Sayfalar

30 Nisan 2010 Cuma

Asyalaşma Her Şeyi Çarpıtıyor

Mustafa Sönmez

30.04.2010, Cuma
AKP iktidarına denk gelen ve bu parti tarafından militanca desteklenen 2002 sonrası Türkiyesinin ekonomik rotası, uluslar arası literatürde Asyalaşma olarak adlandırılır. Nedir bu rotanın özellikleri ? Ekonomide büyüme, sıcak para, yabancı sermaye ve dış kredi yoluyla gelen dış kaynakla büyür, büyümede lokomotif imalat sanayidir. İmalat sanayii ürünleri önemli ölçüde ihraç edilir. Bu ihracata dönük büyüme çarkı, 2002-2007 döneminde tıkır tıkır işledi ve ortalama yüzde 7 gibi önemli bir büyüme yaşandı. AKP, bu “lale devri” ni kendi başarısı gibi gösterdi.Oysa aynı dönemde birçok Türkiye benzeri ülkede bu büyüme yaşandı.

Bu sonuca ulaşmada ise üç önemli etken rol oynadı. Birincisi, dış kaynağı çekmek için döviz kuru aşağı bastırıldı ve yüksek faiz verildi sıcak paraya. Düşük kur, ülke özel sektörünün dışarıdan borçlanmasını özendirdi. Düşük seyreden kur ile , üretim için gerekli girdi yüzde 60’ları aşan oranda ithal edildi, içeride ucuz emekle son ürün haline getirildi ve Avro üstünden AB pazarına satıldı. İşte Asyalaşma, dış kaynakla beslenen, düşük kur ile çarkı dönen ve esas olarak da ucuz emek sömürüsüne dayanan modelin adı. Düşük kurla yapılan ithalat, içeride fiyatları terbiye ederken yerli üretimi ucuz ithalatla ezdi, istihdamı azalttı.

Bu modele eşlik eden ikinci temel yaklaşım da, devletin ekonomiden uzaklaştırılması ve özel sektörün tüm sektörlerde başat duruma getirilmesi, sosyal devletten uzaklaşma oldu.

Modelin üçüncü ayağı, emeğin ucuzlatılması, en az istihdamı en ucuza mal ederek diğer Asyalı ülkelerle dibe doğru yarışta rekabet gücü bulabilmek. Bunun için de emeği daha çok güvencesizleştirmek, demokratik haklarını iyice budamak olmazsa olmaz koşuldu ve bu yapıldı.

***

İşte bu Asyalaşma modelinde 2002’de yüzde 24 olan kamu yatırımlarının payının hızla azaltıldığını ve 2002-2009 dönemi ortalaması olarak yüzde 16’ya gerilediğini görüyoruz. Peki, meydanın terkedildiği özel sektör hangi alanlara yönelmiş? Tabi ki kendisine en çok karı getiren alanlara… Yatırımların bileşimine baktığımızda görüyoruz ki, özel sektör için yüzde 42 payla imalat sanayi ilk sırada. İkinci sırada ulaştırma var, yüzde 18 ile…Ama bunun da daha çok karlı hale gelen sivil havacılık yatırımları olduğunu anımsamak gerekli. Üçüncü sırada da konut yatırımları var. Tüketici kredisi ile beslenen konut yapımına ilgi gösterilmiş. Bunlara bir de turizmi eklemek gerek. Peki diğer alanlar? Özel sektör tarıma, enerjiye, madenciliğe pek yüz vermezken ticarileştirip metalaştırılan eğitim-sağlık sektörlerinden de sağlığa özel hastaneler kurarak biraz ilgi göstermiş.



Toplam yatırımlarda payı yüzde 16’ya kadar inen kamunun ise yatırımlarının üçte biri ulaştırmaya, özellikle karayollarına ve kent içi yatırımlara yönlendirilmiştir. Kamu, enerjide varlık göstermeye gayret etmiş, eğitimde yine gücü yettiğince yatırımcı olmuş, tarımda da sulama ile yatırımlarını sürdürmüş.

Kamuyu ekonomi ve yatırımdan uzaklaştıran ve inisyatifi özel sektöre bırakan bu sürecin sonuçları vahimdir: İhracata dönük sanayide odaklanan Asyalaşma, kendisine bırakılmış enerji alanına henüz ilgi göstermemiş, kamu da bu alandan çekilince, enerji sektörü boşlukta kalmış ve yerli kaynak yerine ithal doğal gaz ile ihtiyaçlara yetişmeye çalışılmış, enerjinin toplam ithalattaki payı yüzde 20’leri aşmış, 2002-2009 döneminde toplam enerji ithalatı 250 milyar dolara yaklaşmıştır, enerjide arz güvenliği tehlikeye girmiştir.

Kamunun yatırımcılıktan çekilmesi tarım ve hayvancılığı, dolayısıyla gıda güvenliğini riske sokmuş, besin fiyatları hızla artmıştır. Kamunun sağlık ve eğitim alanlarına dönük yatırımları gerilemiş, sosyal devlet işlevini yerine getirmekten uzaklaştırılmıştır. Kamu, imalat sanayiden ise neredeyse kazınmıştır. Madenciliğe, özel sektör de yüz vermemiş , kamu da yatırım yapmayınca sektör iyice ıssızlaşmıştır.

***

Dış kaynak, dış pazar bağımlısı, ucuz emek sömürüsüne bağımlı Asyalaşma süreci, enerjiden tarıma, sağlıktan eğitime birçok sektörün gelişme süreçlerini kendine tabi kılıp çarpıtmakla kalmıyor, ülkenin politik-kültürel yapılanmasını da belirliyor. Böyle bir bağımlılığın idamesi, AKP’nin bütün demokratikleşme makyajına rağmen, ancak despotik bir yönetim tarzıyla mümkün olmaktadır. Buna ister, örtülü faşizm, isterse Asya tipi demokrasi dersiniz. Ama, yaşanan krizin ardından, devrildiği yerden doğrultulup yürütülmek istenen sermaye birikim modeli, yine Asyalaşma modelidir ve devamı, bugüne kadar yarattığı çarpıklıkları, olumsuzlukları daha da artırmasına bağlıdır.

Buna daha ne kadar izin verilebilir?

28 Nisan 2010 Çarşamba

Fiyatı Fahiş Artan Sadece Et mi?

Mustafa Sönmez

28.04.2010, Çarşamba
Et fiyatlarındaki artışı “fahiş” bulup fiyatları ithalatla terbiye etmeyi çözüm yolu gören AKP iktidarının beyhude çabaları, hayvancılığa yeni bir darbe vurmaktan başka bir sonuç doğurmayacak. Daha şimdiden, fiyat düşer, zarar ederiz kaygusuyla besici, henüz kesim zamanı gelmeyen hayvanları kesime gönderdi., Bu erken kesim, hayvan varlığını azaltmaktan başka bir şeye yaramayacak. Ama unutulan şu: Fiyatı fahiş biçimde artan sadece et değil. Daha birçok, sofraya gelen ya da gelemeyen, üründe fiyatlar son 4 yıldır fahiş biçimde artmış ve artmaya devam ediyor.

***

Nüfusun üçte ikisini oluşturan alt ve orta sınıf açısından gelirin yüzde 35-40’ını oluşturan gıda-içki- tütün maddeleri, her yıl tüketici fiyatlarından daha çok artıyor. 2010’un Mart’ını 12 ay geri götürüp yıllık bakınca TÜFE’nin yüzde 9,5 artmasına karşılık gıda-içecekte artış yüzde 11,6, içki-tütünde artış yüzde 43 oldu. Yine 2009 Martından 12 ay geriye gidildiğinde TÜFE’de artışın yüzde 6,1 olmasına karşılık gıda-içecekte artışın yüzde 8,1 olduğu görülüyor. Böylece son 4 yılın toplamında TÜFE’deki artışın yüzde 33’ü bulmasına karşılık gıda-içecekteki artışın yüzde 44,3’ü; içki-tütündeki artışın da yüzde 67’yi bulduğu görülüyor.



Gelelim madde bazında fiyatı fahiş artanlara…TÜİK’in verileri, dana eti fiyatlarının son 4 yılda ortalama yüzde 15,6, koyun etinin de yüzde 13,8 arttığını gösteriyor. Yani yüzde 9,3’lük TÜFE’nin 5-6 puan üstünde bir fahiş fiyat artışı…Peki sadece et mi, fiyatı TÜFE’nin çok üstünde artan ? TÜİK verileri öyle demiyor. Mesela yıllık yüzde 9,3’lük TÜFE artışına karşılık bebek maması her yıl yüzde 48 artmış… Yani ortalama fiyat artışının 5 kat üstünde. Peki neden annelerin sesi çıkmıyor? Yine et ürünü sucukta yıllık artış yüzde 25, salamda yüzde 21, sosiste yüzde 20…Çocuklar, çikolatının 4 yıldır yılda yüzde 25 artmasına harçlık yetiştiremiyor. Ya akşamcılar? Son 4 yılda rakı fiyatlarındaki yıllık artış yüzde 22 yi bulmuş durumda.

Neoliberal-gerici AKP iktidarının rakı fiyatına alıştıra alıştıra 4 yılda yaptığı zamların toplamı yüzde 88’i bulmuş durumda. Şaraptaki artış da yüzde 55…



Bitmedi,..Son 4 yıldır TÜFE ortalama yüzde 9,3 artarken bal fiyatları yılda yüzde 18 artmış. Peynirde de fiyatlar durmadan artıyor. Kaşarın yıllık artışı yüzde 15’e, beyaz peynirinki yüzde 10’a yakın artmış. Kahvaltı sofrasındaki tereyağı yılda yüzde 14, çay yüzde 10 artıyor. Zeytinyağı fiyatları da TÜFE’nin üstünde ve yılda yüzde 10,5 artıyor…

Et fiyatını ithalatla terbiye edeceğini sanıp efelenen AKP’liler, et dışındaki fahiş fiyatlı maddeler için bir şey yapacaklar mı?

Tabi ki hayır…

26 Nisan 2010 Pazartesi

Avrupa Kriz Kurbanları: Macaristan ve Türkiye

Mustafa Sönmez

26.04.2010, Pazartesi
IMF’in 2009 büyüme sonuçlarını açıkladığı ve 2010’a ilişkin öngörülerini içeren Dünya Ekonomik Görünüm Raporu (Nisan 2010), dünya ekonomisinin 2009’da yüzde 0,6 küçüldüğünü kesinleştirdi. 2008’de büyüme yüzde 3 olmuştu. IMF, küresel krizin 2009 kısmında varlıklı Merkez ülkelerin yüzde 3,2 küçüldüğünü ortaya koyuyor. Krizin merkezi ABD yüzde 2,4 , Avro alanı yüzde 4,1 ve Japonya yüzde 5,2 küçülmüş görünüyor.

