanına yol açıyor. Aile sineye çekse de öğrenci gençler, haklı olarak, artık bu istismara katlanamıyor.

***
Günümüz öğrenci eylemlerine damgasını vuran bir gerçeklik de “geleceksizlik kaygısı”…Artan işsizlik, özellikle küresel krizle gelen yeni işsizlik dalgası gençlerde , büyük endişelere yol açıyor. Bu, her ülkede böyle. ABD’de, AB ülkelerinde yüzde 10’un üzerine çıkan ve uzun süre bu oranın altına inmeyecek işsizlik, gençliği, mezuniyet sonrasının bilinmezliğine sürüklüyor. Türkiye koşullarında resmi işsizlerin üçte birini oluşturan 1 milyon kişinin 15-24 yaş grubundaki gençlerden oluşması yeterince endişe verici. Gençler arasında resmi işsizlik tarım dışında, kentlerde yüzde 26’yı biliyor.

Daha da kaygı verici olan, 3 milyon gencin ne eğitimde ne de işte olması. Bu durumda 1 milyonu resmi işsiz, 3 milyonu işgücü dışında olmak üzere, 4 milyon genç nüfusun işsiz ve atıl olduğu bir ülkenin ağır havasını soluyor gençlik. Yeterince kaygı verici, yeterince gelecekten endişe duymaya neden bir tablo bu…Buna bugünden isyan etmeyip de ne yapsın gençlik? Diplomalar, en güzel yılları harcayarak, kıt aile kaynaklarını kullanarak elde edilecek ama o diplomalar iş kapısını açamayacak….Bu acımasızlığı yaşayan milyonlarca genç örneği gözünün önünde duruyorken, üniversiteli bu geleceksizliğe nasıl isyan etmesin!…

***
Eylemci öğrencilerin en yakın müttefiki yine üniversiteden, genç asistanlar.
Lizbon Sözleşmesiyle başlayan Bologna Süreci çerçevesinde üniversitelerde piyasalaşma ve ticarileşme artarken üniversitenin akademik kadrosu da bir “maliyet öğesi”ne dönüştü. Öğretim elemanlarının maliyetini en aza indirdiği sürece, eğitim işletmesi kârını maksimize edecekti. Bunun için de güvencesiz çalıştırma, iş yükünü maksimize etme , en düşük ücreti ödeme öne çıktı. Avrupa ve ABD üniversiteleri arasındaki kârlılık temelindeki rekabetin ve neo-liberal politikaların bir ürünü olan Bologna Süreci’nin asistanlara yansıması, iş güvencesinin giderek daha fazla ortadan kaldırılması şeklinde oldu. İş güvencesinden yoksun bırakılan asistanlar böylece sermayenin talepleri doğrultusunda kâr getiren projelere yönelmek zorunda bırakıldılar.

Genç asistanlar, öğrencilerle aynı safta, üniversite ve yükseköğrenimin piyasalaşmasına karşı eşit, parasız ve kamusal bir yükseköğretimi savunuyorlar. Üniversitede paranın değil, bilim ve sanatın hâkim olabilmesi için sermayenin her düzeyde üniversiteden dışlanmasını istiyorlar.
İtiraz, üniversitelerin kendi mali kaynaklarını yaratması ve bunun sonucunda sermayenin mütevelli heyetleri ya da benzeri şekillerde üniversite yönetiminde yer alması anlamında bir “özerkliğe”….

Eylemler, öğrencilerin sadece müşteri ve ürün olarak üniversiteye “katılımının” öngörülmesine karşı. İstenen ise şu: Tam anlamıyla bir akademik özgürlük, öğrencilerin ve emekçilerin kendi öz örgütleri aracılığıyla gerçek katılımı.

8 Ocak 2011 Cumartesi

İnternetleşmenin Neresindeyiz?

