Sayfalar

29 Eylül 2010 Çarşamba

Yatırım Tutarı, Çalık Balonu ile Şişirildi

Mustafa Sönmez

AKP iktidarının matruşka bebeklerine benzeyen ekonomi ile ilgili bakanları, her fırsatta, yatırımların büyük bir canlanma gösterdiğinden dem vurup kanıt olarak da Hazine’nin teşvikli yatırım kayıtlarını gösteriyorlar. 2010’un ilk 7 ayında teşvik gören yatırımlara baktığınızda 2009’un ilk 7 ayında cari fiyatlarla 7,7 milyar TL’ye kadar gerileyen yatırımların 2010’un Temmuz sonunda 35 milyar TL’ye çıktığını, yani kriz yılındaki düzeyini yüzde 354 geride bıraktığını görüyoruz. Hatta, bırakın kriz yılını, kriz öncesinin 2007 ve 2008 yatırımlarının toplamını geçtiğini bile görüyorsunuz.

Ama, ne demişler: Şeytan ayrıntıda gizlidir. Hazine verilerini biraz kurcalayıp projeleri, yatırım yerlerini mercek altına aldığınızda Vehbi’nin kerrakesi anlaşılıyor. Teşvikli yatırım tutarı 35 milyar TL görünüyor görünmesine ama bu yatırım tutarı 2408 projeye dağılırken 1 proje var ki 15 milyar ile yatırımların yüzde 43’ünü temsil ediyor ve o proje de RTE’nin damadı Berat Albayrak’ın CEO’luk yaptığı, RTE’nin Sabah-ATV’yi emanet ettiği has dostu Çalık Grubu’nun Ceyhan Rafineri yatırımı projesi…Evet, teşvikli yatırım yekunu 35 milyar TL gösterilirken bunun 15 milyarı, yani yüzde 43’ü yandaş Çalık’ın muhayyel yatırımı…

***

Çalık’ın şirketi DAPRAŞ'ın lisans başvurusu, 8 Haziran 2007 tarihli EPDK kararıyla uygun bulunurken Doğan Grubu’nun Petrol Ofisi, lisans talebine bir türlü karşılık bulamamıştı. Teşvik belgesine bağlanmasına karşın, pek bir yatırım hamlesi olamayan Çalık şirketinin bu yatırıma kolay kolay başlayamayacağı da konuşuluyor. Halen, özelleştirmeden Koç Grubu’na geçen Tüpraş, petrol rafinajı tekeli ve 4 tesisi, yılda 27 milyon ton petrol işleme kapasitesine sahip.Tüpraş yeni motorin yatırımlarına hazırlanıyor. Çalık şirketinin aldığı lisans yılda 10 milyon ton ham petrol işleme kapasitesi taşıyor. Petkim’i kamudan alan Socar-Tupras da rafineri yatırımı niyeti olan şirketler arasında ve onun da aldığı lisans, yılda 10 milyon ton ham petrol işleme imkanı veriyor.

Krizde, kapasite kullanımı yüzde 60’lara düşen ve halen yüzde 70 kapasiteye çıkamayan Tüpraş’ın durumu, Çalık rafinerisinin hayata geçirilmesini geciktirirken 15 milyar TL’lik yatırımın hangi kaynakla gerçekleştireceği de kocaman bir soru işareti…

***

Çalık’ın hayal mi gerçek mi bilinmeyen yatırım projesi, teşvikli yatırım tutarını bir balon gibi şişirirken gerçekte yatırım eğilimleri ne yönde?
Konuyla ilgili 120 imalat sanayi şirketinin bilançolarını analiz ederek yatırım eğilimlerini de özetleyen TEPAV’ın “2008 Krizinden Bugüne: Büyük Şirketler Hala Temkinli” başlıklı araştırma notu, en azından büyük imalat sanayi şirketlerinde henüz yatırım heyecanı olmadığı sonucuna varmış. Araştırmada, “Son dönemde yatırım malları ithalatındaki gelişmeler, özel yatırımın toparlanmaktan oldukça uzak olduğunu destekler niteliktedir” deniliyor.

Öte yandan, Çalık’ın şişme projesi, teşvikli yatırımların bölgesel dağılımını da çarpıtıyor. Yatırımları, bölgelere daha iyi yayacağı iddiasıyla 2009 ortasında değiştirilen yeni yatırım teşviki sistemi, 2010’un ilk 7 ayında yatırımların bölgesel dağılımını da iyileştirmiş görüntüsü veriyor ama bu görüntüye aldanmamalı.



Çalık şirketi Dapraş’ın yatırımı Adana’da göründüğü için, İzmir hariç, Ege ve Akdeniz’in hallice illerinden oluşan 2. Bölge, yatırımlardan yüzde 50 pay almış da tuzu kuru İstanbul ,çevresi, diğer gelişmiş illerin yatırımlardan aldığı pay yüzde 25’te kalmış görünüyor. Oysa bu şaşırtmaca düzeltilir, Çalık yatırımı belgesi, analiz dışı tutulursa, yine görülür ki, İstanbul ve diğer gelişmiş iller, toplam yatırımlardan yüzde 44 ile aslan payını almaya devam ediyor…

27 Eylül 2010 Pazartesi

Avrupa’da Faşizmin Ayak Sesleri…

Mustafa Sönmez

Küresel kriz birçok ülkede siyasi eğilimleri, dengeleri de değiştiriyor. Tarih gösteriyor ki, kriz dönemlerinde siyasi tercihler merkezden uçlara yönelir, radikalleşir. Böyle dönemlerde sosyalizme yöneliş kadar, otoriter-dinci siyasete, faşizme savruluş da mümkün. Bugün yaşanan küresel krizde ibre ne yazık ki ikinciden yana.

Özellikle krizi derinden yaşayan Avrupa’da, Almanya, Avusturya, Fransa, İsviçre , Hollanda, Belçika, Danimarka, Norveç, İtalya, Portekiz, Macaristan, Slovakya ve Bulgaristan’da, son olarak da İsveç’te çoğu yabancı ve Müslüman düşmanı aşırı sağcı partiler, seçimlerde güçlendiler. Son İsveç seçimleri de gösterdi ki, Avrupalı seçmende sağa , hatta yer yer faşist partilere yöneliş var. Küresel kriz ve artan işsizlik, bozulan bütçe dengeleri karşısında izlenen kemer sıkıcı politikalar, iktidar ya da iktidar ortağı sosyal demokrat partilere karşı tepkilere yol açtı, radikal sağdaki partilere de gün doğdu. Artan işsizlik ve azalan sosyal harcamalar, yabancı düşmanlığını, “İslamifobi”yi de azdırdı.
Radikal sağın yükselişine hız veren esas etken, krizle gelen kayıplar.




Avro bölgesinde 2006 ve 2007 döneminde yüzde 3’ü bulan büyüme 2008’de yüzde 0,4’e düştükten sonra 2009’da yerini, yüzde 4’ün üstünde küçülmeye bıraktı. Bu, AB için derin bir daralma demek. 2010’un ilk çeyreğinde yüzde 0,8, ikinci çeyreğinde yüzde 1,9 büyüme yaşansa da kriz aşılmış sayılmıyor, ikinci bir dip endişesi yaygın. Durgunlukla beraber 2009’da yüzde 1’in altına düşen enflasyon, 2010 Ağustos’unda ise yüzde 1,6’ya çıktı.

***
AB’yi tehdit eden esas sorun işsizlik ve sosyal hakların budanması. Kriz öncesinde yüzde 7-8 bandında seyreden işsizlik oranı 2009’da yüzde 10’a yerleşti ve 2010’un ilk yarısında da azalmadı.

Avrupalı seçmeni yakından ilgilendiren bir gösterge de, bütçe açıkları. Zincirleme banka iflaslarını önlemek ve mali sektörü rehabilite etmek için kullanılan bütçe kaynakları, devasa açıklara yol açtı. Avro alanı bütçe açığı, 2009’da müthiş büyüdü, yüzde 213 artarak 565 milyar Avro’ya çıktı ve milli gelire oranı da , bir yılda yüzde 2’den yüzde 6,4’e fırladı.

Açığı eski düzeyine çekmek üzere alınan ve birçok Avrupalının sosyal haklarını budayan, vergi yükünü artıran kemer sıkıcı maliye politikaları, seçmende büyük tepkilere yol açmış görünüyor.

Kriz, artan işsizlik yüzünden resmi veya kaçak yollardan gelen yabancılara karşı düşmanlığı da körüklemiş durumda. Irkçı hareketler, İslamofobi, giderek rağbet görüyor. Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin Roman göçmenleri sınır dışı etmesine verilen onay ürkütücü…

***

En son, sosyal demokrasinin beşiği sayılan İsveç’te bile, yabancı düşmanı, ırkçı bir partinin parlamentoya girmesi 19 Eylül seçimlerinin en şaşırtıcı ve endişelendiren sonucu oldu. İsveç’i 60 yıldır yöneten ve sosyal refah ülke örneği haline getiren Sosyal Demokratlar kan kaybetti. “Ilımlı Parti”nin başını çektiği merkez sağ grubun ise hükümeti kuracak çoğunluktan 3 sandalye eksiği var…

Son seçimlerde İsveç’teki yabancılara ve özellikle Müslümanlara karşı yoğun bir kampanya yürüten faşizan “İsveç Demokratları” partisi, kazandığı 20 sandalye ile seçimlerden en kazançlı siyasi grup olarak çıktı ve neredeyse anahtar parti oldu.