IMF, 2009’da çevre-bağımlı (kimine göre yükselen) ülkelerde ise 2009’da büyümenin tempo kaybederek yüzde 2,4’e düştüğünü belirlemiş bulunuyor. Ama bunlarda da 2009’un küçülerek geçiren var, büyüyen alt bölgeler var. Çevre Avrupa’da yüzde 3,7 küçülme, yine Rusya ve çevresinde yüzde 6,6 küçülme ,Güney Amerika’da yüzde 1,8 küçülme yaşanırken Doğu Asya (Çin+Hindistan) yüzde 6,6, Orta Doğu yüzde 2,2, Sahra altı Afrika yüzde 2 büyüme yaşamışlar.

***

Bu panoramik turdan sonra , Türkiye’nin yer aldığı Avrupa’ya dönersek, durum şu: Türkiye’nin en önemli dış partneri olan, ihracatının yarısından çoğunu gerçekleştirdiği Merkez Avrupa ülkeleri 2009’u yüzde 4,1 daralma ile kapadılar.



Bunlar arasında , özellikle Almanya’nın yüzde 5 daralması Türkiye için çok önemliydi. İngiltere ve İtalya da benzer oranda daralmalar yaşadılar. Akdeniz çanağındaki ülkelerden Yunanistan yüzde 2, İspanya yüzde 3,6 küçüldü.
2008-2009 ortalamasını alıp sıraladığımızda ise en ciddi daralmaların İtalya, İsveç ve İngiltere’de olduğu; Almanya’nın da ortalama yüzde 2 küçüldüğü anlaşılıyor.

Türkiye’nin dahil olduğu Çevre Avrupa’da ise küçülme 2009’da yüzde 3,8 olarak gerçekleşti. Küçük Baltık ülkeleri iki rakamlı küçülürken Macaristan’da daralma yüzde 6,3’ü buldu. Romanya, Hırvatistan, Bulgaristan da önemli daralmalar gösterdiler. Türkiye’nin, bunlarınkine yakın bir küçülme yılı geçirdiği anlaşılıyor. Krizi en ucuz atlatan ise Polonya.

2008-2009 ortalaması alındığında ise küçük Baltık ülkeleri bir yana bırakıldığında, en dramatik daralanların Macaristan ve Türkiye olduğu anlaşılıyor. Bu iki yılda Macaristan yıllık ortalama yüzde 3, Türkiye yüzde 2 daralmış görünüyor.
***
Gelelim, IMF’in 2010 öngörülerine. IMF, 2009’daki yüzde 0,6’nın üstüne 2010’da dünya ekonomisinin yüzde 4,2 büyümesini öngörüyor. Büyüme merkez ülkelerde yüzde 2,3’ü bulacak, çevre ülkelerde ise yüzde 6,3’e varacak, diyor IMF…Çevre Avrupa’nın 2010 büyümesini yüzde 2,8 olarak öngören IMF, Rusya ve çevresinde yüzde 4 büyüme öngörüyor ama esas büyümeyi yine Çin ve Hindistan’ın yer aldığı Doğu Asya’dan bekliyor:Yüzde 8,7…IMF, Güney Amerika için de yüzde 4 büyüme öngörüsünde bulunuyor.

Tekrar Çevre Avrupa’ya ve Türkiye’ye dönersek, IMF’in 2010 için Çevre Avrupa’daki büyüme öngörüsü yüzde 3’e yakın. Bu coğrafyada büyümenin öncülüğü de Türkiye ve Polonya’ya verilmiş görünüyor.

Türkiye için tahmin edilen yüzde 5,2 büyüme, ilk elde kulağa hoş geliyor ama, 2009’da yüzde 4,7 küçülmüş pastanın, 2010’da yüzde 5 dolayında büyümesi, sonuçta 2008 pastasına kavuşmaktan başka bir anlam ifade etmiyor ve yılda nüfusu yüzde 1,5 büyüyen bir ülkenin uğradığı yoksullaşmayı telafi etmeye yetmeyeceği gibi, yüzde 14’e yerleşen işsizlik için de müjdeli bir haber değil.
Ne yazık ki, gerçek böyle…

24 Nisan 2010 Cumartesi

İşsizlerin Gazabı

Mustafa Sönmez

24.04.2010, Cumartesi
Hükümetten IMF’ye iş çevrelerine, genel beklenti olan 2010’da ekonominin yüzde 5 dolayında büyüme ihtimali gerçekleşse bile işsizlik azalacak mı? 2009’da bir yandan işi olanlar işini kaybetti, bir yandan yeni mezunlar, askerden dönenler, evini geçindiremeyen ev kadınları, emekliler…iş pazarına çıktılar. Böylece toplamda iş pazarında iş arayan nüfusta 1 yılda artış, 943 bin oldu. Aynı yıl, tarımda istihdam artmış göründü ama tarım dışında 142 bin istihdam azaldı. Sonuçta işsizlik oranı 3 puan artışla yüzde 14’e yerleşti. Bunlar, yüzde 4,7 ekonomik küçülme yaşanan koşullarda oldu. Peki, bu küçülmenin üstüne bina edilecek yüzde 5 büyüme ne derde derman olacak?

***

Ulusal gelir pastasında payı yüzde 7-8’lere düşen tarımı ve tarımın iş yaratma kapasitesini bir tarafa bırakarak, tarım-dışı sektörlere odaklandığımızda görüyoruz ki, 2000’li yıllarda büyüme , beklenen istihdamı yaratmamış.


Kaynak:TÜİK veri tabanı

2002-2009 döneminde tarım dışında büyüme yıllık yüzde 5, istihdam artışı ise yüzde 2,3…İki büyümeye bir istihdam… Bu çarpıklığın, tarım dışı sektörlerin omurgası olan sanayinin, istihdam yaratmayan, ithal girdiye aşırı bağımlı ve ucuz döviz kurunun istihdamı ikame eden makine yoğun bir yapılaşmaya gitmesi ile doğrudan ilgisi var. Ve, ne bu Asyalaşma yapısında, ne de onu tamamlayan ucuz kur politikasında bir değişim ufukta görünüyor. Dolayısıyla bu hastalıkla devam edilecekse, yeni istihdam da mümkün görünmüyor.

***

İşletmeler açısından önemli olan, kişi başına katma değeri düşürmemek, belli bir hasılayı yaratan işçiden fazlasını taşımamaktır. O nedenle, 2009’da kapasiteler düşüp üretim azalınca, ilk işleri işçi çıkarmak oldu. Azalan istihdamla da, sabit fiyatlarla 2008’de 5 bin 605 TL olan işçi başına hasıla, 142 bin işçi azalması olduğu için 2009’da 5 bin 417 TL’de kaldı. Daha fazla işçi çıkarmaları gerekirdi, önceki verimliliği koruyabilmek için ama çıkaramadılar, çünkü kıdem tazminatı yükünü göze alamadılar. O nedenle şimdi gözleri “esnek çalışma, kıdem tazminatını kaldırma” gibi hedeflerde.

Tarım dışı sektörler 2010’da yüzde 5 büyüse bile, üretilen tarım dışı hasıla, 2008’deki düzeyi dolayında olacak ancak. Oysa bu iki yılda nüfus yılda yüzde 1,5 arttı. Yüzde 5 büyümeye rağmen yoksullaşma sürecek..



Hedeflenen büyüme , işletmeler kişi başına hasılayı korumak isteyecekleri için, dişe dokunur bir istihdam da yaratmayacak ve tarım dışı istihdamda ancak 150 bin dolayında bir artış yaşanabilecek. Oysa, bu yıl da iş pazarına yeni nüfus girecek.Yeni mezunlar, yeni ev kadınları, askerden dönenler vs…

İstihdamın artması, istihdam dostu büyüme modellerine geçişte. Kişi başına hasıla, kar, verimlilik esaslı bakışlarla istihdam artmaz. Bu bakışlar işsizliği sosyal bir mesele olarak görmez, göremez. Onlar için, karlılığın optimum olduğu yerdeki istihdamdan fazlası zarardır, hemen işten çıkarırlar, çıkarıyorlar da.

İşsizlik, hep artarak gündemde kalacak ve işsizlerin gazabı, onun yaratıcısı kapitalizmin ve AKP gibi koruyucusu kollayıcıların sonunu getirecektir.

23 Nisan 2010 Cuma

Çocuklara Kıyarak Yaklaşıyor Barbarlık…

Mustafa Sönmez

23.04.2010, Cuma
Çocuklar geleceğimizdir. Çocukların hakları vardır. Bu haklara saygı göstermeyen, bu hakları kollamayan toplumlar geleceklerini köreltirler.
20 Kasım 1989 tarihinde Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen ve 193 ülke tarafından onaylanan Çocuk Haklarına Dair Sözleşme , çocuk haklarının başında sağlık ve eğitim hakkını sayar. Bunların yanında, nüfusa kayıt hakkı, şikayet edecek merci bulma hakkı, çalıştırılarak sömürülmekten korunma hakkı, suça yönlendirmeye karşı korunma hakkı sayılabilir.

Küresel kapitalizm, barbarlığa doğru doludizgin yol alırken çocuklara kıya kıya ömrünü uzatmaya çabalıyor. Çocukların en temel hakkı olan sağlığı, eğitimi, yaşama güvenle hazırlanma hakkını, sosyal korumayı onlardan esirgiyor. Özellikle bağımlı ülkelerde, sosyal devleti daraltan, yoksul , işsiz aile sayısının günbegün artmasına yol açan krizler, daha çok çocukları mağdur ediyor.

***

Alın Türkiye’yi… Türkiye, çocuklarına, yani geleceğine sahip çıkamayan bir ülke. 18 yaşın altı çocuk nüfus toplam nüfusumuzun yüzde 32’sini oluşturur. Bu neredeyse her 3 vatandaşımızdan biri demektir.

Bütün gelişme nutuklarına rağmen bebek, çocuk ölümleri yüksek. Özellikle yoksul Doğu ve Güneydoğu’da…. 2008 yılında bin canlı doğumda bebek ölümü 18, beş yaş altı ölüm oranı binde 24… Çocukların dörtte biri, tam aşıya ulaşamıyor. Kızamık ve BCG aşılarını bile olamayan çocuklar var..