Mustafa Sönmez

Dünya genelindeki bilgisayar ağlarını ve kurumsal bilgisayar sistemlerini birbirine bağlayan elektronik iletişim ağı internet , doludizgin hayatımızda. Binlerce akademik, ticari, devlet, ve serbest bilgisayar ağlarının birbirine bağlanmasıyla oluşan bu teknolojik yeniliğin sivil yaşama girişi çok yeni ve radyo,TV ile karşılaştırıldığında çok erken. Düşünün, radyo,tv ve İnternet'in bulunuşundan 50 milyon kullanıcıya ulaşmak için geçen süre incelendiğinde; radyo için 38 yıl, televizyon için 13 yıl iken, İnternet için sadece 5 yıl beklendi.
İnternet’in bize ilk gelişi 1994 ve sivil kullanıma açılışı 2000’lerin başları. Şimdi de ulaşılan abone sayısına bakalım: 2003 yılında sadece 18 bin 604 geniş bant internet abonesi bulunmaktayken, bu sayı 2005’te 1 milyon 590 bini, 2010 yılı üçüncü çeyreği itibariyle de 8 milyonu aşmış bulunuyor.



Kaynak:Bilgi ve Teknoloji Kurulu

En sonuncusu, 2010 yılı Nisan ayı içerisinde gerçekleştirilen TÜİK’in Hanehalkı Bilişim Teknolojileri Kullanım Araştırması sonuçlarına göre hanelerin yüzde 41,6’sı internet erişim imkânına sahip. Bu oran 2009 yılının aynı ayında yüzde 30’du. Aynı oranın AB’deki ortalaması yüzde 50’ye yaklaşıyor. Bu, Türkiye’nin AB ortalamasından uzak olmadığı anlamına geliyor. ADSL yüzde 73,3 ile hanelerde kullanılan en yaygın İnternet bağlantı türü.

***
Bilgisayar ve internet kullanımında da erkek-egemen bir görünüm var. Araştırma sonuçlarına göre 16-74 yaş grubundaki bireylerde bilgisayar ve İnternet kullanım oranları sırasıyla erkeklerde yüzde 53,4 ve yüzde 51,8, kadınlarda yüzde 33,2 ve yüzde 31,7.

Peki, Türkiye’de İnterneti ne sıklıkta kullanıyoruz ? Ankete göre, her beş bireyden üçü her gün İnternet kullanıyor. İnterneti halkımız yüzde 63 ağırlıkta evinden kullanıyor. İşyerleri yüzde 31,6, İnternet kafe yüzde 20 paya sahip. Bilgisayar ve İnternet kullanım oranlarının en yüksek olduğu yaş grubu, bekleneceği gibi, gençler, yani 16-24 yaş grubu. Doğal olarak en yüksek bilgisayar ve İnternet kullanım oranı yüksekokul, fakülte ve üstü mezunlar arasında.

Sınıfsal olarak internet kullanımına bakıldığında patronlara yakın oranda ücretli sınıfın da internet kullandığı görülüyor. Patronlar arasında bilgisayar ve İnternet kullanım oranları sırasıyla yüzde 69,2 ve yüzde 67,8 iken, ücretli ve maaşlı çalışanlarda yüzde 62,6 ve yüzde 60,5. Aynı oranlar işsizlerde ise sırasıyla yüzde 50 ve yüzde 48,2 olarak belirlenmiş.

Soru: İnternet en çok ne için kullanılıyor ? Cevap: e-posta için kullanılıyor
İnternet kullanan bireylerin yüzde 72,8’i e-posta göndermek-almak, yüzde 64,2’i sohbet odalarına, haber gruplarına veya çevrimiçi tartışma forumlarına mesaj göndermek, anlık ileti göndermek, yüzde 58,8’i haber, gazete ya da dergi okumak, haber indirmek, yüzde 55,7’si mal ve hizmetler hakkında bilgi aramak, yüzde 51,2’si oyun, müzik, film, görüntü indirmek ya da oynatmak için İnterneti kullanıyorlar.

İnternet, alışverişte de kullanılıyor. Bu kolaylığı kullananlar henüz yüzde 15 ama artacak. İnternet üzerinden mal veya hizmet siparişi veren ya da satın alan bireyler yüzde 24,3 oranı ile en fazla giyim ve spor malzemeleri almış görünüyorlar. Bunu yüzde 23,8 ile elektronik araçlar, yüzde 19,3 ile ev eşyası, yüzde 15,2 ile seyahat bileti alma, araç kiralama, yüzde 13,3 ile gıda maddeleri ile günlük gereksinimler izliyor.