Radikal sağ, faşist partilerin seçimlerde başarılı olmaları ve çoğunun ülke parlamentolarında olduğu kadar Avrupa Parlamentosu’nda boy göstermeleri, faşizmin ayak sesleri olarak kabul ediliyor. Radikal sağcı hareketin yükselişi, Avrupa’daki birçok göçmen topluluğu gibi, Türkiyeli nüfus için de iyi haber değil.

25 Eylül 2010 Cumartesi

Tophanelinin, Barınma Hakkı Ne Olacak?


Mustafa Sönmez


Tophane olayında, bu semtte açılan galerilere İslamcı, faşist bir grubun planlı saldırısını tabi ki kınayalım, tepki verelim ama , eski İstanbul semtlerinde rant avcılarının “mutenalaştırma” oyunları ile semt sakinlerini yerinden yurdundan edişi gerçeğini ve giderek barınma haklarının gasp edilmesini göz ardı mı edelim ? Hızla, eğlence endüstrisinin yanı sıra medya-kültür endüstrisinin gelişim alanı haline gelen Taksim-Galata aksına Karaköy-Salı Pazarı eklenmek üzere. İstanbul’u bir küresel kent olarak pazarlama planının bir parçası bu. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nın İstanbul Çevre Planı’nı internetten arayıp bulun, okuyun, bunun böyle öngörüldüğünü göreceksiniz.

Alt sınıfların, işsizlerin, “ezik”lerin , çoğunluğu kiracı olarak, yıllardır barındıkları, tutunmaya çalıştıkları , “beyaz Türklerin” arka çöplükleri Tophane, Dolapdere, Kasımpaşa, Bomonti; İstanbul’un yeni MİA’sı (Merkezi İş Alanı) Levent-Maslak aksında Gültepe, Çeliktepe, Çöp Yolu, Seyrantepe, Ayazağa gibi eski gecekondu semtleri, Haliç’in tarihi semtleri, küresel kent pazarlamasıyla beraber büyük kıymete bindi.

Tophane’deki değişim oldukça çarpıcıydı. Buranın sakinleri olan bitene daha uyanmadan, cadde üstündeki mağazalar, arka sokaktaki binalar oldukça ehven fiyatlarla belli ellerde toplandı, restore edildi. Apart oteller, işyerleri , mağazalar açıldı. Metalaşan, ticarileşen sanatın ürünleri için ard arda galeriler açıldı. Hele ki Oferlere pazarlanırken suçüstü olan Galataport, yeniden hayat bulduğunda tadından yenilmeyecekti Tophane…

Semtin, çoğu kiracı olan yoksul nüfusu, bu “mutenalaşmada” evlerinden çıkarıldı, semtten göç etmek zorunda kaldılar. Geri kalan Tophaneliler ise aynı kaderi yaşamanın endişesiyle baş başa kaldılar. Tophane’nin “metalaşıp küreselleşmesi”ne , semt sakinlerinin muhafazakar-islamcı, milliyetçi kesimlerinden bir grup , bildiği şiddet dili ile karşılık vererek tepki gösteriyor. Güneydoğu’dan kopup buralarda tutunmaya çalışan Kürt nüfus ise olanları kaygıyla izliyor.

***

Şiddetin dilini lanetleyelim ama, İstanbul’un taşını toprağını , her metrekaresini paraya tahvil furyasında sırası gelen Tophane’de , burada yıllardır tutunmaya çalışanların “barınma hakkı” ellerinden alınıyor. Bu ne olacak? AKP yönetimi, aynı şeyi Sulukule’de Romanlara yaptı. Yerlerinden yurtlarından edilen Romanlar, TOKİ’nin toplama kampını andıran bloklarına istiflendiler. Aynı şey Süleymaniye’de yeni Müslüman zenginler için yapılmak istenen “muhafazakar konakları” ile yoksul Kürtlere yapılmak isteniyor. Aynı şey Tarlabaşı’nda RTE’nin has dostu Çalık’ın kentsel dönüşüm adı altında gerçekleştireceği ve devasa rantlara kavuşacağı “mutenalaşma” ile gerçekleştiriliyor. Kentsel dönüşüm adı altında RTE’nin çiftliği TOKİ eliyle gerçekleştirilen büyük rant vurgunları, İstanbul’dan Ankara’ya, İzmir’den Adana’ya büyük kentlerin tümünde sürüyor. Bütün bunlar, halkın “barınma hakkı”nı hiçe sayarak gerçekleştiriliyor.

***

Bu hak gaspına uğrayan alt sınıfların direnerek örgütlenmesi ve haklarını savunmasında, tepki vermesinde insiyatifi solcuların, sosyalistlerin alması gerekirdi ama olmadı, olmuyor. O zaman da onlar adına şiddetin diliyle tepki vermekte meydan İslamcılara, milliyetçilere, lümpen proleteryaya kalıyor.

***

Barınma hakkını savunmada mücadelenin iyi örnekleri yok mu? Ankara’da var aslında. Mamak, Dikmen Vadisi, M.Akif Ersoy mahallelerinde , halkın oluşturduğu “Barınma Büroları”, Melih Gökçek’in keyfi uygulamalarına karşı önemli bir hak mücadelesi sürdürdüler, sürdürüyorlar. Bu bürolar hukuk mücadelesinin yanı sıra mühendisler, şehir plancıları, çevreciler gibi farklı kesimleri de mücadeleye katarak yerel sınırları aştılar ve başkent ölçeğinde ses getirdiler. Barınma hakkının yanında diğer hak mücadeleleri ile beslenen bu örgütlenme, yerel yaşamı düzenleyen demokratik oluşum örnekleri oldular.

Bu mücadelelerin birikiminden de yararlanarak büyük rantlara göz dikilen İstanbul’da barınma hakkı başta olmak üzere halkın, kentlinin ucuz ulaşım, temiz su, ucuz enerji, parasız sağlık, parasız eğitim, tarihi mirasa saygı, yeterli park-bahçe, yeşil alan hakları için mücadelede henüz geç kalmış sayılmayız. Gündemde Galataport, Haydarpaşaport, üçüncü boğaz köprüsü gibi büyük yağma projeleri var. Anayasa değişikliği ile birlikte, büyük bir cüretle bu saldırıların başlayacağını bilerek sol, sosyalist güçlerin, partilerin omuz omuza verip sokağa, Tophanelere inmede, “Farklı bir İstanbul mümkün” ü gösterip bunun için mücadele etmede artık geç kalınmamalıdır.

24 Eylül 2010 Cuma

Kimin Krizi Bitti ?

Mustafa Sönmez

Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz da ilan etti: Kriz bitti !..Hangi kriz, kimin için bitti? Yılmaz’ın 2010 ikinci çeyreği GSYİH verilerinin açıklamasından sonra, kriz öncesi milli gelir verilerini karşılaştırarak ulaştığı bu sonuç, artık bir referans. Aslında, 2010 ortasının milli geliri, kriz öncesi 2008 ortasının milli gelirinin 1998 fiyatlarıyla 600 milyon TL altında. Dolar olarak bakıldığında, 2008 ilk yarısında 370 milyar dolar olan milli gelir, 2009 ortasında 272 milyar dolara kadar düşmüştü, krizin bittiğinin ilan edildiği 2010 ortasında 334 milyar dolar. Yani, milli gelir, aslında, dolar üstünden kriz öncesinin hala yüzde 9,5 gerisinde. Yine de bu farkı ihmal edelim ve diyelim ki, kriz öncesi kadar milli gelir üretilir duruma geldi. Bu, her şeyin kriz öncesine döndüğü anlamına gelir mi?

Türkiye krizi “V” şeklinde yaşamış görünüyor. ABD, Avrupa’nın birçok merkez ve çevre ülkesi, Japonya, birçok yükselen çevre ülke ise bu “V” yi henüz yaşayamadı. Türkiye dahil, krizi geçiştirmiş görünen ülkelerin çoğunun sorunu aşmış görünmesinin altında ise, krizdeki ülkelerde beklediğini bulamayan sıcak paranın, krizde mali sektörü yara almamış Türkiye gibi ülkeleri tercih etmesi. Polonya, Arjantin, Brezilya, Meksika, G.Afrika, G.Kore, Malezya, Hindistan gibi ülkeler, sıcak para için revaçta.