Alın eğitimi. Çocuklar ilköğretim okullarına gidiyorlar ama derslik yok,üst üste sınıflar, kalabalık, öğretmenler yoksul-motivasyonsuz. İlköğretimden sonra okumaya devam edemiyor çocuklar. Ortaokullaşma oranı düşük. Kimi el kadarken çırak veriliyor izbe atölyelere, kimi okuyamıyor, kaçıyor evinden mafya çetelerinin elinde hırsızlığa, gaspa, hatta cinayete azmettiriliyor, zorlanıyor. Ortaöğrenimine devam eden kız çocukları daha az. Özellikle Doğu ve Güneydoğu’da.. Devam etmek istiyorlar okumaya ama evlerine yakın okul yok; okul olan yerde barınacak pansiyon yok…
Çocuklar, kaliteli bir eğitim için SBS sınavlarının insafsız yarışına koşuluyor, hafta sonlarını dersanelerde geçiriyorlar; Biliyorlar mı ki, büyüdüklerinde, en az lise diploması olan 1,5 milyon işsiz büyükleri var önlerinde…
Onların ardından girecekler işsiz kuyruklarına…

***

Çocuklar, çocuk yaşta karakolları, cezaevlerini öğreniyorlar. Diyarbakır'da, Batman'da, Hakkari'de “taş attıkları iddiasıyla” liselerden, ilkokullardan delil gösteremeden alınıp cezaevine konmuş 23 yıl ile yargılanan çocukları var Türkiye’nin… Sadece 2008 yılında 133 bin çocuk karakol kapısından içeri girmiş. Bunların 63 bini suça sürüklenmekten, yani hırsızlığa, gasba teşebbüs başta olmak üzere suç iddiasıyla karakol yüzü görmüşler. 44 bini “mağdur” olarak geçmiş karakol kayıtlarına. 2008’de 430 çocuk cezaevine konulmuş. Çocuklar en çok hırsızlık ve gasptan hüküm giymişler…

***

Çocukların körpecik emeği istismar konusu. 2006’da gerçekleştirilen bir TÜİK anketi, yaklaşık 1 milyon çocuğun bir işte çalıştırıldığını saptamış. Bu kadar mı? Böyle bile olsa, yeterince ürkütücü…Eğitim yıllarında, okulda olmak, çocukluğunu yaşamak yerine, izbe atölyelerde, sokakta, ağır ve tehlikeli işlerde, çiftte çubukta insafsızca çalıştırılan sömürülen 1 milyon çocuk…

Çocuklar, özellikle koyu taasubun hakim olduğu bölgelerde yıllarca cinsel istismara uğruyor. Daha dün Siirt’te ortaya çıkan, nice sırdan sadece biri…Dördü kardeş, 7 kız çocuğu, her yaştan onlarca erkeğin aylarca tecavüzüne uğramışlar. Devletin okulunun müdür yardımcısı başlamış, sonra esnaf duymuş. Üşüşmüşler. “Hayır” diyecek gücü kalmayan 7 kıza tecavüz için sıraya girmişler. Çocuklar, bazen 3-5 liraya, bazen çikolata, şekere vermişler bedenlerini...Baba, üç-beş kuruşu görünce , körleşmiş görmezden gelmiş. Devlet kontrolünde fuhuş zamanla rutinleşmiş. “Şehir, göz yumarak körleşmiş” diyor Can Dündar yazısında..Körleşme değil, bu barbarlaşma

Çocuklarına sahip çıkamayan bir devletimiz var. Çocuk Esirgeme Kurumu’nun çocuk yuvası,yetiştirme yurdu, sevgi evi-çocuk evi adı altındaki çatıları, kaç muhtaç çocuğa kol kanat geriyor dersiniz? 17 bin çocuğa..Peki ne kadar bütçe ile? 170 milyon TL ile . 951 milyar TL milli geliri olmakla övünen Türkiye’yi yönetenler, sosyal kurumlara 2 milyar harcatmışlar sadece…Çocuklara harcanan ise bu kırıntının yüzde 8’i bile değil …

Çocuklarına sahip çıkamayan, çocuklarına hunharca kıyan bir Türkiye’de 23 Nisan Çocuk Bayramımız kutlu olsun…

21 Nisan 2010 Çarşamba

Emek Sömürüsünün Daniskası AKP İktidarında…

Mustafa Sönmez

21.04.2010, Çarşamba
Anlaşılan, iletişim/imaj ekibi, Başbakan’ın Nisan menüsüne “işsizlik ve emek sömürüsü”nü koymuş. Demişler ki, “İşsizlik sanal de. Her müteşebbis bir işçi alsa bu mesele çözülür de. Emeği sömürüyorsunuz diye çak!..” O da gürlüyor, parlıyor, rolünü oynuyor Nisan vodvilinde. 1 Mayıs’a doğru emeğe oynuyor…

Dönüp demezler mi adama, bizzat sizin devlet verileriniz en büyük emek sömürüsünün sizin döneminizde yaşandığını ortaya koyuyor. Bizzat siz hükümet olarak maaş ve ücretlerini belirlediğiniz yaklaşık 3 milyon kamu işçisinin tarihi sömürüsüne karar veren iktidarsınız, diye…

***

Özel sanayideki sömürüden başlayalım. Toplam sanayide birim ücretler enflasyondan arındırıldığında 2009’da reel ücretlerin yüzde 7,7 gerilediği görülüyor.Önceki yıllarda da sanayi işçilerinin ücretleri, pek de enflasyonun üstüne çıkamamış ve 2006-2009 döneminde reel ücretler yıllık ortalama yüzde 1,5 gerilemiş.


Kaynak:DPT ve TÜİK

Peki sanayi katma değeri ne olmuş bu 4 yılda ? 2006’da sanayi pastası yüzde 8 büyümüş, sonraki yıl yüzde 6’ ya yakın büyümüş ve 2008’de düşüş başlamış, 2009 krizinde de yüzde 7 küçülmüş. Ama 2006-2009 döneminde ortalama yüzde 2 büyümüş sanayi katma değeri ya da pastası. İşte açık emek sömürüsü ortaya çıkmış bulunuyor. AKP iktidarının son 4 yılında sanayide büyüme, sanayi pastası yüzde 2 artmış, bu büyümeyi sağlayan işçilere bırakın pastadan dilim vermek, reel ücretleri yılda 1,5 azaltılmış. Böylece büyüme yıllarında sömürü azalmazken, 2009 krizinde de reel ücret, ekonomideki daralmadan daha çok geriletilmiş ve krizin yükü iyice, insafsızca çalışan sınıfın sırtına yıkılmıştır.

***

İşverenlere, “emeği sömürüyorsunuz” demagojisiyle çakan Başbakan’a, ücret-maaş artışlarına bizzat karar verdiğiniz s 3 milyon kamu işçileri ve memurlara siz ne yapıyorsunuz, diye sormak lazım. AKP iktidarı, kamu emekçilerinin de arsızca istismar edildiği bir dönem oldu. Harcamalara göre milli gelir tablolarına bakın;



Kaynak:TÜİK


Sayıları 3 milyona yaklaşan kamu işçileri ve memurlara ödenen reel ücret ve maaşlar, AKP iktadarında geçen 2002-2009 döneminde yılda ortalama yüzde 0,9 artmış. Buna karşılık ekonomi aynı dönemde yılda ortalama yüzde 5,2 büyümüş. Yani kamu çalışanları, büyüyen milli gelir pastasından nasiplenememişler. Milli gelir pastasından kamu çalışanlarına 2002’de yüzde 6,8 pay düşerken 2008’de bu pay, yüzde 4,9’a kadar gerilemiş. 2009’da ise, ekonomi yüzde 5 e yakın daraldığı için maaş ve ücretlerin payı yüzde 5,3 olarak gerçekleşmiş. Ama ,AKP iktidarının ilk yılı olan 2003’teki yüzde 6,6’lık düzey, bir türlü yakalanamamış. Kamu çalışanlarının AKP döneminde yaşadığı bu emek sömürüsünde 2008’e kadar IMF’ile AKP iktidarının icra ettiği politikaların omurgasını oluşturan “mali disiplin” prensibi, esas rolü oynadı. IMF’nin , “faiz dışı fazla” hedeflerini gerçekleştirmeye çabalayan iktidar, kamu harcamalarını kısarken maaşları da reel anlamda düşürdü . IMF’siz 2008 ve 2009’da ise hiçbir şey değişmedi; maaş ve ücretler için ayrılan bütçe kaynakları yerinde saydı. 4/C gibi uygulamalarla emek sömürüsü, güvencesizleştirme doludizgin sürdü.

Emek sömürüsü mü demiştiniz? Alın size AKP iktidarı himayesinde, hatta bizzat AKP eliyle icra edilmiş sömürünün daniskası…

19 Nisan 2010 Pazartesi

Medya Ne Kadar Zararda?

Mustafa Sönmez

19.04.2010, Pazartesi
Türkiye’de iki şey net olarak bilinmez, sisler altındadır. Bunlardan birincisi askeri harcamalardır. Askeri harcamalara ilişkin genel bütçede bir rakam vardır ama kimse harcamaların o rakamdan ibaret olduğuna inanmaz. Özellikle uluslar arası denetimlerden, yaptırımlardan ve stratejik kaygılarla bu konuda şeffaflıktan uzak bir tutum , bir gelenektir. Askeri harcamaların bir kısmı da, bir takım fonlar, vakıflar, müsteşarlık bütçeleri içinde kamufle edilir.Dolayısıyla silah-külaha ne kadar para harcadığımız pek bilinmez.

İkinci kapalılık medyadadır. Askeri harcamalara benzeyen medya harcamalarında da hangi grubun, medya yatırımlarına ne para ayırdığı pek bilinmez. Orada da sis perdesi arkasında yürütülür işler. Mesela çıktığından bu yana tiraj lideri geçinen Zaman gazetesinin 700-800 bin satışının tezgah satışı olmadığı, cemaat üyelerine bedava dağıtıldığı iddia edilir,Onlar da aksini iddia ederler. Medya sahipliği sisler arkasındadır. Özellikle AKP yandaşı medya için bu böyledir. Taraf gazetesinin finansmanı ve para kaynakları kocaman bir soru işaretidir filan…Ama bilenen bir gerçek şudur; Medya bir endüstri gibi durmakla birlikte, ekonominin diğer sektörlerinde geçerli arz-talep, kar-zarar yasaları medyada işlemez. Medyanın daha çok, harcama bütçesi vardır ve bütçeyi idareli kullanmak, giderleri mümkün olduğu kadar reklam geliri ve satış geliri ile daraltmaktır hedef. Ama, -birkaç istisna dışında- medyadan para kazanılmaz, para harcanır medyada. O harcamanın getirisi, medya dışından devşirilir. Nasıl? Diğer şirketlere dışsal ekonomi, sahip gruba güç birikimi, gruba ve angaje olduğu partiye politik ve ideolojik üstünlük sağlama biçiminde. Peki bunlar için yine de ne kadar harcama yapılır? Bu da bilinmez. Farkındaysanız, ne kamu ne özel sektörde “medya” diye bir sektör tanımı ve ona ilişkin bir “sektör analiz raporu” yoktur. Çünkü, bilinmezliklerle dolu, şaibeli, karanlık bir alandır medya sektörü. Yine de medya silahlanmasının kime , neye mal olduğunu biraz anlayabilmek amacıyla, İMKB’ye kote olduğu için datalar açıklayan Doğan Grubu verilerini kullanarak bir deneme yapmaya çalışalım.