İletişim devriminin çok önemli bir buluşu olan interneti istersek demokratikleşme, kendi kaderimizle ilgili karar süreçlerine katılma, bunun için etkin bir biçimde örgütlenme yolunda kullanabiliriz. Teknoloji bize bunun potansiyel imkanını sunuyor. Ama aynı teknoloji, internet üstünden kitleleri kontrol altında tutma, yanlış enforme etme, pasifize etme, yozlaştırma, uysallaştırmanın imkanını da muktedirlere, hakim güçlere veriyor.

Her teknoloji gibi hayatımıza iyice giren interneti nasıl kullanacağımız kendi elimizde.


7 Ocak 2011 Cuma

Bütçeden 1 Adalet’e, 5 Polise…


Mustafa Sönmez

Adalet Bakanlığı yakınıyor: Mahkeme artı Yargıtay, bir ceza davası ortalama 1600 günde sonuçlanıyor. Bu, 4,5 yıl demek… Üstelik bu ortalama rakam...Misal; Hizbullah, davası hükümlülerinin dosyaları toplam 10 yılda bile karara bağlanamadı. O yüzden salıverildiler...Demek ki mahkemeleri hızlandırmak gerekiyor… Bu çerçevede; hakim, savcı ve adalet hizmetleri personeli sayısının artırılması, teknolojik donanımı artırmak gerekmiyor mu? Gerekiyor ve bu da bütçe işi. Peki, AKP iktidarı Adalet’e toplam bütçenin ne kadarını ayırıyor ? Adalet, AKP hükümetinin öncelikleri arasında nerede duruyor

Sıkı durun , bütçenin sadece yüzde 1’i adalete ayrılıyor. 2010’yılı 11 ay bütçe harcamalarına göz atınca görüyoruz ki, yapılmış görünen 256 milyar TL’lik bütçe harcamasında polise yaklaşık 12 milyar TL’lik harcama yapılırken adalete verilen bütçe 3 milyar TL bile değil. Yani, 1 adalete, 5 polise…


BÜTÇE HARCAMALARI İÇİNDE

POLİS-ADALET-DİYANET VE KARAYOLLARI,2010/11 AY,Milyon TL,%



Kaynak: Maliye Bakanlığı veri tabanı

Adaletin AKP gözündeki kıymeti harbiyesini anlamak için, ayrılan bütçeyi başka bütçelerle karşılaştırmak da yararlı olabilir. Adalet’in bütçesi Diyanet’in bütçesi kadar…Daha fazla yorum gerekir mi? Başka bir kıyaslama: AKP’nin medarı iftiharı karayolları inşaatına ayırdığı bütçe 8 milyar TL ve adalet hizmetleri için ayrılan kaynakların neredeyse 3 katı…Karayolları, Adaletten 3 kat önemli olabilir mi? AKP’liler için oluyor işte…

***
Türkiye’de 2010 yılı Eylül ayı itibarıyla hakim ve cumhuriyet savcısı sayısı 11.698, diğer adalet personeli sayısı ise 32.345. Özellikle hakim sayısı olmak üzere bu sayılar genel olarak AB üyesi ülkelerdeki ortalamanın altında. Avrupa Etkin Yargı Komisyonu(CEPEJ)’in verilerine göre, 100 bin kişiye düşen hakim sayısı Portekiz’de 18, Hollanda’da 13 iken Türkiye’de 10. Aynı kaynağa göre, ilk derece mahkemelerde açılan ceza davası sayısı Portekiz’de 1364, Hollanda’da 1345 iken Türkiye’deki 2400. Açık olan şu: İş yükü ağır, personel yetersiz.

***

RTE, ancak inşa ettirdikleri “Adalet Sarayları”ndandan sözedip onlarla kasınıyor. 2003 yılı başından 2010 yılı Eylül ayına kadar olan dönemde toplam 79 adalet hizmet binası tamamlanarak hizmete açılmış, ayrıca, 50 adalet hizmet binası tamamlanmış ve açılışa hazır hale getirilmiş ve 24’ünün inşaatı ise devam etmekteymiş. Bina gereklidir elbette ama ya adalet personeli? Çağdaş donanım ? Hakim,savcı adalet personeli..?