***

Türkiye özeline dönersek…Sıcak para girişiyle düşük seyreden döviz, hızla ithalatı kamçıladı, ithalata bağımlı ihracat, tüketici kredileri ile canlandırılan iç tüketim, birçok kesimi dipten suyun üstüne çıkarırken bazı kesimlere de ağır bedeller ödetti. Satırbaşlarıyla krizi, hangi kesim nasıl yaşadı, özetleyelim:

Mali sektör: Bankalar, krizde sağlam durdular ve karlarını katladılar. 2008’de 16,6 milyar TL olan karları, 2009 sonunda 25 milyar TL’yi , 2010’un ilk 6 ayında da 15 milyar TL’yi geçti.
Sanayici: İlk 500 sanayi firmasının esas faaliyet gelirlerindeki karlılık yüzde 10’a yakın yükselirken faaliyet dışı gelirleri yüzde 50.1 arttı. . İSO, karlılıktaki artışta en büyük etkenin finans giderlerindeki azalma olduğunun altını çizdi. Sanayideki toparlanmanın 2010 ilk yarısında sürdüğü söylenebilir. Yine de tekstil-konfeksiyon, bazı dayanıklı tüketim malı üreten sektörlerde birçok firma krizde havlu attı. Özellikle Denizli, İzmir, Bursa gibi bölgelerde önemli iflaslar yaşandı. 2008 Temmuz’undan 2010 Temmuz’una tüm sektörlerde batık krediler yüzde 70 artarak 12,5 milyar TL’ye çıkmış durumda.

İhracatçı-Turizmci: İhracatçılar eski tempoya ulaşamasalar da kısmen toparlandılar. Kriz öncesinde, 2008’in ilk yarısında 69 milyar dolar olan ihracat, özellikle AB’den pazar kaybetti ve 2009 ortasında 48 milyar dolara düştükten sonra, 2010 ortasında ancak 55 milyar dolara çıktı. İhracatçılar, özellikle aşırı değerlenmiş TL’den şikayetçiler. Pazarlarını korumaları, ancak fiyat indirimi ile gerçekleşiyor. Fiyat indiriminin faturası da çalışanlara çıkarılıyor. Turizmde de turist sayısı yıl sonunda 28 milyonu bulacak, ama turist başına gelir 500 doların altına doğru gidiyor. Bu, ucuza ihracat ve ucuza turizmle ayakta kalmaya çalışmak, yoksullaşarak krizden çıkmak demek aslında.

Sanayi çalışanları: Krizin yükünün sanayi çalışanlarına çıkarıldığı görülüyor. Krizde kaybedilen üretim, daha az istihdama daha az ücret ödenerek yeniden yakalandı. TÜİK verilerine göre, 2008 üçüncü çeyreğine göre sanayi istihdamı 2010 birinci çeyreğinde yüzde 11 geriledi , işçi başına ücretler de yüzde 11 azaldı. Yani sanayi, hem çalışan sayısını azalttı, hem de nominal ücretleri bile yüzde 11 geriletti.. Buna bir de yüzde 10 dolayındaki enflasyon eklendiğinde krizden çıkışın asıl faturasının sanayi işçisine ödetildiği görülüyor.

Tarım Nüfusu: 2010 Haziran’ı itibariyle tarımda büyüme yıllık yüzde 0,6’da kaldı. Yani, yüzde 1 bile büyümedi. Ama her nasılsa tarımdaki istihdam 1 yılda 5,7 milyondan 6,3 milyona çıkarak yüzde 7,7 artmış görünüyor. Eğer bu veri doğruysa, tarımda sadece yoksulluk paylaşıldı.
İşsizlik Faturası. Kriz, bazı kesimler için bitse de işinden çıkarılanlar, yeni işsizler için sürüyor. İşsiz sayısı kriz öncesi 2 milyon 297 binden, 2009 Haziran’ında 3 milyon 269 bine çıkmıştı. 2010’un Haziran’ında ise hala 2 milyon 751 bin…Yani kriz öncesinden bu yana işsizler ordusu hala 450 bin daha kalabalık.

Hanehalkı Borcu: Krizde hane halkının borç yükü arttı. Aileler, bir yandan tüketici kredisi kullanarak, bir yandan kredi kartı ile borçlanarak 2008 Temmuz’undan 2010 Temmuz’una borçlarını yüzde 34 artırarak 153 milyar TL’ye çıkardılar. Yaklaşık 2 milyon kişi bankalara borçlarını zamanında ödeyemediği için takipte. Batık kredi tutarı da 2008 Temmuz- 2010 Temmuz arası yüzde 135 artarak 8,2 milyar TL’ye çıktı.

Özetle, bankacılık, sanayi sektörünün bir kısmı, diğer bazı sektörler krizden çıkmış görünüyorlar ama bunun için önemli bedeller ödendi, ödeniyor. İhracat ve turizm ucuza gidiyor, sanayi, istihdam azaltıp ücretleri iyice aşağı basarak kafasını suyun üstünde tutmuş. İşsizler ordusuna 450 bin kişi eklenmiş. Hanelerde borçlanma katlanmış ve 2 milyon kişi bankalara 8 milyar TL’nin üstünde borç takmış, mahkemelik, tarımda yoksullaşma devam etmiş.
Şimdi soruyu yeniden soralım: Sıcak para afyonlaması ile, kimin krizi bitti ?

22 Eylül 2010 Çarşamba

Döviz Kuru Üstüne Filler Kavgası…

Mustafa Sönmez


Döviz kuru üstüne “Filler kavgası” giderek kızışıyor. Türkiye İhracatçılar Meclisi,TİM’in aşırı değerlenmiş kur politikasına muhalefeti-görünüşte- artıyor. TİM’e desteği de kabineden Devlet Bakanı Zafer Çağlayan –görünüşte- veriyor. Hedefe, Merkez Bankası konuyor. Merkez Bankası, isterse kuru ayarlayabilir, aşırı değerliliğini giderir, diyorlar. Mesela döviz alarak rezervini 75 milyar dolardan 100 milyar dolara doğru çıkararak bunu yapabilir iddiasını RTE’ye de söylettiler.

Merkez Bankası Başkanı Yılmaz, 100 milyar dolarlık döviz rezervine ulaşmanın 20 milyar dolar maliyeti olduğunu hatırlatıyor, bunun bile derde deva olmayacağını ekliyor. Mevcut kur politikasının, Merkez Bankası’nın fiyat istikrarı hedefini kolaylaştırdığı biliniyor. Düşük kur, sıcak para akışını, akış , ithalatı hızlandırarak fiyatları terbiye ediyor. Merkez Bankası bu kur politikasını o nedenle de değiştirmek istemiyor. Ama Zafer Çağlayan, RTE üslubu ile, Merkez Bankası’nın bağımsızlığı da neymiş, yetki elimizde gerekirse değiştiririz anlamında kükrüyor, MB’yi güya tehdit ediyor.

***

Eğri oturup doğru konuşulursa, kur, faiz politikaları “bağımsız” Merkez Bankası yetkisinde görünse de siyasi iktidardan bağımsız değil. Hele ki AKP buna- fiiliyatta- izin verir mi? İzlenen “dalgalı kur politikası”, 2001 krizinden bu yana Türkiye kapitalizminin ihtiyacı olan dış kaynağın, öncelikle de borsaya, devlet kağıtlarına sıcak para biçiminde gelmesini sağlıyor. Ancak, biliniyor ki, bu sıcak para girişi coştukça, dövizi ucuzlatıyor. Bu da ithalatı kamçılayıp ihracatın cazibesini azaltıyor. Yükselen dış ticaret açığını büyük cari açıklar izliyor.

Haziran 2008’da 28 milyarı bulan ve yılı 42 milyar dolarla kapatan cari açık, o yılın milli gelirinin de yüzde 8’ine yakın bir büyüklüğe ulaşmıştı. Krizle birlikte ekonomi küçüldükçe, ithalat ihtiyacı , dolayısıyla cari açık da düştü ve 2009’un 6’ncı ayında 7 milyar dolar dolayına düşerken milli gelire göre büyüklüğü de yüzde 3’ün altına indi. Peki, krizden çıkışta, yani 2010’un 6’ncı ayında? Büyüklük 21 milyar doları, milli gelire oranı da yüzde 6,2’yi buldu. Yeniden alarm veriyor. Yıl sonunda 40 milyar doları aşması kesin. Bu da önemli bir kırılganlık. TİM de bunu hatırlatıyor. Sıcak para borsada varlık değerlerini şişiriyor, balon yapıyor. Yarın satar giderse, balon fena patlar, diye uyarıyor.




TİM, bu anlamda haksız değil. 2009’un ikinci yarısında ve 2010’da yeniden Türkiye’yi adres bilen sıcak para toplamda 110 milyar dolara kadar çıkmış durumda. Bu da dolar kurunu örneğin 1.50 TL’nin altına itmiş durumda, daha da itebilir. Haliyle ihracatçılar, bu düşük kurun para kazandırmadığından şikayetçiler. Yalnız, TİM’in tümüne şamil bir görüş değildir bu. Çünkü biliniyor ki, ihracatçıların önemli bir kısmı üretimlerinde yüzde 70-80’lere varan ithal girdi kulanıyorlar. Dolayısıyla ucuz kur, onlara ucuz ithalat imkanı da veriyor. O nedenle TİM’i ayrıştırmak, filler kavgasını doğru anlamak lazım. Bu kur politikasından gerçekte mağdur olanlar, tekstil, konfeksiyon, giyim, cam-seramik ihracatçı sanayicilerinden oluşan “net ihracatçılar”. …Kimya, demir-çelik, elektronik gibi “çakma ihracatçı sektörlerin”, net ithalatçıların ve tabii ki üçte biri devlete ait 265 milyar dolarlık dış borç riski olanların, mevcut kur politikasına fazla itirazları yok.