Bilindiği gibi, DYH, yani Doğan Yayın Holding, hem yazılı hem görsel-işitsel medyanın hakimi. Her ne kadar Erdoğan’ın hışmına uğrayıp hırpalansa da Doğan, bu sektörün en büyüğü. Medyaya sonradan giren, ama medyanın dışsal ekonomisinden ziyadesiyle faydalanıp bunu büyümesine tahvil eden Aydın Doğan’ın grubunda, esas gelir enerjiden yani Petrol Ofisi’nden geliyor (yüzde 74).

Grup satışlarında, medya, yüzde 23-24 paya sahip. Anlıyoruz ki, 2009 krizinde grup, yüzde 17 satış kaybına uğramış. Bu, yüzde 7 reel küçülme demektir ki az değil. Medya kısmında yüzde 15 satış düşüşü olmuş ve grup, geçen yıl 324 milyon TL zarar etmişken bu yıl da 343 milyon TL zarar etmiş. Yani zararlar yüzde 6 artmış. Ekonominin genelinde yüzde 5’e yakın daralma yaşandığı, TL bazında reklam harcamalarının yüzde 14 (dolar bazında yüzde 30) azaldığı hatırlanırsa, Doğan’ın bu yılın medya zararlarının bu boyutlarda olması anlaşılır bir şey.

Doğan Grubu, Türkiye’nin toplam reklam gelirlerinin yüzde 43’ünü topladığı, ve yazılı medya, yani satılan gazete –dergi satışlarından yüzde 35 pay sahibi olduğu iddiasında. Bu kadar sektöre hakim ve etkin çalışan bir grubun iki yıldır 670 milyon TL’ye yakın zarar ettiğini anlıyoruz. Doğan’ın zararları böyle ise, varın diğer grupların halini siz düşünün…

***

Mesela, acaba Fethullah cemaati gazetesi Zaman, Samanyolu, Mehtap TV, ve grup bünyesindeki medyalar ne kadar zarar yazıyordur ve açık nereden kapatılıyordur? Mesela, Ahmet Çalık’ın, Sabah-ATV’si ne kadar zarar yazıyordur ve Erdoğan’ın damadının yönettiği bu holding, milyonlarca liralık açığı, acaba kayınpederden mi tahsil ediyordur?

Mesela, Yeni Şafak ve kanalı TVNET’in zararı nedir ? Telefon dinlemelerinden anlaşıldığına göre, sahip Albayrak, Halk Bankası ilanları ve Basın İlan Kurumu’nu sıkıştırarak aldığı resmi ilan gelirleri ile açıkların ne kadarını kapatmış olabilir? Mesela Koza-İpek’in altın madenleri Kanaltürk-Bugün gazete, TV zararlarına yetiyor mudur? Star-24 grubunun açıklarını hangi parayla kapatıyor Ethem Sancak? Yoksa Hoca Efendi çıkma mı yapıyordur ? Taraf gazetesi, bu yoklukta nasıl 25 kuruşa düşürdü fiyatları? Zararlar nasıl kapatılıyordur acaba ?

Sisler altında olan sadece TSK bütçesi değildir; yandaş medya kuvvetlerinin bütçesi de sır doludur…

17 Nisan 2010 Cumartesi

Bu da Oldu: Görünen Ücretler Tarihte İlk kez İndirildi…

Mustafa Sönmez

17.04.2010, Cumartesi
Kriz yılı 2009’da bir ilk daha yaşandı. Enflasyondan arınmamış, yani nominal, yani görünen ücretler yüzde 2,2 indirildi.Sendikalı-sendikasız tüm sanayi işyerlerinde, işverenler, 2008’de ödedikleri ücrette yüzde 2 ortalama indirime gittiler ve buna kimse muhalefet edemedi. Bu, Türkiye tarihinde ilk kez oluyor!....Bu zoraki indirim keyfiyetini nereden çıkarıyoruz? Devletin resmi verilerinden. Açalım; 2005 yılı baz alındığında istihdamın özellikle 2009’da iyice azaltıldığını ve 2008’e göre yüzde 9,5 daraldığını görüyoruz. Bu azaltılmış işçilerle üretim ne olmuş? Sanayi üretimi de 2008’den 2009’a yüzde 9,5 azalmış. Yani, üretimdeki azalma karşısında , işverenler de işçileri azaltmışlar. Böyle olunca, işçi başına üretimde, dolayısıyla işçi başına katma değerde bir gerileme olmadı. Hacim daraldı ama işçi başına üretimde bir gerileme yaşamamış oldu işverenler.

Bu süreçte, çalışan sınıf, işini kaybetti. TÜİK’in işgücü-istihdam verilerinden anlıyoruz ki, sanayi 2008’de 4 milyon 441 bin kişi istihdam ederken 2009’da 311 bin kişi sanayideki işini kaybetmiş . Ama, çalışan sınıfın kaybı bundan ibaret kalmamış. İşini koruyanlara da işverenler, 2009’da, 2008’deki ücretleri ödemeyeceğim, ücretleri indireceğim demiş ve dediğini yapmış.



TÜİK, sanayicilere, her 3 ayda bir ücret bütçelerini soruyor.Dolayısıyla, nominal ücret harcamaları her 3 ayda bir açıklanıyor. Bu ücret endeksi, işçi başına üretime bölündüğünde, işçi başına ücretin endeksine de ulaşmış oluyoruz. Bu, tabi ki, enflasyondan arındırılmamış ücret serisi. Buna işçi başına nominal ücret de diyebiliriz. Ve görüyoruz ki, 2005’e göre 2006’da yüzde 8, 2007’de yüzde 11, 2008’de yüzde 11 artırılan ücretler, 2009’a gelince artış değil, yüzde 2,2 azaltıldı. Yani, her işçinin cebine giren görünen ücrette, işverenler, 2009’un enflasyonunu bile kaale almadan, indirime gitmişler. Bu tür, 2008 ücretlerine talim, küçük de olsa zam yapmadığı gibi, indirime gitmenin çeşitli örnekleri malum. En sivri örnek, Erdemir’de, toplu sözleşme ile alınmış zamlardan yüzde 35 indirim dayatması oldu. Erdemir, ya tenzilat-ya da 2000 kişiyi tensikat tehdidi ile tenzilatı kabul ettirdi. Birçok işyerinde aynı tehdit uygulandı ve Türkiye tarihinde ilk kez nominal ücretler, küçük de olsa artırılmak bir yana, yüzde 2,2 azaltıldı.

***

Nominal ücretler bir de enflasyondan arındırıldığında reel ücret ne olmuş son 5 yılda? 2006’da yüzde 2’ye yakın gerilemiş reel ücretler. 2007 ve 2008’de, 2005’teki düzeylerinin yüzde 1 üstüne çıkmışlar ama 2009’a gelindiğinde, yüzde 2,2’lik nominal gerilemeye yüzde 6,5 enflasyon da eklenince, reel gerileme yüzde 8,5’u bulmuş...

Bu tarihi hezimet yaşanırken sendikalar ne yaptı? Belli ki fazla bir şey yapılamamış. İşini kaybetmiş daha çok üye yerine, ücretin tenzil edilmesi sineye çekilmiş.

Bizim aslan sendikacılar, bu tarihi hezimetin, teslimiyetin ardından, şimdi 1 Mayıs meydanında sendikal mücadele lafını filan, hangi yüzle ağızlarına alacaklar, merak ediyorum…

16 Nisan 2010 Cuma

Sanayici, İşçi Azaltarak Üretiyor

Mustafa Sönmez

16.04.2010, Cuma
Ocak 2010 işgücü-istihdam verileri, işsizlik cephesinde umut verici bir gelişme olmadığını, bu ay da ortaya koydu. İşsizlik, bu yıl ve gelecek yıl, belki sonraki yıllarda da en yakıcı gündem maddesi olmayı koruyacak. Hem bizde, hem dünyada. Bunu IMF’in patronları da deklare ettiler…

Ocak 2010 sonuçlarını, krizin miladı olan ekim 2008’in sonuçları ile karşılaştırdığımızda ortaya şu manzara çıkıyor:

Ekim 2008’ den Ocak 2010’a 15 ayda 456 bin kişi daha iş pazarına girmiş görünüyor. Geçim derdi, ev kadınlarını, çalışmayanları iş pazarına çekti. Öğrenciler okullarını bitirip iş pazarına girdiler. Girdiler de ne oldu? Bu dönemde iş bulmak bir dert iken , bir de işi olanlar işlerini kaybettiler ve 15 ayda işini kaybeden 405 bin kişiyi buldu. İşini kaybedenlerle birlikte iş pazarına yeni girenler işsiz ordusunu iyice büyüttü ve söz konusu dönemde işsiz sayısı 861 bin kişi arttı. Bu, işsizliğin yüzde 11,2’den yüzde 14,5’a çıkmasıdır. Aynı dönemde tarım dışı işsizlik, yüzde 14’ten yüzde 17,6’ya kadar tırmanmış görünüyor. Demek ki, krizden bu yana işsizlik oranı 3 puan, tarım-dışı işsizilik oranı 4 puan artmış durumda.

***

Şimdi beklenti şu: Büyüme başlar, istihdam artar…Acaba ? Gerçekten böyle mi? Gerçekten de Türkiye’de özellikle ekonominin belkemiği sayılan sanayi, büyüyünce istihdam mı yaratıyor, yoksa büyümesini işçi azaltarak mı gerçekleştiriyor ? Bakalım verilere; Halep oradaysa, arşın burada.


Kaynak; TÜİK veri tabanı

Başbakan, hot zotla, TOBB üyelerine alın birer işçi diye buyurmadan önce, lütfedip danışmanlarına sanayinin büyümesi ile istihdam arası ilişkiyi çıkarmalarını isteseydi şu gerçeği görebilirdi (tabi görmek isterse): 2005-2007 döneminde sanayi üretimi istihdamı geride bırakarak büyüdü. Sanayi üretimi yüzde 15’in üstünde artarken istihdamdaki artış yüzde 7’de kaldı. 2008 ve 2009’da ise sanayi üretimi önce durakladı , sonra geriledi. Bu iki yılda sanayi ne yaşadıysa, aynısını istihdama yaşattı ve üretim gerilemesi karşısında, istihdamı azaltarak uyum dengesi buldu. Bunun sonucudur ki, sanayi küçülse de, işçi başına üretimi , katma değer, dolayısıyla karı azalmadı. Yani, işçi işini kaybederken, sanayici patron, istihdam maliyetinden kurtularak karlılığını korudu.