Yargılama süreci etkin ve hızlı işleyemiyor, yargıya ulaşabilirlikteki sorunlar var. Özellikle alt-orta gelir grubu açısından. Adalet hizmetlerine erişim kapsamında; gelir düzeyi düşük olan kişilerin adli yardımdan yararlanmasının kolaylaştırılması gerek. Bu amaçla, adli yardıma ilişkin usuller sadeleştirilmeli ve yararlanıcıların kolayca ulaşabilecekleri yol gösterici belgeler ve yardım merkezleri oluşturulmalı. Ama nerede?...

Adil yargılanma hakkı tam olarak yaşama geçirilemiyor, hukuk kurallarının oluşturulmasında çağdaş gelişmeler yeterince takip edilemiyor, hukuk eğitiminde çağdaş standartlara ulaşılamıyor, yargının insan kaynaklarına ilişkin nicelik ve nitelik sorunları ile fiziki ve teknik altyapı eksiklikleri giderilebilmiş değil. Sadullah Ergin türü kafalarla da giderilemeyecek. Adalete, bütçesinde ancak yüzde 1 pay ayıran zihniyetin bu sorunları çözmesi beklenebilir mi?

5 Ocak 2011 Çarşamba

4 Milyon İşsiz, Atıl Gencin Geleceği Ne Olacak ?

Mustafa Sönmez

Yüksek büyüme hızı, düşük enflasyonla hava basanlar dönüp gençler ne durumda diye bakıyorlar mı acaba? Geleceğimiz, dediğimiz gençlerin hali pürmelali ne durumda acaba? Resmi sınıflama, 15-24 yaş arası nüfusu “Genç” olarak tanımlıyor. TÜİK, silah altında ve cezaevinde olmayan bu “sivil genç nüfus”u 2010 Eylül ayında 11,5 milyon olarak belirlemiş. Bu, aynı yılın sivil nüfusunun yaklaşık yüzde 16’sı demek. 15-24 yaş grubu, normalde lise ve üniversite sıralarında olması gereken gençlik demek. Peki öyle mi? Bizde bu 11,5 milyon nüfusun ne kadar okul sıralarında, ne kadarı fabrikada, tarlada, büroda çalışıyor ve ne kadarı iş arayıp bulamıyor, hatta umudunu kesip kahvede, evde, AVM köşelerinde hayatının en güzel günlerini harcıyor ?

***

İşgücü verileri, ortada, görünenden daha vahim bir tablo olduğunu ortaya koyuyor. Geleceğimiz dediğimiz 11,5 milyon genç nüfusumuzun ne yazık ki sadece üçte biri okulda. Yani lise, meslek okulu, üniversite, yüksek okulda. Okullaşma, lise ve sonrasında hala düşük. 2008 yılı itibarıyla ortaöğretim ve daha üst seviyede eğitim alanların oranı Türkiye’de yüzde 30 iken, bu oran OECD ve AB-19 ülke ortalamalarında yüzde 72…Uçurumu görebiliyor musunuz? Çocuklar, özellikle Doğu ve G.Doğu’da kız çocukları, 8 yıllık mecburi eğitimi 14 yaş dolayında bitirdikten sonra, liseye devam etmekte zorlanıyorlar. Bunda ailelerinin din motifli kısıtlamaları kadar, kırsalda lise eğitimine ulaşmanın zorluğu, yoksulluk en önemli etkenler. Liseyi bitirenlerin üniversite okumalarının nasıl bir kahırlı maraton olduğu gözler önünde. Hoş, lise, hatta üniversite diplomasını cebine koyan kendini kurtarıyor mu? Gençlerin , eğıtimdeki üçte birlik nüfusundan geri kalan üçte ikilik kısmı, bakalım nerede ?

***
Genç yaşta, eğitimlerini doğru dürüst tamamlayamadan çalışalak zorunda kalanların, genç nüfusun yüzde 31’ini oluşturduğunu görüyoruz. Bunların yedeği olarak bekleyen genç işsiz nüfusun sayısı ise 1 milyona yaklaşıyor. Yani Türkiye’deki 3 milyon resmi işsiz nüfusun üçte biri gençlerden oluşuyor.