***

RTE hükümeti, TİM yönetimini destekliyor görünse de, gerçekte, mevcut kur politikasına bağımlı ve devamından yana. Niye mi? Birçok getirisinin yanında, bu kur politikası bütçe açığını daraltıcı, kamu borçlarındaki büyümeyi yavaşlatıcı etkiler de yaratıyor. Coşan ithalat ve iç tüketim, bütçenin KDV,ÖTV gelirlerini artırarak bütçe açığını ilk 6 ayda, milli gelirin yüzde 3’üne geriletmede etkili oldu. Bu oran 2009’un tamamında yüzde 6’ya yaklaşıyordu. Sıcak para akışının bir yararı da kamu borç stokuna. 2008 sonunda 380 milyar TL olan stok, 2009 sonunda yüzde 16 artışla 441 milyar TL ye çıkmış ve milli gelire oranı yüzde 46’yı geçmişti. 2010’da ise borçlanmanın maliyeti azaldı, stok artışının hızı epeyi yavaşladı ve stok 458 milyar TL’ye çıksa da artışı yüzde 4’ün altında kaldı, milli gelire göre büyüklüğü de yüzde 44,7’ye düştü.

Bütçe açığı ve kamu borç yükünde sıcak paranın getirdiği rahatlama, AKP’nin 2011 seçimleri öncesi elini de güçlendiriyor. Daha gevşek bir maliye politikası izleme imkanını artırıyor. O nedenle bu sıcak para bağımlılığından - görünüşte TİM’i pışpışlasa da – vazgeçmez AKP iktidarı…

20 Eylül 2010 Pazartesi

Menderes, Özal, RTE: Benzerlikleri Bulun…

Mustafa Sönmez

AKP cenahında son “takıntı” şu: Menderes-Özal geleneğini sahiplenip ilk ikiliye RTE’yi dahil etmek. Bundan böyle AKP kongrelerinde, RTE’nin posterinin yanında Menderes ve Özal posterleri de asılacakmış. 16 Eylül tarihli Sabah’ta Nazlı Ilıcak bu fikri olumlarken Demirel’in ihmal edilmesini doğru bulmadığını yazıyor ve şöyle diyordu; “28 Şubat ve sonrasındaki performansı zihinlerde soru işaretleri uyandırsa dahi, Adalet Partisi ve DYP ile onun lideri Süleyman Demirel'i, geleneğin dışına atmak, tarihi gerçeğe de ters düşer”. ..

Menderes,Özal, RTE üçlüsünde bir devamlılık var mı? Araya Demirel alınmalı mı?

***

Menderes’ten başlayalım. Menderes’in DP’sini iktidara getiren dönem, sivil-asker bürokrasinin iktidar bloku içinde egemen kanat olduğu tek parti döneminin, özellikle ikinci dünya savaşının köylülüğü bizar eden koşullarıydı. O dönem, nüfusun yüzde 20’si kentlerde, yüzde 80’i kırlardaydı. Menderes de büyük toprak sahibiydi. DP, son tahlilde büyük toprak sahiplerinin ve savaş sonrası, yeni palazlanan burjuvazinin partisi olmak istiyordu. Bugünkü AKP gibi, İslami hayat tarzını yerleştirmek gibi bir amacı yoktu. Modernleşmeci, hür teşebbüsçü ,Türkiye’yi ”Küçük Amerika” yapmak isteyen bir liderdi. Köylü kurnazı RTE’nin Menderes’le miras ilişkisi kurma gayretini erbabı hemen anlıyor. 17 Eylül akşamı NTV’de, Şerif Mardin şöyle değerlendiriyordu: “ Demokrat Parti’nin sosyal kökeni ile Ak Parti’nin sosyal kökeni başka yerlerden geliyor…(AKP), oranın ideolojisini kendisine mal etmek istiyor.”

1950’lerin ilk yarısında yükselen DP’nin yıldızı, ikinci yarıda inişe geçti. Ekonomi büyük döviz açıkları vermeye, 1958’de IMF’nin ilk kemer sıkan politikaları kitleleri, özellikle bu dönemde sivil-asker bürokrasiyi sarstı, hızla muhalefete itti ve ardından Menderes, 27 Mayıs darbesi ile alaşağı oldu.

***

Demirel, 1960’lardan 1980’lere iç pazara dönük bir sermaye birikimi, ardından tıkanma yaşayan ve 1960 Anayasa’sıyla icraat yürütüp ardından 12 Mart inkıtası ile yoluna devam eden bir liderdi. Onun dönemi, hızlı kentleşme, işçileşme dönemiydi. Yine de kentsel nüfus henüz üçte bir dolayındaydı. AP’nin sırtını dayadığı hakim sınıflar ise , hızla Avrupa ve ABD sermayesi ile halvet olan büyük burjuvazi ve burjuvalaşmaya başlayan büyük toprak sahipleriydi. Demirel, tarikat ve cemaatlerle ilişkili olmakla beraber, o da Menderes gibi , laisizmle hesabı olan bir lider değildi. Demirel’in, 12 Eylül’e kadar da asker bürokrasi ile ciddi bir iktidar mücadelesi olmadı.

***

Turgut Özal’ı ise, 12 Eylül yarattı. 12 Eylül’ü yapanlar da Ilıcak’ın ima ettiği gibi,”sivil-asker bürokrasi” değildi. ABD’nin “Bizim çocuklar” dediği, generalleri kumanda eden bizzat Okyanus ötesiydi, içerideki uzantısı da TÜSİAD’tı. Çünkü, ABD’ye göre, Türkiye’de kontrol elden gidebilirdi. Öncelikle, iç pazara dönük birikim modeli tıkanmıştı, hızla ucuz ve disipline edilmiş emeğe dayanan bir kulvara geçmek, bunun için de siyasi yapıyı ters yüz etmek gibi bir zorunluluk da vardı sermayenin önünde. Özal, bu “transformasyon”u gerçekleştirecek figür olarak büyük burjuvazinin örgütü MESS’in başkanlığından ekonominin başına getirildi. 12 Eylül’ün başbakan yardımcısı Özal’ın 12 Eylül sonrasının ANAP lideri olarak başbakan koltuğunu kapması yine ABD desteği ile oldu ve sanıldığı gibi büyük burjuvazi ile didişerek olmadı. Bugünkü AKP’lilerin yaptığı gibi, o da kendi burjuvazisini oluşturmayı denemedi değil. Ama bu hiç de AKP’lilerin, Fethullahçıların modelindeki gibi MÜSİAD’ta, TUSKON’da buluşan ve bir “İslami hayat tarzı” ajandaları olan burjuvazi değildi. Hatırlayın: Enkalar, Erol Aksoylar, Süzerler’di Özal’ın çevresindekiler…

Özal’ın sivil-asker bürokrasi ile alıp veremediği neydi? Neoliberalizmi inşa etmeye çalışan Özal, her tür “devletçi” ayak bağını bertaraf etmek için “sivil toplumcu”luğa sarıldı. Bu konuda da etrafında sol liberalleri destekçi buldu; Bugünün “Yetmez ama Evetçileri”, ta o günden neoliberallere koltuk değneği oldular. Özal, her ne kadar, “Milli görüş” kökenli bilinse de bugün AKP’nin yaptığı gibi, islami bir hayat tarzını ajandasına almadı. Bu anlamda da RTE ile bir ortak alanı yok. Ortak alanları, neoliberallik, küreselleşme, özelleşme ve bunun için gerekli olan anti-sendikal, demokratik görünümlü bir “otoriter” yapıyı oluşturmak. Ama bu, Özal ile RTE’nin ortak yanı. İthal ikameci dönemin liderleri Menderes ile Demirel, bu anlamda da sonrakilerden ayrışırlar. Bu detaylar önemlidir. Nazlı Ilıcak, iktisada, iktisat tarihi-siyaset ilişkilerine yabancı olmasa, belki bunu anlardı.