***

Sanayicinin, bundan sonraki dönemde de, üretimi artırması halinde bile, kişi başına üretimi, katma değeri düşürmemeyi gözeterek , hatta bunu yükseltmeye çalışarak istihdamı ayarlayacağını söyleyebiliriz. Hatta, burada amacı, mümkünse istihdam maliyetini biraz daha azaltmak olacaktır. Bunun en kolay yolu, aynı üretimi, daha az işçi ile yapmaktır.Ama bu mümkün olamıyorsa, işçinin ücretten başlayan diğer maliyet kalemlerinde azaltmaya gitmektir. Bu, evet emek sömürücülüğünü sürdürmek için gereklidir. Başbakan, bilmeden-Allah söyletti!...-bu sıfatı kullanmıştır: Emek sömürücüleri…Patronlar ise buna gücendiler; Ne demek emek sömürmek? Peki, nedir yaptıkları? Nedir karın, sermaye birikiminin kaynağı? Emek sömürüsü değil de nedir? Kapitalin, yatırım sermayesinin, birikimin kaynağı, karşılığı ödenmemiş emek değil de nedir? Ne kadar, “İstihdam yaratıyoruz, vergi veriyoruz, SSK primi ödüyoruz…” deseler de bütün kapitalistler emek sömürücüsüdürler. En adil,en hukuka saygılı olan, vergi şampiyonu da emek sömürücüsüdür, en kaytarıcı, kayıt-dışı,vergi kaçırıp kaçak işçi çalıştıranı da. Aralarındaki fark, sömürüden ele geçenin niceliğidir. O kadar…Bunu sürdürmek için de emeği daha çok işsiz bırakacaklar. Bunu bilerek, duruma “vaziyet etmeli”...

14 Nisan 2010 Çarşamba

Hotzotla İstihdam Absürtlüğü

Mustafa Sönmez

14.10.2010, Çarşamba
Yarın her ayın ortasında olduğu gibi, işsizlik verileri açıklanacak. Yüzde 14’ü bulmuş resmi işsizlikte bir iyileşme olmadığı, genç işsizliğinin kentlerde yüzde 30’u bulduğu, diplomalı işsiz sayısının 1,5 milyona yaklaştığı tekrarlanacak vs…Bütun bu katı gerçekler yeni bir çığlığa dönüşürken, Türkiye, bir absürt oyunu oynamayı sürdürecek. Absürt oyun, yani iletişimsiz, yabancılaşmış, insansızlaşmış, gerçeğin yerinden oynatıldığı, çivilerin çıktığı, gerçeğin parçalandığı, ona ayna değil prizma tutulduğu oyundur…

Bu absürt oyunun başrolündeki Başbakan, “esnaf paketi”ni açıklarken TOBB üyesi 1,3 milyon işyerinin her birinin bir işsizi işe alması ile işsizliğin 3 puan düşeceğini söylüyor. Bu absürtlük, hemen, her Çinli bir tişört alsa, ihracatımız yüzlerce milyar dolara çıkar geyiğini akla getiriyor. Ama, absürt oyunda Başbakan ciddi ve tehditini savuruyor; “TOBB olarak siz bunu çözdünüz çözdünüz, çözemezseniz dolaştığım ve bakanlarımın dolaştığı illerde sanayi ve ticaret odalarıyla görüşeceğiz . Bire bir konuşarak anlaşacağız. Bu artık çözülmek durumunda. Böyle emeği sömürerek ben zengin oldum demek olmaz. Çalıştıracaksın hakkını vereceksin.”

Absürtlükte devamlılık esastır. Başbakanın bu lafları üzerine, ertesi gün TOBB yönetiminin Ankara telefonları çalmaya başlıyor.

Oyunun “sömürücü” aktörleri bakın ne diyorlar:
“Takdir beklerken eleştiri canımızı yaktı... İşten çıkardığımız her insanla da bizim küçük illerde yüz yüze geliriz. Mümkün olsa almaz mıyız? Ne demek emeği sömürmek?”

Absürtlükte devamlılık esastır, tepkiler bununla kalmıyor. Milliyet’ten Murat Sabuncu’nun yazdığına göre, Türkiye’nin tüm oda başkanları yarın Ankara’da toplanacak. Önce 730 kişinin katılımı ile bir toplantı, ardından da Başbakan’a cevap verilecek; cevabın tonu “pek yumuşak olmayacak”.

***

Absürtlükte devamlılık esastır. Duyan da, Türkiye’de 1,3 milyon “sömürücü” girişimci olduğunu sanır. Başbakan da sanır ve inanır. Ama, gerçeği öğrenince, bunun hesabını soracaktır, beni yine yanılttınız diye. Çünkü 1,3 milyon TOBB üyesinin üçte ikisi, yani 787 bini 3 kişilik işyeri sahipleri !...Adamcağız, 3 kişiye nasıl 1 işçi eklesin?..10’dan az işçisi olan kuruluşlar toplam kayıtlı işyerlerinin yüzde 85’inin üstünde. 1 milyonun üstündeki küçük işyerlerinde istihdam 2,7 milyondan ,yani toplam SSK’lı işçilerin yüzde 30’undan ibaret…
Ortalama çalışanı 4’ü bile bulmayan ama sayıları 1 milyon 140 bini bulan küçük işyerlerine, hem de “hür teşebbüs düzeni”nde, “işçi al” emri, abesle iştigal değil de nedir? Ama absürt oyununda gerçeğe ayna değil, prizma tutup kafa bulandırmaktır, esas…



Kaynak: SGK veri tabanı

İstihdam artırma potansiyeli olan işletmeler 50’den fazla işçi çalıştıran 23 bine yakın işyeridir ve bunların ortalama istihdamı 152 işçidir. Bunlar, toplam kayıtlı işyerlerinin yüzde 2’sidirler ama istihdam payları yüzde 40’tır. Bunlarda da hotzotla, işçi al emriyle istihdam artırılmaz. Niye artırsın adam? Kapitalist dediğin, işe göre adam alandır, adama göre iş yaratmaya kalkan dayanamaz çöker. Bu işletmelerin istihdamlarını korumaları, yeni istihdam yaratmaları, yüzde 60’lara düşmüş kapasiteleri yukarı çekmeye, bu da iç ve dış talebi artırmaya bağlıdır. Daha çok istihdam, yatırıma bağlıdır ama yatırım iklimi kurumuştur. Yatırım iklimini canlandıracak olan da kamudur, devlettir. O zaman, hotzotla, işe adam al, demekle kalmayacak, kapasiteyi artıracak, yeni yatırımı özendirecek önlemler alacaksınız. Özel sektör buna yeterince hazır değil ve işsizlik kemiğe dayanmışsa, kamu olarak siz istihdam alanları açacaksınız. Yeni öğretmen, sağlıkçı kadroları açacaksınız, kentlerde, belediyelerde iş imkanları açacaksınız, kamu istihdamını, kamu yatırımları ile artıracaksınız. Aşrı işsizliğe hiç olamsa kamu istihdamı ile sünger operasyonu uygulayacaksınız. Yapılacak şey budur. Ama absürt oyun senaryosunda akla, sağduyuya yer yoktur ki, bunlar düşünülsün…

12 Nisan 2010 Pazartesi

İlahi Başbakan !..

Mustafa Sönmez

12.04.2010, Pazartesi
Başbakan Erdoğan, yanında ekonomi ile ilgili bakanlarıyla, hafta sonu “esnaf açılımı” yaparken öyle inciler döktürmüş ki, insan “İlahi başbakan..” diye gülümsemeden edemiyor. Hazret, küçük esnafa, özelikle tutunamayan bakkallara bulmuş formülü. Diyor ki; “Artık değişim, dönüşümden bahsediyoruz. Gerekirse alışveriş merkezi veya süpermarketlerin bakkallarla işbirliğine girmek suretiyle, onları oralarda gerekirse kendi bayi gibi çalıştırmalarını sağlayacak, onları sermaye yükünden kurtaracak bazı adımların atılması sağlanabilir…”

Başbakan, partisinin temel düsturu olan neoliberalizm ile, onun siyasetteki muhafazakar yansıması ile tutarlı bir şey öneriyor aslında: Güçlünün karşısında bayileşmek, tabi olmak, biat etmek. Kendileri, büyük gibi görünen sanayiye onu uygulatıyor, siyasette de onu yapmıyorlar mı? Türkiye, merkez AB’nin uydu ihracatçısı, tedarikçisi. Ucuz tutulmuş dövizle Asya’dan girdi ithal edip, burada ucuz, emekle mamul mal haline getirilmiş dayanıklı-dayanıksız tüketim malını AB’ye satarak ayakta kalmaya çalışıyor… Ama bakın bu role rıza göstermenin insanı ne hale getirdiğinin acı dersini küresel kriz nasıl verdi. Bir anda satamayınca eliniz böğrünüzde kaldınız. Kapasiteler yüzde 60’lara düştü, binlerce insanı işten çıkardınız. Bayilik böyle bir şey işte. Bakkala önerdiği de, hayatın diğer alanlarında icra ettiği formül; Tabiyet, bağımlılık, işbirlikçilik…Esnafı yok etmeden, büyük kapitalizm çarkına tabi unsurlar haline getirmek.Ama nafile…Bu bile işlemiyor, her şeyi silip süpürüyor azgın birikim kanunu.Hızla tasfiye oluyor küçük üretici,esnaf…

Ekonomide merkez AB’nin bayisi-tedarikçisi olmak ise , siyasette de merkez ABD’nin bölge bayii olmak, bölge karakolu olmaya soyunmak biçiminde tezahür ediyor. Zihniyet hep aynı olunca, bakkal-çakkala önerilen formül de bile, kafa böyle çalışıyor.

***

Muhteremin gülümseten-ve tabi ki içinde tehdit de olan- bir önerisi de işsizlik üstüne. Başbakan’a göre, yapısal değil, sanalmış işsizlik…Çareyi de bulmuş!... TOBB üyelerinin (1.3 milyon) her birinin birer kişiyi işe alması halinde işsizlik oranının 3 puana yakın düşeceğini söylemiş. Bir ferman çıkarsa ya; “Emrim odur ki, her tacir bir amele ala!”…

Oysa bilmiyor mu ki, her tacir bir işçi almaktansa, bir amele eksiltmenin peşinde. İşverenlerin öteden beri en çok yakındıkları şey, işçi çalıştırırken devlete ödenen vergi ve sigortanın ağırlığı…O nedenle ya kaçak-eksik çalıştırıyorlar ya da istihdamdan kaçıyorlar.