Genelde resmi işsizlik oranı yüzde 12’ye yaklaşıyor ama gençler arasında bu oran yüzde 21’i aşıyor. Hele ki tarım dışı kesimde, kentlerde genç işsizliği yüzde 26’yı buluyor.

Daha vahim olanı, ne okulda, ne işte, ne işgücü pazarında olan , yani atıl genç nüfusun ürkütücü kalabalığı. Gençlerin yüzde 34’ten fazlasını oluşturan 3 milyon 55 bin genç, kahvede, evde, sokakta, AVM köşelerinde, yani hem işgücü dışında, hem eğitim dışında. Bu “atıl genç nüfusun” kız-erkek oranının eşite yakın olduğunu tahmin ediyoruz. Yani 1,5 milyon genç kız belki “ev kızı”, belki sokakta; 1,5 milyon genç erkeğin de ne işi var, ne iş arıyor, ne de okulda. Peki nerede? Herhalde kahvelerde, sokaklarda…Bu, gerçekten de çok vahim bir durum. Yani 1 milyon iş arayan işsiz genç ile 3 milyon iş bile aramayan atıl, aylak bırakılmış toplam 4 milyon genç nüfus, hayatlarının en güzel yıllarında bu kadar geleceksiz, sahipsiz bırakılmış …Böyle bir bir genç nüfusa sahip olmak, bir fırsat, bir avantaj olacakken, bu haliyle iç burkucu, ürkütücü.

Araştırmalar doğruysa, sigara, alkol ve uyuşturucu gibi zararlı alışkanlıklara bağlanma, 11 yaş altına kadar düşmüş durumda. Bu, gençleri büyük bir yok oluşa terk etmek demek.

Eğitim, işsizlik, sosyal güvenlik, sosyal katılım, karar alma süreçlerine katılım, yabancılaşma, toplumsal duyarlılık, bireysel gelişim ve özgüven gibi gençleri yakından ilgilendiren konularda gençlere destek yok. Devletin, AKP iktidarının gençlerin geleceği ile ilgili iler tutar bir politikası yok. Gençler, neoliberal rüzgarlara terk edilmiş, körpe işgücü olarak görülüyorlar, sahipsiz, kimsesiz bir geleceğin kurbanları durumundalar. Onların okulda, sokakta dile, haykırışa, bazen yumurtalı eylemlere vuran tepkileri ise haksız değil, az bile.

3 Ocak 2011 Pazartesi

Enerji Darboğazına Karşı Kamuya Dönüş

Kaynak Nerede mi? Alın Size Kaynak…

Mustafa Sönmez

Zamanın muktedirlerinin sinirlerini oynatan her sosyal önermeye verdikleri karşılık, son günlerde iyice dillere pelesenk oldu: “Kaynağınız ne kardeşim, kaynak nereden bulacaksınız?” AKP hükümetinin medya meddahları da aynı lafı dillerine dolamışlar:Kaynak nereden, onu söyle…

Öyle bir şartlanmışlık ki bu, Pavlov’un köpekleri halt etmiş…Kaynak dediğiniz nedir? Nüfusu 75 milyona merdiven dayamış ve onca münbit toprağı, Asya’yı Avrupa’ya bağlayan jeopolitiği, emsalsiz tarih ve kültür varlıkları, yedi iklimi, üç tarafı denizle kaplı, Nazım’ın ifadesiyle, “Bir kısrak başı gibi Uzak Asya’dan Akdeniz’e uzanan bu memleket”te kaynaktan bol ne var? Ama görene, anlayana…En büyük kaynak, işgücü. 15 yaşın üstündeki nüfus 48 küsur milyon. Ama bunun ancak yüzde 46’sı “işgücü”…Yani 22 milyonu. Fiilen çalışan ise 20 milyon…Yani 20 milyon kişi çalışıyor ve 72,5 milyonu geçiniyor. Bundan büyük kaynak israfı olur mu? El alemin memleketinde işgücüne katılma yüzde 60’larda, bizde yüzde 40’larda. En büyük kaynak ısrafı, çalışabilecek insanları aylak bırakmak, onlara istihdam yaratacak bir büyüme, bir yatırım ortamı yaratamamak.