***

RTE’yi, önceki 3 liderden ayıran en önemli özelliği laisizmle olan derdidir. Ortak yanı ise daha çok 12 Eylül ve Özal ile , neoliberalizme bağlılık ve onun gereklerini yerine getirme üstünedir…Didiştiği sivil-asker bürokrasi, kendisini “laisizmin bekçisi” olarak tanımladığı için, RTE’ye ayak bağıdır…RTE’nin şimdi yapmak istediği, Özal’ın da ajandasında olan özelleştirme, ticarileşme, devleti küçültme ve Türkiye’yi bir ucuz emek ekonomisi olarak dünya ekonomisine entegre etme. Özal dahil, önceki tüm sağcı liderlerden en önemli farkı ise, islami hayat tarzının yaşandığı, buna uymayanlara empoze edildiği bir sosyal karşı-devrimi adım adım gerçekleştirmek. Bunun için de yürütme ve yasamadaki üstünlüğe, yargı egemenliğini eklemek. Hatta bir de başkanlık sistemiyle bu otoriterleşmeyi pekiştirmek…

Bütün bu hedefleri “sandık” rızasıyla gerçekleştirdiğini, bundan dolayı “demokratik” olduğunu söyleyen AKP’nin, o rızayı, halkı korkutarak, medya ile uyutarak , alternatifsiz bırakarak, kısaca ölümle korkutup sıtmaya razı ederek, sağlaması ise bir “teferruat”…

18 Eylül 2010 Cumartesi

Erken Öten Horoza Dersini Vermek…

Mustafa Sönmez


Tahminlerin üstünde, yüzde 58 olarak gerçekleşen referandumdaki “Evet” oyları, abartılı bir zafer havası yarattı. Bu sonuca dayanarak 2011 seçimleri cepte keklik görülüyor. RTE, 23 Nisan çocuğuna söylediği gibi, “Astığı astık, kestiği kestik” ruh haline kendini iyice kaptırdı. RTE, Başkan, olmadı, Bakan Nihat Ergün’ün sakınmadan ifade ettiği gibi müstakbel cumhurbaşkanı ilan edildi bile.

Erken öten horozlar, bu gazla, “icraat”a hemen başlayacaklar. Yargıda yaşanacakları, 12 Eylül günü Süheyl Batum, Cumhuriyet’teki köşesinde, daha referandum sonucu belli olmadan, ihtimal olarak yazdı. Dedi ki, 15 - 20 gün içinde Anayasa Mahkemesi’nin tüm oluşumu değişmiş olacak. Ve 17 üyenin en azından 10 tanesinin iktidar yanlısı olması hemen gerçekleştirilmiş olacak. Petrol Yasası gibi, ABD’nin baskı yaptığı tüm yasaların Meclis açılır açılmaz hemen çıkartılması sağlanmış olacak. Hemen ardından HSYK’nin oluşumu da değiştirilecek, sekretarya yine tamamı ile Adalet Bakanı’na bağlı olacak. HSYK’nin başında yine Adalet Bakanı ve Müsteşar yer alacak. Yönetim, atama taslaklarının hazırlanması, özlük dosyaları, yine tamamen Bakan’ın elinde olacak. Tüm yetkiler, yargıç ve savcıların soruşturulmalarına izin verme yetkisi yine Bakan’da olacak. Ve göreceksiniz, çok kısa bir sürede tüm yargıç ve savcıların “dönüştürülmesi” sağlanmış olacak Neye dönüştürülmesi mi? F-Tipine…

Bu gazla emek cephesinde neler olacağını da dostum Atilla Özsever, 16 Eylül günü Cumhuriyet’te yazdı: Bundan böyle Anayasa Mahkemesi, Danıştay gibi yüksek yargı organlarının Tam Gün Yasası, sosyal güvenlik, 4/C, muayene katkı bedeli gibi konularda karar vermesine hukuki engeller çıkacağını, yandaş sendikacılığın pekişeceğine dikkat çekti.

***

Referandumda ortaya çıkan zafer fotoğrafına, izleyen günlerde , “ekonominin parlak karnesi” eklendi; büyüme, istihdam, bütçe verileri ile “başarılar” sergilendi. Verileri doğru dürüst analiz etmeden, AKP’nin zaferinin ekonomi ile taçlandırdırıldığı, sağladığı “istikrar” ile seçmen gönlünü fethettiği ilan edildi.

Unutulan bir şey var: Bu coğrafyada, istikrar en az dayanıklı şeydir, hele ki sıcak paraya yaslanan bir istikrarsa… Bütün hüsran havasına rağmen, yarının nelere gebe olduğunu kimse bilemez. Şemsiyesi her an ters dönebilir bu memleketin. Önce, farklı bir optikten bakalım referanduma.




52 milyon seçmeni olan Türkiye’de yaklaşık 14,5 milyon sandığa gitmemiş. Güneydoğu oylarını tahlil ederseniz yaklaşık 4 milyon oyun “boykotçu” olduğuna hükmedebiliriz. 10,5 milyon ise –şu ya da bu nedenle- gitmemiş sandık başına. Bu iki kategori yüzde 28 demek. Buradan bakınca Evetçi oylar yüzde 42’yi, “hayır”cılar yüzde 30’u buluyor. Mutlak rakamlarla 22’ye 16 milyon gibi bir sonuç var. 6 milyon “evet” farkı az mı? Tabii ki değil.

13 Eylül Pazartesi hocam Güngör Uras, Milliyet’te, referandumda ekonomik değil de ideolojik- kültürel etkenlerin rol oynadığını vurguladı. Saflaşma, gerçekten de, siyasal İslam muhafazakârlığı ve sol liberal- tükenmiş “yetmez ama evet” in oluşturduğu kesimle, Cumhuriyetçi ve sosyalist kesim arasında oluştu. Bu “hayat tarzı” ekseninde gerçekleşen saflaşmada BDP nerede olurdu? Herhalde ağırlıkla Hayırcılar safında. Dolayısıyla Hayırcılar ve potansiyel hayırcıların oranını daha çok dikkate almak gerek.

***

Evet/hayır haritasını da yeniden gözden geçirmek gerek. AKP’nin “kaleleri” arasında gösterilen büyük iller, gerçekten ne kadar “evetçi”? İstanbul’da 3,6 milyon evete karşı 3 milyon hayır, az şey midir? Yine Evet ağırlıklı Ankara, Bursa ve Kocaeli’deki Evet-Hayır farkı 2,8 milyona karşı 2,2 milyondur.Özetle bu 4 büyük ilde 6,4 milyon evet varsa, 5,2 milyon da hayır var. Sonuç oransal olarak yüzde 55’e karşı yüzde 45’tir ama, hiç de kapanmayacak bir fark değildir bu.


Bu 4 büyük ilde, önümüzdeki seçimlerde gerçekleştirilecek etkili bir çalışma, CHP’yi iktidara getirebilir. Bu, tabii ki, CHP’nin, MHP hakkındaki hissiyatını gözden geçirmesine, kiminle kol kola girmesi gerektiğini fark etmesine bağlı. CHP ve Kürt siyasi hareketi birbirini “anlama” becerisini gösterebilirse, referandumda ihmal edilen “teğetin ekonomik yıkımı” kitlelere iyi anlatılabilirse, bütün hesaplar şaşabilir, seçimlerde, erken öten horozlara da bir güzel dersleri verilir.

17 Eylül 2010 Cuma

İstihdamsız Büyüme, KDV Sever Bütçe…

Mustafa Sönmez

Türkiye, küresel altüst oluşun etkisiyle sürüklendiği krizi tam bir “V” biçiminde yaşamış görünüyor. V’nin tamamına bakıldığında, -Çarşamba günü yazdığım gibi- 2010 Haziran’ında kriz öncesi 2008 Haziran’ının milli gelirine hala ulaşılabilmiş değil. Kaldı ki, nüfusumuza, o tarihten bu yana 2 milyon kişi daha eklendi. Bu da kişi başına gelirin düşmesi demek.

Büyüme yaşanıyor yaşanmasına da bu büyümenin, bölüşüm ayağı hiç sorgulanmıyor. Pasta, kriz öncesi gibi mi bölüşülüyor.Tabi ki hayır. Ücretliler 2008 ücretlerine talim ediyorlar. Bölüşüme dair gerçek verileri açıklamayan TÜİK, istihdamda da yine çam devirmekte ısrar ediyor.

Sıcak para rüzgarına dayanan büyümenin istihdam yaratmadığını son veriler de teyit ediyor. Haziran verileri, işsizliğin, beklendiği gibi yüzde 10,5’a indiğini gösteriyor. Bu, mevsimsel bir özellik Haziran’dan Ekime kadar tarım, inşaat, turizm gibi sektörlerin istihdamlarının etkisiyle istihdam artar, işsizlik göreli düşer ama Kasım’dan başlayarak tekrar yükselir. Şimdi yaşanan da o. İşsizlik 2009 Haziran’da yüzde 13’tü bu Haziran yüzde 10,5’a düşmüş görünse de , işsiz sayısı kriz öncesi 2 milyon 297 binden 2009 Haziran’ında 3 milyon 269 bine çıkmıştı. 2010’un Haziran’ında ise hala 2 milyon 751 bin…Yani kriz öncesinden bu yana işsizlere ordusu hala 450 bin daha kalabalık.