Nitekim, geçtiğimiz günlerde “işsizlikle mücadele” gibi sorumluluk hisleriyle yüklü bir başlık altında TOBB öncülüğünde toplanan işverenler, istihdam için vergi prim yüklerinin azaltılmasını istediler. Hikaye malum; Ortalıkta bugünlerde “vergi şampiyonu” diye geçinen zevatın afra tafrasına karşın, en büyük vergi şampiyonu çalışanlar,tüketici sınıf. Vergilerin üçte ikisi dolaylı vergi olarak onlardan alınıyor. Ayrıca, sayıları 13 milyonu bulan ve 9 milyonu SSK’lı olan ücretli sınıf, vergi ve SSK primleriyle devleti fonluyor. Devlet, bankalardan,firmalardan, gerçekten kazanandan doğrudan vergi toplamaktansa, çalıştırdıkları işçi üstünden dolaylı vergi toplamanın peşinde. Bakın devlet, bir asgari ücretlinin üstünden ne kadar vergi ve prim alıyor:



Eline bugün net 576 TL geçen bir asgari ücretliden bile, devlet toplam 309 TL vergi ve prim alıyor. Yani 2 işçiye , 1 devlete…Bir işveren asgari ücretli istihdam edince, ona ayda 886 TL ayırmak zorunda. Bunun yüzde 65’i ücretlinin net olarak cebine giderken - yarısı işçi üstünden, yarısı işveren üstünden olmak üzere- yüzde 35’i de devlete vergi ve prim olarak ödenmek durumunda.

***

Bizim patronlar, iç pazarı, içerideki tüketiciyi yoksullaştırdıkları için, ellerindeki kapasiteyi dışa, özellikle AB pazarına dönük işletmek zorundalar.Bunun için de rakip Asya ülkeleri ile düşük ücret üstünden avantaj yakalamaya çalışıyorlar. En az istihdamı en ucuza mal etmek, oyunun, yani, dibe doğru yarışın kuralı bu. O nedenle de artan işsizliği bahane gösterip emeği ucuzlatacak düzenlemeler peşindeler: Daha az ücret vergisi, daha az prim ne iyi olurdu. İşçiyi işten çıkarmanın önünde kıdem tazminat yükü olmasa ne iyi olurdu…O zaman işveren de daha çok işçi çalıştırır ve işsizlik azalırdı…

Anlıyor musunuz şimdi işsizliği dert edinmiş görünen patronların gerçek niyetini ?

Anlıyor musunuz, Vehbilerin kerrakesini..?

10 Nisan 2010 Cumartesi

Reklam Azalırken Medya Parayı Nereden Buldu?

Mustafa Sönmez

10.04.2010, Cumartesi
Reklamcılar Derneği (RD), kriz yılı 2009’da reklam harcamalarının (yatırımlarının) TL üstünden yüzde 15 azaldığını açıkladı. Bunu dolara çevirirsek, azalmanın yüzde 30 olduğunu ve kriz yılı 2009’da reklama harcanan paranın 2,5 milyar dolardan 1,8 milyar dolara düştüğünü görürüz.


Kaynak:Reklamcılar Derneği’nin TL verileri, yıllık ortalama dolar kurlaryla dönüştürüldü



Reklam, medya çarkının dönmesinde yüzde 80 paya sahip. O zaman, reklam harcamalarının yüzde 30 azaldığı şartlarda medyada da bir büzülme, daralma beklemek gerekmez miydi ? Hayır, öyle olmadı. Medyada ne yığınsal bir tensikat, ne de iflas, kapama vb. tasfiye biçimleri yaşandı. Tersine, yeni haber kanalları, gazeteler devreye girdi. Nasıl açıklamalı bunu ?

Bu durum, medyaya, tekstil, otomotiv gibi bir “sektör” gözüyle baktıkça anlaşılmaz. Çünkü, diğer sektörlerin arz-talep, kar-zarar kanunları medyada tam işlemez. Medyayı, daha çok asker-polis harcamaları optiğinden bakarak anlayabilirsiniz. Medyadan doğrudan para kazanılmaz. Medyaya yatırımın getirisi “dışsal ekonomi” olarak başka sektörlerden alınır, medyaya politik hedeflere ulaşmak, ideolojik yeniden üretimi sağlamak için harcama yapılır…O nedenle, reklam gelirleri, medyanın çarkının dönmesine yeterli gelmez, açık, başka kaynaklardan kapatılır, kapatılıyor. Düşünün, sadece 16’sı ulusal, 15'i bölgesel, 229’u yerel ölçekte yayın yapan 260 televizyon kanalı (53’ü kablolu) var. 30 ulusal, 108 bölgesel ,1062 yerel yayın yapan 1200 radyo istasyonu var. Yazılı basına baktığınızda, 32 gazete ve 85 dergi çıkarılıyor. Reklamveren, reklamlarının yüzde 52’sini TV’lere, yüzde 30’a yakınını da yazılı basına veriyor. Geri kalanda açık hava ve internet yüzde 7’şer pay alırken radyo yüzde 3, sinema da yüzde 1,5 kadar pay alıyor.

***

Peki bu kadar medyaya, 1,8 milyar dolarlık reklam, taş çatlasa 500 milyon dolarlık satış geliri yeter mi? … Tabi ki yetmez, yetmiyor…Tek başına Doğan Grubu diyor ki, “DYH'nin 2008 yılı reklam payı, tahmini verilere göre yüzde 43’tür. Bu payın mecralara göre dağılımı ise şöyledir: Dergi reklamlarında yüzde 45, televizyon reklamlarında yüzde 41, gazete reklamlarında yüzde 61…”(DYH, 2008 Faaliyet Raporu).

Reklam havuzunun yüzde 43’ü Doğan’a gidiyorsa, geri kalan yüzde 57’lik reklam geliri onca medyaya nasıl yetsin? Tabi ki yetmiyor, yetmez… O zaman ne oluyor? Açık, Karamehmet, Doğuş, Ciner gibi holdinglerin medyasının ise, grubun diğer kaynaklarından ; Sabah-ATV, Zaman-Samanyolu, Star-24 gibi cemaat-AKP medyasının açıkları da hükümetin inisyatifi ile, kamu kaynaklarından ve cemaat fonlarından kapatılıyor…Medya değirmenini döndürmek için AKP yandaşı gruplar, iktidarın kontrolündeki Basın İlan Kurumu’nun, kamu bankalarının reklam bütçelerine, hatta kredilerine saldırırken, cemaat firmalarının irili ufaklı reklamları ile açıklarını ne kadar kapatabilirlerse kapatıyorlar. Önemli olan misyon…Taraf, nasıl 25 kuruşa gazete satabiliyor bu şartlarda ? Amaç misyonsa, para bir yerlerden gelir, kuruluşta nereden geldiyse, yine oradan gelir.…Yeter ki misyon yerine getirilsin…

***

Kriz koşullarında medya, ana kaynağı reklam gelirleri yüzde 30 azalsa da , bana mısın demedi, tetikçiler medya silahını takır takır kullandılar, para “bir yerlerden” gürül gürül aktı ve filler savaşı sürdükçe akacak.
Seyrettiğiniz her kanalı, okuduğunuz her gazeteyi, biraz da bu gözle izleyin.

Bu haberin parası nereden geldi ?

Bu başlığın altında kimin parası var ?

Medya okuryazarı olanlar böyle yapar: Sorar, süzer, öyle izler, öyle okur…

9 Nisan 2010 Cuma

Dış Borç Kamburu Bıçak Sırtında

Mustafa Sönmez

09.04.2010, Cuma
Türkiye ekonomisinin yelkenleri dış kaynakla şişiyor; rüzgar esince büyüme yaşanıyor, rüzgar esmeyince tekne ilerlemiyor, büyüme düşüyor. Dış kaynağın üç biçimi var; borsaya, devlet kağıtlarına gelen sıcak para bunlardan birincisi, doğrudan yabancı sermaye ikincisi, dış kredi de üçüncüsü. Ekonominin yüzde 5 dolayında küçüldüğü 2009’da doğrudan yabancı sermaye girişi ile dış kredi akışı yavaşladı; sıcak para ise yılın ilk yarısında gerilerken, ikinci yarıda geri döndü. Böylece, dış yükümlülükler, daha çok sıcak para akışıyla, fazla sorun olmadan yerine getirildi. Ama bu, büyümeye geçiş halinde, sırttaki yükleri, özellikle dış borç yükünün ezici ağırlığını eksiltmiyor.

Dış borçların patlama yaptığı AKP iktidarında dış borç stoku, ulusal gelirin yüzde 43’üne çıkmış durumda. 2002 sonunda 130 milyar doları bulmayan dış borç stoku, 2009’u 271 milyar doları aşarak kapadı: Yani yüzde 110 artış!.... Bu oran 2005’te yüzde 35’e kadar gerilemişti. Bu dış borç yükünün artışında, özel kesim borçları başrolde. AKP iktidarının başında, yani 2002 sonunda özel sektör borcu üçte bir düzeydeydi, 2009 sonunda ise özel borç payı üçte ikiye yaklaştı. Neden ? Özel sektör, özellikle izlenen düşük kur politikasını ve dışarıdaki likidite bolluğunu fırsat bilip hızla dış kredi kullandı ve 2002 sonunda 43 milyar dolar olan dış borcu, 2009 sonunda 174 milyar doları aştı. Bu arada, 121 milyar doları bulan bu ek borçlanmanın, ağırlıkla finans, gayrimenkul, ticaret gibi sanayi dışı sektörler için; özelleştirmeler için yapılmış olması da çarpıcı bir boyut…



Kriz yılına girilirken, dış borçların çevrilememesi korkusu hakimdi. 2009’da, döviz şoku yaşansaydı, özel sektörün borçlarını çevirmesi çok zor olur ve ciddi çöküşler yaşanabilirdi. Korkulan olmadı. Kur, sakin sularda seyredince özel sektör de yılı kazasız belasız kapadı; borçları bir şekilde çevirdi. Özel sektörün borç stokunun yüzde 6 azaldığı anlaşılıyor. Yani özel sektör yeni dış kredi kullanamazken 10 milyar dolar kadar krediyi kapatmış görünüyor. Buna karşılık kamunun dış borç stokunun yüzde 7 artarak 83,5 milyar dolara çıktığı görülüyor. Ama 2009’u böyle geçirmek, gelecek için güvence mi? Sırtta 271 milyar dolarlık dış borç, az risk mi?