20 milyon nüfusla, 700 milyar dolarlık milli gelir yaratıyorsunuz. Bu insan kaynağını çok değil, 1-2 milyon artırmak bile ortaya devasa kaynak çıkarır. Daha çok milli gelir ve milli gelirden daha çok vergi, o vergiyle daha çok sosyal yardım,eğitim,sağlık…Kaynak mı soruyorsunuz? Kaynağı kurutan, tutturduğunuz dışa bağımlı, istihdamsız kof büyüme modelleri.

***
Devleti ekonomiden uzaklaştırıp inşa ettiğiniz neoliberal iktisadın, vergi olabilecek kaynağı, özel sermayeye bırakmasıyla, devletin harcama yapabildiği bütçe kaynağı, milli gelirin yüzde 25’i bile değil. Oysa, bakın sosyal devleti uygulayan İskandinav ülkelerine, bu oran yüzde 40…Devlet, Robin Hood gibi, doğru dürüst vergi alıyor ve geliri yeniden paylaştırıyor. Bizde, verginin üçte ikisini zaten halk sınıflarından oluşan tüketici ödüyor. Gelir vergisinin yükünü bordro mahkumları çekiyor. Sıra harcamaya gelince bakın ne oluyor: Size 11 aylık bütçe harcamalarının bileşimini hatırlatalım:



Bütçenin dörtte birinden fazlası, devletin memur, ücretlisinin maaşlarına, sigorta primlerine harcanıyor. İç ve dış rantiyelere ödenen faiz, yıllık 50 milyar TL’ye yaklaşıyor ve bütçenin yüzde 18’den biraz fazlasını tutuyor. Devletin, çoğu özel sektörden aldığı mal,hizmet, yaptırdığı binalar vs. için harcamaları bütçenin yüzde 15’ini buluyor. En önemli kalem ise bütçeden aktarılan kaynaklar. Peki nereye, bu cari transferler? En önemli kalem SGK’ya, açık kapatmaya. Bütçenin yüzde 20’den fazlası SGK’ya aktarılıyor. Belediyelere aktarılan, yüzde 7,5 dolayında. Zarar yazan KİT’lere de bütçenin yüzde 5’inden fazlası aktarılıyor. Peki hane halkına yani, tarıma, öğrencilere, özürlülere, yoksullara, halkın diğer gereksinmelerine ? İşte burada bütçenin sınıfsal yüzü ortaya çıkıyor. Anlıyoruz ki, bütçenin ancak yüzde 3,5’u hane halkına ayrılıyor. Bunun da üçte ikisinden fazlası tarıma. O zaman, kentteki halka, eğitim, sağlık,barınma,kültür vb için aktarılan kaynaklar bütçenin ancak yüzde 1,5’u dolayında.

Faiz giderleri 46,5 milyardan 43 milyar TL’ye indirilse, ortaya şu anda kentteki hanelere harcanan bütçenin yüzde 100 fazlası sağlanacak. Düşünün, yoksul her anneye, ayda 600 TL, yılda 7.200 TL bütçeden aktarılsa, 1 milyon yoksul anne için bu 7,2 milyar TL yapıyor. Ya da bütçenin yüzde 3’ünü, başka kaynaklardan kesip yoksullara aktarmak anlamına geliyor. Ya da isterseniz-ve daha iyisi- varlıklı kesimden alınan vergileri bütçenin yüzde 3’ü oranında artırır onu da yoksullara aktarırsınız. Kaynak mı diyordunuz, alın size kaynak…

2 Ocak 2011 Pazar

2010’un Ardından Medya

Mustafa Sönmez

Bir yanıyla ekonomik bir sektör öte yanıyla sistemin ideolojik-politik yeniden üretim alanlarından biri olan medya, Türkiye’de 2010’u nasıl yaşadı, 2011’e neler taşıdı? Önce bir ekonomik sektör olarak bakılırsa, Türkiye medya endüstrisinin ana gelir kaynağı olan reklam gelirlerine göz atmak gerekir. Reklam harcamaları, küresel krizden etkilenerek 2009’da, önceki yıla göre yüzde 23 azalmış ve 2,7 milyar TL dolayına düşmüştü. Bu daralma, medya sektörünü de etkilemedi değil. 2010’da ise ekonomi, iç talebe dönük yeniden büyüme süreci yaşayınca, ertelenmiş dayanıklı-dayanıksız tüketim malı, konut, otomobil satışlarına paralel olarak reklam harcamaları da hızlandı ve yılın tamamında, önceki yıla göre yüzde 30 arttığı ve 3,6 milyar TL’ye ulaştığı tahmin ediliyor.