Sıcak para girişinin ucuzlattığı düşük döviz kuru eşliğinde yaşanan büyümenin istihdam dostu olmadığı, son verilerle bir kez daha ortaya çıktı. Haziran itibariyle son 12 ayda büyüme oranı yüzde 10,3 olarak görünürken istihdamdaki artış yüzde 7. Yani istihdamın temposu, büyümenin gerisinde. Ama bu yüzde 7 istihdam artışında da hile hurda var. Hile, tarım sektöründe. 2010 Haziran’ı itibariyle tarımda büyüme yüzde 0,6, yani yüzde 1 bile büyümemiş. Ama her nasılsa tarımdaki istihdam 1 yılda 5,7 milyondan 6,3 milyona çıkarak yüzde 7,7 artmış. Bu kargaları bile güldüren durumu, TÜİK umursamaz halde. Bu, açıkça işsizliğin kamuflajı…

İstihdamın tempo düşüklüğü imalat sanayiinde de görülüyor. İmalat sanayiinde büyüme yüzde 15,4 ama istihdam artışı yüzde 12’de kalmış. İnşaatta da istihdam artışı yüzde 10’u bulmazken büyüme yüzde 22’ye yaklaşmış. Ticaret yüzde 14 artmış ama istihdam artışı yüzde 1,3’te kalmış…Keza mali sektörde yüzde 9 büyüme var ama istihdamda artış değil, yüzde 5 düşüş var.

***

Gelelim bütçe açığındaki daralma iddiasına. Tamam, ilk 8 ayın bütçe açığı 14 milyar TL .Bu geçen yılın aynı döneminde 31 milyar TL idi. Yani yüzde 54 daralmış açık.Ama nasıl? Cevap vergideki payı yüzde 55’i aşan KDV,ÖTV artışlarında.



Sıcak para akışıyla ithalat arttıkça, ithalata bağlı sanayi çarkı dönüp kasılan tüketim canlandıkça KDV,ÖTV gelirleri de arttı ve bu açık öyle daraldı. Marifet mi şimdi bu?

15 Eylül 2010 Çarşamba

Kriz Öncesine Dönülemedi

Mustafa Sönmez


2010’un ikinci çeyrek büyüme verisi yüzde 10’u aşarken ilk yarı büyümesi de yüzde 11’e çıktı. Bu büyümede, krizde geri çekilen sıcak paranın yeniden dönüşü önemli bir etken. Türkiye borsasına, devlet kağıtlarına yönelen sıcak paranın stoku 120 milyar doları bulmuş durumda. Sıcak para girişi döviz kurunu aşağı iterek ithalatı, ithalata dayalı sanayi üretimini kamçıladı, iç tüketimi canlandırdı, ihracattaki düşüşü frenledi, imalat sanayi ve inşaatta büyüme yeniden başladı. Ekonominin omurgası sayılan imalat sanayiinde, ilk çeyrekte yüzde 21 olan büyüme ikinci çeyrekte yüzde 15’i geçti, ilk 6 ayda da yüzde 18 oldu.

Tabii ki bu büyüme oranları hep kriz yılı 2009’a göre yapılıyor. Yani bu iki haneli büyümede baz etkisi egemen. Sağlıklı bir analiz ancak kriz öncesinin verileri hesaba katılarak yapılabilir. Yani 2008’in ilk yarısına dönülebilmiş midir, o dönemin milli gelir pastasını üretebilir durumda mıyız? Dahası, nüfus artışı da dikkate alındığında kişi başına milli gelir artışında kriz kaybını telafi ettik mi, edemedik mi?

***

Kriz öncesi yılın, yani 2008’in ilk yarısının verileri, kriz yılı 2009 ve kriz sonrası 2010’un ilk yarı verileri ile karşılaştırıldığında varılan ilk sonuç şu: 2010’un ilk yarısında ekonomi yüzde 11 büyüdü. Ekonomi 2009’un ilk yarısında ise yüzde 11 küçülmüştü. Dolayısıyla , 2009 ilk yarısının kayıpları telafi edilmişse de 2008’in ilk yarısındaki milli gelir pastası henüz üretilememiştir. 1998 sabit fiyatlarıyla 2008’in ilk yarısında 50 milyar TL’ye yaklaşan milli gelir, 2009 kriz yarı yılında 44 milyar TL’ye düştükten sonra 2010 ilk yarısında ancak 49 milyar TL’ye ulaşmış , sonuçta, kriz öncesi 6 ayın milli gelirinden yaklaşık 650 milyon TL geride kalmıştır.



Kaynak:TÜİK büyüme verileri

Dikkate alınması gereken bir boyut da 2008-2010 dönemindeki nüfus artışı. 2008’in ilk yarısının milli gelir düzeyi yakalanamazken nüfus, yılda yüzde 1,5 artıyor. Yani nüfusumuza her yıl 1 milyon kişi ekleniyor. 2008’in ilk yarısının milli gelirini üretebilecek düzeye henüz gelinemezken nüfus da 2 milyon artmıştır. Dolayısıyla gerçekte büyümeyen milli gelir pastası, 2 milyon daha artan nüfusla paylaşılmak durumunda kalınmıştır.Bu da kişi başına gelirin küçülmesi, yoksullaşma demektir.

***

2010 büyümesine harcamalar optiğinden bakıldığında, büyümede lokomotifin hanehalkı harcamaları olduğu dikkati çekiyor. Sabit fiyatlarla 2008’in ilk yarısında 35 milyar TL’ye yaklaşan özel tüketim harcamalarının 2009’da 32,8 milyar TL’ye düştükten sonra 2010’un ilk yarısında toparlandığını ve 35,2 milyar TL’ye çıktığını gösteriyor. Hane halkı tüketim harcamalarında küçük de olsa kriz öncesine göre göreli bir artış olduğu dikkat çekiyor.


Kaynak:TÜİK büyüme verileri

2010’un ilk yarısında gerçekleşen yüzde 11 büyümede özel sektör yatırımlarının da etkisi var.Ancak, özel sektör yatırımlarının 2010’un ilk yarısında kriz öncesi dönemi henüz yakalayamadığı anlaşılıyor. Kriz öncesi yatırım seviyesinin hala yüzde 11 gerisinde yatırımlar.

Devletin tüketim harcamaları ve yatırımlarına bakıldığında da kriz yılında azalmadığını ve 2010’da da arttığını görüyoruz. Başka bir ifadeyle, AKP iktidarı hem kamu maaş-ücretlerinde hem satın almalarla hem de muhtelif kamu yatırımlarıyla, krizin derinleşmesine karşı kamu harcamalarını kullandı. Yani görece gevşek bir maliye politikası izledi ve izlemeyi sürdürüyor. 2011 seçimine giderken bu yaklaşımın pek değişmeyeceğini söylemek mümkün. Mali kuralın askıya alınması da bu harcamaların kısıtsız yapılmasına imkan tanıyacak.

Yılın ikinci yarısındaki büyümenin bu tempoda sürmeyeceği, baz etkisinin de buna imkan tanımayacağı açık. Yılın tamamı yüzde 6’lık bir büyüme ile tamamlanırsa, ancak 2008’deki milli gelir düzeyi yakalanabilecektir.

13 Eylül 2010 Pazartesi

Takvim Değişiyor, Gündem Değişmiyor

Mustafa Sönmez

Günlük gazete yorumcularının çoğu, teknik nedenlerle, referandum sonuçlarını öğrenemeden bugünkü yazılarını yazıp yazı işlerine teslim ettiler. Ama, rahatlıkla herkesin paylaşacağı bir gerçek var: Aylardır süren Anayasa değişikliği tartışmaları bitmedi, bitmeyecek. Sonuçlar, şimdi gündemi bir erken seçim kulvarına taşıyor. Hem erken seçim hem de yeni bir meclisce yapılması gereken yeni bir Anayasa gerekliliği konuşulacak artık. 2011’in Mayıs-Haziran aylarında bir erken seçim çok muhtemel görünüyor. AKP iktidarının, referandum öncesinden taşlarını buna göre dizdiği, örneğin bir “çıpa” olarak görülen “mali kural”ı sırf bu nedenle gündemden düşürdüğü biliniyor. Ne demektir bu? Hükümet, bugünden itibaren erken seçimi düşünerek daha gevşek bir maliye politikası izleyecek. Yani bütçe açığını biraz daha büyütmeyi, kamu borç stokunu biraz daha artırmayı göze alan harcama politikaları izleyecek. Kamu yatırımlarını, tarıma, hane halkına dönük transfer harcamalarını artıran, memur-emekli maaşlarında ufak tefek artışlar öngören, Merkez Bankası’na faiz indirten icraatlar söz konusu olacak. Sıcak paranın şu konjonktürde Türkiye’deki faizlerden, borsa getirilerinden memnun göründüğü ve olağanüstü gelişmeler olmaz ise bu tercihini değiştirmeyeceği varsayılırsa, dış rüzgarın, en azından şu aylarda AKP’den yana estiğini söyleyebiliriz. Ama, erken seçim tarihine kadar ne olacağını kimse bilemez. Şemsiye ters dönebilir de…