Bu arada, borçluların en büyük korkusu, döviz kurunun sıçraması. İhracatçılar gerçekçi kur politikası isterken, borçlular kurda mevcut seyirden yanalar. Çoğu, TÜSİAD bünyesindeki holding ve bankalardan oluşan bıçak sırtındaki döviz borçlular, AKP iktidarı döneminde yaşanabilecek bir istikrarsızlığın, bir kur şokunun altında kalmaktan korkarken iktidarla da iyi geçinmeye çalışıyorlar. Buna dış borç gebeliği de denebilir…

***

Dış borç stokunda yaşanan artışa paralel olarak Türkiye’nin dış borçlar için ödediği faiz ise her geçen gün artıyor. Türkiye ekonomisi dış borç faizi olarak yurt dışına önemli ölçüde kaynak aktarıyor. 2002 yılında 6,4 milyar dolar olan Türkiye’nin kamu ve özel sektör olarak dış borçları için alacaklılara ödediği faiz miktarı 2008’de 11,8 milyar dolara kadar yükseldi. 2009’da ise faiz miktarı 11 milyar doları geçti. Türkiye 2008 yılında ihracat gelirlerinin yüzde 9’u kadar dış borç faiz ödemesi yapmıştı. 2009’da bu bu oran yüzde 11’in üstüne çıktı. Türkiye, giderek daha fazla döviz gelirini dış borç ödemelerinde kullanmak zorunda kalıyor.

Dış borç kamburu, demoklesin kılıcı gibi sallanıyor…

7 Nisan 2010 Çarşamba

Bankalarda Kar patlarken Çalışanlarına Ne Düştü?

Mustafa Sönmez

07.04.2010, Çarşamba
2009 krizinde , başta sanayidekiler olmak üzere çoğu alt sektör küçülüp bilançoları zarar yazarken bankalar kar rekorları kırdı. Öyle böyle değil, bankaların vergi öncesi karları 2008’den 2009’a yüzde 50 artarak yaklaşık 17 milyar TL’den 25 milyar TL’ye çıktı.

2009’da bankaların daha az riskli yatırım araçlarına yönelmesi
sonucunda, menkul kıymetler portföyü, bankaların plasmanları arasında en yüksek artış gösteren varlıklar oldu. Bşaka bir deyişle, kamunun artan bütçe açığı ve borçlanma ihtiyacı ile bankalara yeniden gün doğdu. Böylece, son yıllarda gerileme eğilimi gösteren menkul kıymetler portföyünün toplam aktifler içindeki payı, 2008 yılı sonundaki yüzde 26,5’lik seviyesinden, 2009 ‘da yüzde 30’ları geçti. Bu dönemde, net faiz marjındaki artış, bankacılık sektörü karlılığındaki artışın en önemli sebeplerinden biri oldu. Merkez Bankası’nın bu dönemde kısa vadeli faiz oranlarında gerçekleştirdiği indirimin, büyük bir bölümü kısa vadeli olan mevduatların faizine yansımasına karşın; kredi faiz oranlarına aynı oranda yansıtılmadı, kredi fazinde bankalar bildiklerini okudular. Diğer yandan, mevduat ortalama vadesine göre daha uzun vadeli olan iç borçlanma senetlerinin sene başındaki yüksek faizlerden alınmış olması da kar patlamasına etken oldu. Sistemi finanse etmek yerine devlete borç verme işinde en çok göze çarpan bankaların, Ziraat, Halk ve Akbank olması dikkat çekici.

Özetle, bu dönemde kredilerden ve vadeye kadar elde tutulacak menkul kıymetlerden elde edilen faizler ile sermaye piyasası işlem karlarındaki artış, karlılığın artmasındaki belirleyici faktörler oldu.

***

Bankalar, kriz ikliminde, kara kış ortamında bahar yaşayıp karlarını tırmandırırken, bundan sayıları 172 bini bulan çalışanlara ne düştü? Banka çalışanları , aynı ölçüde artan karlılılıktan pay aldılar mı?

Bu soruyu yanıtlamaya geçmeden bankacıların profilinden kısaca söz etmekte fayda var; 2001 krizi ile önemli bir ayıklanma yaşayan kapatılan,devralınan, birleştirilen, el değiştirilen bankaların sonuçta, esaslı bir konsolidasyondan sonra sayıları 2002’de 54 iken 2009’da 45’e düşmüş durumda.Bunlara 4 “faizsiz banka” ya da akatılım bankasını da katmak gerekir.

Seleksiyon, tabi ki mevduat bankalar kesiminde yaşandı ve 2002’de sayıları 40 olan mevduat bankası sayısı 2009’da 32. Bu konsolidasyon sonrası bankacılık büyüdü, şube ve personel sayısı arttı, yabancılaşma arttı..

2002’den 2009’a 6 bin olan şube sayısı 9 bine; 123 bin olan personel sayısı da 172 binlere çıktı. Yani şubede yüzde 50, personelde yüzde 40 artış…

Bankacılık kesimi, “beyaz yakalı” çalışan kesimi…Bankalar Birliği verilerine göre, 172 bin banka çalışanının 122 bini yani yüzde 70’i yüksek okul mezunu. Personelin 8 bin 300’ü de yüksek lisans ve doktora diplomasına sahip. Sektör çalışan profilinin bir özelliği de erkek ve kadın istihdamının birbirine eşit olması, kadın çalışan sayısının, sağlık, eğitim işkolları bir tarafa bırakıldığında, en yüksek sektör olması…

***

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu(BDDK) verilerine göre, krizin etkisiyle 2002’de yüzde 88 görünen personel ödemelerinin karlara oranı, izleyen yıllarda karların artması ile değişti ve 2008’de yüzde 58,8’e ulaştı. Ancak, 2009’da fark edilir bir değşim yaşandı ve 2008’deki bankacılık sistemi personel ödemelerinin toplam banka karlarına oranı, yüzde 59’dan yüzde 41’e kadar düştü.


Kaynak: BDDK

Toplamı 45 olan bankaların 9 bin 36 şubesinde çalışan 172 bin 403 personelin giderleri 2008’de 9,8 milyar TL iken 2009’da sadece yüzde 6 arttı. Bu TÜFE artışının bile 1 puan gerisinde bir artış. Buradan, yüzde 50 kar artışına tekabül eden büyümeden, çalışanların payına bir şey düşmemiş, sonucuna varılabilir.

Bu adaletsiz bölüşümde, bankacılık sektöründe, yüksek eğitimli, bilinçli olması beklenen çalışan profiline karşın, örgütlenmenin çok zayıf olması, en önemli etken. Birçok bankada sandık-işyeri sendikası üyeliği, bağımsız örgütlenmenin ve hak mücadelesinin önünü kesmiş durumda.

5 Nisan 2010 Pazartesi

Grevin Sadece Adı Var…

Mustafa Sönmez

05.04.2010, Pazartesi
Türkiye’nin imzaladığı ILO sözleşmeleri, BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, BM Ekonomik, Siyasal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa Sosyal Şartı ile bu hakların uygulanmasını denetleyen organların kararları ile bizdeki sendikal hak ve özgürlükleri düzenleyen mevzuat ve işin pratiği, akla kara kadar farklı. Toplamı 13 milyona ulaşmış ücretli nüfustan toplu sözleşme hakkını kullananlar 732 bin… Yani 15’te 1 bile değil…Ama daha vahim olanı, çalışanın en önemli savunma silahı grevin durumu…Grev uygulaması öylesine erozyona uğramış durumda ki, sadece adı var desek yeridir. Düşünün, sadece 3 bin işçi bu hakkı kullanabildi geçen yıl…


Kaynak; Çalışma ve Sosyal Güvenlik bakanlığı veri tabanı

Gelir dağılımının, bölüşümün, ücretli sınıfın aleyhine gelişmesinde en önemli unsur, sayıları 13 milyona ulaşsa da ücretli sınıfın örgütsüzlüğü. Bu sorunda da başrol 12 Eylül askeri diktatörlüğünün.

24 Ocak 1980’de başlayan sürecin en önemli hedeflerinden biri işçi sınıfını etkisiz hale getirmek, sendikal hareketi bertaraf etmekti. 1980’de 85 bin işçi grevdeydi. 12 Eylül, grev yasağı getirdi ve 1982 Anayasası sendikal hakları iyice budadı. Örgütlenme zorlaştırıldı, toplu sözleşme hakkı kısıtlandı, grev yapılamaz hale getirildi. 12 Eylül’ün anti-sendikal çalışma çerçevesine rağmen 1990’a doğru madencilikte yükselen işçi hareketi ile, o yıl 166 bin grevci işçi grev yaptı. 1995’te yeniden yükselen grevler izleyen yıllarda iyice geri çekildi. 2000’de ancak 19 bine yakın işçi grev hakkını kullanırken 2005’te greve çıkabilen işçi sayısı 3 bin 500 dolayına, 2009 kriz yılında da 3 bin dolayına indi.

Yıldan yıla grev uygulamasının zayıfladığı gözleniyor. Türk İş sendikalarının örgütlü olduğu kamu işyerlerinde 2000 sonrası özelleştirilmeler, tasfiyeler, güvencesizleştirmeler arttı ve bu saldırıya etkili bir karşı koyuş sözkonusu olamadı.

***

Emek kesimi, sendikal örgütlenmenin önündeki engellere karşı çıkarken işkolu düzeyinde toplu sözleşme hakkını acil bir talep olarak ortaya koymalıdır. Her işkoluna, asgari norm ve kurallar getiren ve işkolundaki bütün işçileri kapsayan, uygulanması zorunlu bir çerçeve sözleşme olarak iş kolu sözleşmesi yapılması talep edilmelidir. Buna ek olarak yapılacak işyeri sözleşmesi ise, o işyerindeki işçilerin çalışma ilişkileri, hak ve menfaatlerini düzenleyip koruyan sözleşmeler olarak ele alınmalıdır.

İşkolu yetkisi, işkolunda kurulu, temsil yetkisine sahip sendikalarca birlikte kullanılırken işyeri yetkisi işyerinde en çok işçiyi temsil eden sendikaca kullanılabilir.

Öte yandan, taşeronlaşmanın yarattığı olumsuzluklara önlem düşünülmelidir. Bir işyerindeki taşeron işçilerinin de , o işyerindeki sözleşmenin tarafı olan sendikaya üye olmaları veya o sendikaya dayanışma aidatı ödeyerek sözleşmeden yararlanabilmeleri sağlanmalı…

Grev hakkının özünü zedeleyen , fiilen engelleyen düzenlemeler hemen değiştirilmeli, hak grevine yeniden olanak tanıyan genel grev, uyarı grevi gibi etkinlikleri engelleyen; grev ertelemelerine ve yasaklamalarına olanak tanıyan düzenlemeler kaldırılmalı.