Reklamlardaki toparlanma ile birlikte TV’lere akan reklam, yazılı basının ve diğer mecraların aleyhine gelişti. TV’lerin reklam payı, yazılı basının aleyhine 3 puan arttı ve böylece payı yüzde 55,6’ya çıktı. Gazeteler ve dergilerin reklamlardan aldıkları pay ise her yıl biraz daha azalırken 2008-2010 arasında puan kaybı 6’yı buldu.

***
TV sektörünün biraz daha yıldızını parlatmasında, toplumun haber ve eğlence ihtiyacını TV’den karşılama eğilimlerinin pekişmesi etkili oldu denebilir. Özellikle dizi filmlerin belirleyiciliğinde yapılanan büyük TV kanalları, dizi ratinglerine bağlı olarak reklam çekmede ve ilgi odağı olmada 2010’da da kıyasıya yarıştılar.

Reklam gelirlerinin artış eğilimi içinde olmasına karşın, bu reklam havuzu, Türkiye’deki medya niceliğini ayakta tutmaya, tabi ki yetmiyor. Pazarın yarısını kontrol eden Doğan Yayın Holding, 2009’un ilk 9 ayında 147 milyon TL olan net zararını 2010’un 9 ayında ancak 68 milyon TL zarara indirebildi. Grupta başvurulan, Radikal-Referans birleşme operasyonu umulanı vermezken 50 dolayında gazeteciyi de işsiz bıraktı. Aydın Doğan, 2011 mesajında küçülerek yeniden yapılanacaklarını bildirdi. Doğan Grubu’nun bilançosundaki zarar diğer medya gruplarının pek çoğu için geçerli. Yani, medya, önceki yıllarda olduğu gibi, reklam gelirleri ile kavrulamadığı ölçüde zarar yazıyor ve bu açık, medyadan sağladıkları dışsal faydalar uğruna, zararı sineye çeken medya sahiplerinin diğer şirketlerinden karşılanıyor.

***
Medya, toplumdaki ayrışmanın, kutuplaşmanın ana yansıma alanı. 2010’da 12 Eylül referandumu ekseninde medyada ayrışma biraz daha derinleşti. AKP iktidarının yasamanın, yürütmenin yanında yargıyı da kontrolüne alma yönündeki otoriter eğilimlerine, AKP yandaşı, Fethullah Cemaati patronajındaki medyanın yanında, Doğan ve diğer “üçüncü medya” gruplarındaki AKP destekçisi yorumcuların verdiği destekle ayrışma , kutuplaşma hızlandı. 2010, kamu yayıncısı TRT ve Anadolu Ajansı’nın AKP iktidarının tamamen kontrolüne geçtiği bir yıl olarak tarihteki yerini aldı.

AKP’nin Doğan Grubu’nu, vergi cezaları ile sindirme çabaları şimdilik sonuç verirken medyada otokontrolün daha da boyutlandığı gözlerden kaçmıyor. Öte yandan, gazeteciler üzerindeki baskılar daha da arttı. TGS’nin belirlemelerine göre, tutuklu gazeteci sayısı 50’ye ulaşırken toplamda 100’den fazla gazeteci, hapis cezası tehdidi altında 2011’e girdi.

AKP iktidarı, 2010’da Anayasa referandumu ekseninde medyanın bir kısmını doğrudan araçsallaştırarak, bir kısmını da kuşatıp korkutarak, güdümünde tuttu. Genel seçim yılı 2011’de bu eğilimin pekişmesi beklenebilir ve yükselecek toplumsal çatışmanın en büyük mücadele arenalarından birinin yine medya alanı olacağı söylenebilir.