***

Yarın, 14 Eylül’de açıklanacak ikinci çeyrek büyüme verileri, yılın yüzde 6 büyüme ile tamamlanacağını teyit edebilir. Bu büyüme oranı ile Türkiye kriz öncesine, yani 2008’e ait milli geliri yakalamıyor ama kriz kaybını belli ölçülerde telafi etmiş görüntüsü veriyor. Ama unutmamalı ki, sıcak para bolluğu ile yaşanan bu büyüme, yeterince istihdam yaratmadı. 15 Eylül’de açıklanacak işsizlik ve istihdam verileri, mevsimin yarattığı iş olanakları ile birlikte işsizliğin yüzde 10’a gerilediğini gösterecek ve mevsimselliği kulak arkası ederek, RTE, ben dememiş miydim, diye caka satacak. Bu sakat büyümenin çığ gibi büyüttüğü cari açığı kim, nasıl saklayacak? Cari açığın yeni boyutlarını da, 15 Eylül’de göreceğiz. İktidarın boş şişinmelerinden bir başkası yine 15 Eylül’de açıklanacak bütçe sonuçlarına dayanacak. Sıcak para girişinin ucuzlattığı dövizin körüklediği ithalat ve ithalata dayalı ihracat büyümesi, kamçılanan iç tüketim, tüketim vergilerini , yani ÖTV’yi, KDV’yi artırıyor. Böylece bu hormonal büyümeden ortaya çıkan vergi geliri artışı, açık veren bir bütçe yerine, fazla veren bir bütçe fotoğrafı sergileyecek.

Erken seçime giderken ekonomi teması, referandum öncesi konuşulanların önüne geçeceğe benzer. AKP, ayranım ekşi demez tabii. Daha iyi bir icraat vaat eden CHP’nin inandırıcı olması, programında, demokratikleşme kadar, iş-aş sorununda da ikna edici çözümleri bulundurmasına bağlı.

-------------------------------
Daha Fazla Yumurta…
----------------------------------


9 Eylül’de bu köşede yer alan “Yetmez ama evet”çiler listesinde görünen Ergin Cinmen, Celal Yıldırım, Ayşe Günaysu, Z.Taner Koçak, listenin tamamının evetçilerden oluşmadığını, kendi tercihlerinin boykot yönünde olduğunu bildirdiler. O listedekiler, ağırlıkla “yetmez ama evet”çiydi ve etkinliklerini, yumurta atarak protesto eden Öğrenci Kolektifleri’ni kınamak için bir araya gelmiş, bir bildiriye imza atmışlardı. Öğrenci Kolektifleri, antidemokratik uygulamalara, eşitsizliğe, özgürlük gasplarına, hak ihlallerine 'Hayır' diyen, protestolarını şiddet kullanmadan gerçekleştiren bir gençlik örgütlenmesi. Öğrencilerin yumurtalı eylemlerine, listedeki zevat, protesto değil, şiddet nitelemesini uygun görüyor.

Şiddet kınayıcısı terkibi birkaç örnekle, Soldefter’de Seyfi Adalı’nın yazdıklarıyla bir daha gözden geçirip soralım: KESK Genel Başkanı Sami Evren ile “evetçi” konfederasyon Hak-İş’in Genel Sekreteri Mustafa Paçal, “sermaye”ye karşı mı yan yanalar? “12 Eylül öncesi bizi de kullandılar” diyen Oya Baydar ile DİSK’i, darbecilikle suçlayan Emre Aköz’ü aynı fotoğraf karesinde buluşturan ne ? AKP milletvekili aday adayı Turgay Oğur ile 2007 seçimlerinde AKP’ye karşı Ufuk Uras kampanyasını yürüten Atilla Aytemur’un yolları nasıl kesişti? Savaş karşıtı Küresel BAK üyeleri, Irak Savaşına destek veren Taraf tezgahçısı, Washington menşeli Yasemin Çongar ile nasıl yan yanalar ?

Öğrenci gençliğin yumurta protestosuna tahammülsüzlükte bir araya gelenler “şiddeti kınarken”–hepsi demeyelim de- çoğu, “yetmez ama evet” derken AKP’nin kurumsal şiddetinin bizzat yanında saf tuttuklarının farkında değiller mi? Onlar, grev ve direnişlerde, Taksim’de, Güneydoğu’da, her demokratik gösteride, biber gazları, tele kulakları, komploları ile şiddetin her türünü doludizgin uygulayan AKP iktidarının, bu şiddeti sivil faşizm boyutuna tırmandırmak için dayattığı Anayasa’ya evet demek için bir araya gelecekler, sol maskeleriyle demokratlara, sosyalistlere her türlü küfrü edecekler ve gençler, bunu yumurta ile protesto ettiklerinde “şiddete maruz kaldıklarından” şikayet edecekler, öyle mi?… Öğrenci Kolektifleri’nin yeni sloganını ileteyim de devlet şiddetiyle halvet olup sonra da, şiddete maruz kaldık, deyip sızlananlar önlemlerini alsın: Yeni slogan şu: 1,2,3… Daha fazla yumurta…

11 Eylül 2010 Cumartesi

Yarın Kadınların ‘Hayır’ Deme Günü

Mustafa Sönmez


AKP hükümeti, 12 Eylül’de halkoylamasına sunacağı Anayasa değişikliği paketinin kadınlarla ilgili 10. Maddesiyle, kadın-erkek eşitliğini sağlamak için önemli adımlar attığını, "kadınlara pozitif ayrımcılık getirdiğini” savunuyor. Kim inanır ? Hatırlayın: Sözün muhterem sahibi, kadınları üç çocuk doğurmakla görevli sanan bir zihniyetin baş temsilcisi RTE’dir.Hatırlayın: Demokratik açılım adını verdikleri süreç ile ilgili olarak kadın örgütlerini toplantıya çağıran RTE, kadınla erkeğin eşit olmadığına inandığını açıkça söylememiş miydi? AKP’li Rize Belediye Başkanının küstah önerisini hatırlayın: Kürt kadınlarını evlenilecek ikinci, üçüncü, eş olarak gören bu zihniyet, bu yolla “hasımlığı hısımlığa” dönüştürme sivri zekalılığını sergiliyor görünürken aslında AKP’ye hakim olan ırkçı bilinç altı, diline vuruyordu.

***

Kadınlar, AKP iktidarı ile , her şeyden önce, ekonomik bağımsızlıklarını kazanamıyor, eve mahkum ediliyorlar. Sekiz yıldır iktidarda olan AKP hükümetinde vardığımız yeri sayılarla hatırlatalım: 15 yaşın üstünde 27 milyon kadın nüfusumuz var.Ama bunların ancak 7,5 milyonu yani yüzde 29’u işgücüne dönüşebiliyor, kalan 19,5 milyon, evlere tıkılıyor. İş bulmaya çıkan kadın da hemen iş bulamıyor. 1 milyona yakını “resmi” işsiz. Tarımda “ücretsiz aile işçisi” olarak çalıştırılan kadınların sayısı 3 milyon ve bunlar güvencesiz. Tarım dışındakilerin de yüzde 25’i güvencesiz. 1 milyona yakın kadın çalışanın SSK’sı yok. Böylece tarımda ve tarım dışında çalışan 4 milyon kadının herhangi bir güvencesi yok…

***

AKP, 8 yıldır işbaşında ama SSK’lı kadın ücretli oranı genelde dörtte bire bile çıkamamış. Haziran 2010’da 9,6 milyon olan sigortalıların ancak yüzde 24’ü kadın ücretli. Bazı kentlerde adeta kadınlar cezalandırılıyor , onlara iş verilmiyor. AKP’nin koyu taassubunun çöktüğü bazı iller var ki, gelişen , istihdamı artan iller ama kadına iş vermiyorlar, SSK’lı kadın ücretli oranı yüzde 13-14’lerde.

Haziran 2010 itibariyle 187 bin SSK’lı çalışanı olan Konya’da kadın ücretlilerin oranı yüzde 14 bile değil. 151 bin SSK’lı çalışanı olan Kayseri’de yüzde 15’in biraz üstünde. Ya G.Antep’e ne demeli? SSK’lıların ancak yüzde 15’i kadın. Zonguldak maden şehri, belki kadına uygun iş yok, ya Hatay ? Kadın ücretli oranı yüzde 16. Diyarbakır’da kadın SSK’lı toplamda ancak yüzde 16,5 paya sahip. Durum, Afyon’da, Malatya’da, Sakarya’da, Hatta Balıkesir, Samsun, Trabzon’da farklı değil.




Görece yüksek istihdamı olan ama en az kadın çalıştıran 13 Anadolu ilindeki SSK’lı kadınlar, 2,3 milyon olan kayıtlı kadın ücretlilerin yüzde 10’u ancak. İstanbul, Ankara, İzmir’de de durum matah değil; kadınların oranı yüzde 27-28’i ancak buluyor. Ama yine de Konya’da Kayseri’de bunun yarısına düşmesi nasıl açıklanır?