3 Nisan 2010 Cumartesi

Sendika, Toplu Sözleşmenin Adı Var, Kendi Yok…

Mustafa Sönmez

03.04.2010, Cumartesi
12 Eylül Anayasasına, AKP optiğinden değil de, farklı açılardan eleştiride bulunanların - buna sendikalar da dahil- ıskaladığı en önemli başlık demokratik sendika,toplu sözleşme, grev hakkına getirilmiş kısıtlar. Özellikle sendikaların, Anayasa deyince ilk elde talepleri, çalışan sınıfın ekonomik-demokratik hakları için özgür bir sendikal ortam olmalıydı. Bu hak, 1982 Anayasa’sının 53, 54 ve 55’i maddelerinde güya var. Ama 12 Eylül generalleri, TÜSİAD’ın, TİSK’in beklentileri doğrultusunda o hakları öyle budadılar ki, sendika kurmanın önüne bir dizi baraj; onu geçince toplu sözleşme yapma yetkisinin önüne bir dizi baraj; onu geçen olursa uzlaşmazlık durumunda grev silahını kullanmanın önüne bir dizi baraj koydular. Sonuçta ne mi oldu ? Sendika, toplu sözleşme, grev hakkı Anayasa’da varmış gibi göründü ama pratikte kullanılamadı.

***

TÜİK’e göre, ücretli çalışan sayısı 13 milyona çıkmış durumda. Neredeyse her 3 iş sahibi nüfustan 2’si ücretli. Müthiş bir işçileşme yaşandı 1980 sonrası dönemde. Peki bu kadar ücretli var da, bunların ne kadarı sendikalarda örgütlü, ne kadarı toplu sözleşme yapabiliyor, ne kadarı grev hakkını kullanabiliyor? Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın verilerine bakılırsa 2009 ortasında 5,3 milyon işçi bulunuyor Türkiye’de. Çarpıklık burada başlıyor. Aynı bakanlığa bağlı SGK, primi ödenen işçi sayısını 9 milyon dolayında veriyor oysa. Yine bu bakanlığa göre, saptanan 5,3 milyon işçinin -sıkı durun- yüzde 60’a yakını , yani 3,2 milyonu sendikalı…

Devam edelim; Bu kadar sendikalı varsa, ne beklersiniz ? Sendikalı işçiler adına toplu sözleşme yapıldığını. İşte burada tutarsızlık ortaya dökülüyor. Adına toplu sözleşme akdedilen işçi sayısı 730 bin dolayında. Yani, Bakanlığın sendikalı dediği işçi nüfusun neredeyse beşte 1’i...

Toplu sözleşmeden yararlanan işçinin ücreti ile , bundan mahrum olanın ücreti arasındaki farkı, bir başka TÜİK verisi ile sergileyelim ki, büyük kayıp daha iyi anlaşılsın. TÜİK’in 2008 brüt ücretlerini belirlemek üzere yaptığı ankete göre,
2008’de ücretliler ayda ortalama yaklaşık 1 500 TL brüt ücret aldılar. Ancak bu ücretin toplu iş sözleşmesi olan işyerlerinde 2 700 TL, bundan mahrum yerlerde 1300 TL olduğu saptanmış. Yani fark yüzde 100’ün üstünde…Gelin görün ki, anti-sendikal düzen toplu sözleşmeyi bir ayrıcalık haline getirmiş, herkesin bu haktan yararlanmasını engellemiş, 730 bin işçiye kadar geriletmiş.

***

Toplu sözleşmeden yararlananların üçte ikisi tek yıllarda, üçte biri çift yıllarda sözleşme yeniliyorlar. Dolayısıyla toplu sözleşmeli toplam işçi sayısı iki yılın toplamı olarak alınmak durumunda. Böyle yapılınca görülen bir diğer çarpıcı gerçek şudur; 1990’lardan günümüze bu hakkı kullanabilen işçi sayısı hızla azalıyor. 1990-1991 dönemi TİS’den yararlanan işçi sayısı 1,5 milyon iken 1990’lı yıllar biterken 1 milyona inmiş.



Kaynak:Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı veri tabanı

2001 krizi sonrası, AKP iktidarı döneminde geçen yıllarda, ekonomideki ihracata dönük yüzde 7’yi bulan büyüme, ağırlıkla ucuz emeğin, rekabet gücü olarak kullanılmasıyla gerçekleşti. Buna paralel olarak, toplu sözleşmenin görece geçerli olduğu kamu işletmeciliği , hızlı özelleştirmelerle erozyona uğradı.2008-2009’a gelindiğinde toplu sözleşme nimetinden yararlanan işçi sayısının 732 bine indiği görülüyor. Bu, 1990-1991’deki 1,5 milyon işçiye göre yüzde 55’lik bir azalma demektir.

Bu erozyonda, sendika bürokrasisinin de elbette vebali var ama iklim öylesine bozulmuş, her şey emek kesiminin öylesine aleyhine geliştirilmiştir ki ortada iler tutar bir yan kalmamıştır. Bu kadar geriletilen toplu sözleşmeli alanın da önemli bir kesimi kamu sektörüne ait ve AKP iktidarı, bu kadarına bile tahammülsüz ve neoliberal icraatı ile bu alanı daha da daraltma çabası içinde.

Grev hakkının perişan hali ise yarının konusu…

2 Nisan 2010 Cuma

“Sevindiren” Küçülme…Sorgulanmayan Büyüme…

Mustafa Sönmez

02.04.2010, Cuma
2009 yılının yüzde 4,7’lik küçülmesi, AKP iktidarını, yandaş medyayı ve “piyasa çevreleri”ni sevindirdi. Nasıl sevindirmesin; IMF’in öngörüsü yüzde 6,5 daralmaydı, Hükümet, Orta Vadeli Plan’a yüzde 6 yazmıştı. En son yapılan anketlerde de beklenti yüzde 5,5 dolayındaydı. Sonuç, yüzde 4,7 küçülme çıkınca bir “oh !…” çekildi.

Bu şamata, tabi ki , daha da beteri olabilirdi, için. Ama sayıların analizine geçip mercek altına almadan söyleyelim; yüzde 4,7 daralma bile vahimdir; net bir yoksullaşmadır. Yoksullaşmanın boyutlarını kişi başına geliri dolar olarak hesaplayıp ifade ettiğimizde görünen şudur: 2002 yılında 3 bin 517 dolar düzeyinde bulunan kişi başına düşen gelir, Türk Parasının büyük ölçüde değerlenmesinin de etkisiyle 2008 yılında 10 bin 436 dolara kadar yükselmişti. Ancak 2009 yılında kişi başına düşen gelir 8 bin 590 dolara kadar geriledi . Bu, 1.846 dolarlık bir yoksullaşmadır.
***

Gelelim, küçülmeyi yüzde 4,7 gösteren gelişmelere… Bu sonuçta, 2009 son çeyreğinde yattığı anlaşılıyor. Son çeyrekte büyüme yüzde 6 olarak açıklandı. Nasıl oldu da yüzde 6 büyüme oldu ? Birincisi, son çeyreğin baz etkisi ile ilgili. TÜİK, ulusal gelir rakamlarını revize ederken, 2008’in son çeyreğinin küçülmesinin yüzde 7 olduğunu bildirdi. Oysa düne kadar biz bunu yüzde 6,5 biliyorduk. Yine TÜİK, 2008 küçülmesinin yüzde 0,7 olduğunu açıkladı. Oysa, düne kadar biz bunu yüzde 0,9 biliyorduk. Bu revizyonlardan dolayı hem 2009 küçülmesi hem de son çeyreğin verisi br düzelme yaptı.

Son çeyrekte dikkat çeken bir unsur hanehalkı harcamalaı, diğeri de kamu tüketim harcamaları. Veriler gösteriyor ki, 2009 son çeyreğinde ailelerin tüketim harcamaları yüzde 4,7 büyüme göstermiş, yani harcamalar kıpırdamış.
İkincisi, AKP iktidarı, 2009’un tamamında kamu harcamalarını artırdığı için, kriz yumuşatılmış. 2009’da kamu tüketim harcamalarının yüzde 8’e yakın arttığını, dördüncü çeyrekte de yüzde 18 artış gösterdiğini görüyoruz. Mesela, maaşlar yılın tamamında yüzde 1,4 reel artış göstermiş, kamunun mal ve hizmet alımları da artmış. AKP, IMF ile bir anlaşma yapmış olsaydı, bu harcamayı yapabilir miydi acaba?

***

Son çeyrek verileri, geleceği ilişkin beklentileri de etkiliyor. AKP bakanları verdikleri demeçlerde, toparlanmaya geçişin başlangıcı olarak niteliyorlar bunu. 2009 genelinde yüzde 7 daralmış imalat sanayinin, son çeyrekte yüzde 13’e yakın büyüdüğü görülüyor. Demek ki, imalat sanayi, ister stoğa ister başka türlü, bir hareketlenme yaşamış bulunuyor. Bunun devamının gelip gelmeyeceği esas soruyu oluşturuyor. Kapasite kullanım oranıyla ilgili sayılar yüzde 68’in üstüne çıkılamadığını gösteriyor.

Gerçek bir kıpırdanma olup olmadığının ipucu, yatırım harcamalarından anlaşılabilirdi ama görünen o ki, özel sektör yatırımda henüz heyecanlı değil.



Kamu ve özel sektörün toplam yatırım harcamaları 2008 yılında bir önceki yıla göre yüzde 5 oranında azalırken, 2009 döneminde yapılan yatırımların GSYİH’ya oranı yüzde 20’nin altına indi. Özel sektör yatırımlarının GSYİH’daki payı 2008’de yüzde 20’ye yaklaşan büyüklükten yüzde 16’ya kadar düştü. 2009’un son çeyreğindeki kıpırdamanın süreceği koca bir soru işareti.

***

Unutulan bir gerçek ise şu; Yeni bir büyüme ivmesi yakalansa bile, bu büyüme, yeniden dış açık ve dolayısıyla cari açık verilerek yapılıyor. 2010’un ilk 2 ayında ihracat , 2009’un aynı dönemine göre değişmemiş; 16 milyar dolar; ama ithalat 18 milyar dolardan 23 milyar dolara çıkmış. Yani hemen ilk 2 ayda 5 milyar dolarlık bir dış açık ortaya çıkmış.

Özet; Kafa değişmediği için, eski paradigmayla ,eski ezberle devam edildiği için, her büyüme çabası, kaçınılmaz olarak cari açık duvarına çarpıp yeni bir bozgunla sonuçlanacak. Büyüme, sıtmasına tutulanların, “ Nasıl bir büyüme ?” sorusunu da sormalarını, işe yarayacaksa, bir daha hatırlatalım…