Bu Anayasa, kadına yönelik ayrımcılığa hiçbir önlem getirmiyor, kadınların yüzde 71’inin işgücüne katılımını engelleyen şartları değiştirecek, kadına ekonomik özgürlüğünü verecek bir iyileştirme öngörmüyor. Kadına yönelik şiddetin ortadan kaldırılması ve engellenmesi de es geçiliyor. Anayasa değişikliği paketinde kadın-erkek eşitliğinin fiilen hayata geçmesi için alınması gereken sosyal, hukuksal, siyasal ve kurumsal özel önlemler ayrıntılı biçimde yer almalıydı, yok…

Kadına engelliler, yaşlılar gibi "korunmaya muhtaç kesimler" kategorisinde yer veren bir zihniyetin, kadın sorunlarında samimi olması mümkün mü? Kadınların toplumsal hayatın çeşitli alanlarında gelişimini sağlayacak, başta çalışma, çocuk-yaşlı bakımı, sağlık ve şiddetten-gericilikten korunma hakları, tüm sosyal-siyasal ve kültürel hakları, hiç biri, evet hiç biri, anayasal güvence altında değil.

O zaman kadınlar bu Anayasa’nın nesine, neden “evet” diyecekler? Dememeli, kadın kadının koluna girerek sandık başına gitmeli ve esaslı bir Hayır mührü basmalı, toprak rengi zemine. Kadını yok sayanları toprağa gömmeli.

Yarın, o gündür.

10 Eylül 2010 Cuma

‘Yetmez Ama Evet’çiler Kimlerdir?

Mustafa Sönmez

Kendilerine “Yetmez, ama Evet”çi diyorlar. Damardan ve baştan AKP’liler ile AKP destekçisi liberal solcular yan yana. İsimlerden bir bukle aktarayım da terkibe Maşallah çekin. Alfabetik sıralamada AKP ideologu Anayasa Mahkemesi raportörü Osman Can’ın bir yanında Oral Çalışlar, diğer yanında Oya Baydar var…Listeden bir demet : Adalet Ağaoğlu, Ahmet Kekeç, Alev Erkilet, Alper Görmüş, Atilla Aytemur, Avi Haligua, Aydın Engin, Ayhan Aktar, Ayşe Günaysu, Bahri Bayram Belen, Baskın Oran, Bayram Bozyel, Bülent Somay, Cafer Solgun, Celal Yıldırım, Cengiz Aktar, Cengiz Algan, Çağatay Anadol, Demiray Oral, Dilek Kurban, Emre Aköz, Erdağ Aksel,Ergin Cinmen, Ergun Özbudun, Erol Katırcıoğlu, Fadime Özkan, Ferhat Kentel, Garo Paylan, Görkem Yeltan, Gülçin Avşar, Gülden Sönmez, Gürbüz Özaltınlı, Halil Berktay, Hayko Bağdat, Hilal Kaplan, Jale Mildanoğlu, Kerem Kabadayı, Kezban Hatemi, Lale Mansur, Leman Yurtsever, Leyla İpekçi, Markar Esayan, Mehmet Altan, Mehmet Rasgelenler, Mehmet Uçum, Mithat Sancar, Mustafa Paçal, Mustafa Şentop, Necmiye Alpay, Oral Çalışlar, Osman Can, Oya Baydar, Ömer Laçiner, Perihan Mağden, Roni Margulies, Salih Tuna, Sami Evren,Seydi Fırat, Sezai Temelli, Sinan Özbek, Şahin Alpay, Şenol Karakaş, Taner Ziya Koçak, Tatyos Bebek, Tuğbay Öz, Turgay Oğur, Ümit Kardaş, Ümit Şahin, Yalçın Ergündoğan, Yasemin Çongar, Yasemin Göksu, Yıldıray Oğur, Yıldız Önen, Yıldız Ramazanoğlu, Yücel Sayman, Zaycan Akış, Zeynep Tanbay…

***

“Liberal” ya da kendini “hala” solcu, sosyalist olarak tanımlayanlar, Pazar günü oylanacak paket için “Yetmez” diyorlar ama Evet oyu kullanacaklarını da ekliyorlar. Bu gruptaki küçük bir parti EDP’nin afişine rastlamış olabilirsiniz: AKP Zihniyetine Hayır, Referanduma Evet…Nedir bu lahana turşusu, perhiz meselesi..? “Yetmez” demekle, paketteki olumlu şeylere oy verdiklerini, kalanına da güya şerh koyduklarını ifade ediyorlar. İki yüzlülük burada başlıyor işte. Aslında “şerhsiz, koşulsuz evet” diyorlar; ama mahcup ve utangaç bir şekilde...

Bir kere, “Yetmez” demek, “Daha” demektir. Yani, paketinizde olumlu şeyler var, ama keşke daha çok şey olsaydı deyip paketin içeriğine onay vermektir. Peki neye onay verdiklerinin farkındalar mı? Ya da bu paketin neler götürdüğünün farkında değiller mi? Pakette “yüksek yargı”yı tasfiye etmeye “evet” derken, bu bir yargı demokratikleştirmesidir, diyebiliyorlar mı? Demokratikleşme, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığının güçlendirilmesiyle sağlanır.Oysa pakette tam tersine , yürütmeye tabi kılma var. Yargının, siyasi iktidar üzerinde kontrol ve dengeleme görevini ifa etme yeteneğinin yok edilmesi var. Bağımlı yargı ile demokrasi olur mu? İktidarın daha da güçlendirilmesi anlamına gelen bir düzenlemeye “yetmez, daha…”denir mi? Bu nasıl solculuktur? Solcular, iktidarın merkezden yerele dağıtılmasını, denetlenebilir olmasını savunurlar, güçlenip merkezileşmesini değil.

***
“Yetmez ama evet”çiler, “boykotçular” gibi yapsalardı, bu satırları yazmaya gerek kalmazdı. Ne diyor boykotçular, BDP’liler ? Yüzde 10 seçim barajını indirmiyorsanız, Kürt meselesine bir reform getiremiyorsanız, bana hitap etmiyorsunuz, Evet-Hayır sorunuza da cevap vermiyorum, diyor. Yetmeyeni olumlamıyor. Kendi içinde tutarlı bir tavır.

Yetmez ama Evetçilerde böyle bir tutarlılık yok, gerçekte ise bütün dertleri, “Hayır” diyenlerle değil, AKP’lilerle fotoğraf karesine girmek. Ama bu fotoğrafa girerken de –şimdilik- utangaçlar, mahçuplar, pek iyi de hissetmiyorlar. Ruhsal durumlarını analiz etmeli. Bakın yukarıdaki listeye, ne göreceksiniz: Bazısı, daha baştan AKP’li. Kader ortağı olmuş AKP ile, Fetullahçılarla, dönüşü yok. Bunlar , Yetmez ama Evetçi listesine “namuslarıyla” girmişler. Peki diğerlerine ne demeli? Kimisi 12 Mart, 12 Eylül darbelerinin travmasını atamamış, yılları bulan bir depresyonla yaşıyor, “sınıfsal” olanı bırakmış, “sivil olsun da, çamurdan olsun” saplantısıyla kendine bir vizyon örmüş. Bu sivil toplumculuğu Özal ile başlatmış, RTE ile sürdürüyor. Gözü ne sömürü görüyor, ne doludizgin faşizme gidiş…Askeri vesayet kalksın ama yerine gelen? Umurunda değil. Sivil dikta dediğinde dudak büküyor. Seni Ergenekoncu, diyor. Kimisi de ahir ömründe, solcu olarak başaramadığı “düzeni yıkma”, askerlerden hesap sorma işini bugün İslamcılar yapıyor yanılsaması, zavallılığı içinde. Geçmişle ilgili takıntıları, yaşanmış ve yaşanmakta olan hayal kırıklıkları, birçoğunun gözüne perde indirmiş. Çoğu için sosyalizm, köklü bir düzen değişikliği değil artık, bir "yönetişim" imkanı… SSCB sonrası ideolojik bozgunu sömürmek için bunların bir çoğuna paye dağıtan Fethullah üniversiteleri, medyası, vakıfları, AKP'nin elindeki devlet kurumları vb., bu şaşkınları manipüle etmekte hiç zorlanmadı.

Ne denebilir ki? En azından önemli bir kısmına “Yetmez ama Evet”teki iki yüzlülük bir karakter olarak, yapışıp kalır, kolay kolay değişmez…Örtülü AKP’lilik, mahçup bir destekten arsız bir savunmaya dönüşebilir, saflarını sıklaştırıp iyice emeğin karşısına geçerler. Ya da pişkince, liberalleşmiş bir CHP bulurlarsa, oraya da tornistan yaparlar. Bu kez de CHP’ye, “Yetmez ama Evet”derler… Hiç şaşırmayın…

Not: Dünkü yazımda, yetmez ama evet listesinde görünen Av.Ergin Cinmen, tercihinin "Evet" değil, "boykot" olduğunu bildirdi.

8 Eylül 2010 Çarşamba

“Hayır”, Ekonomide Kaos Yaratmaz

Mustafa Sönmez


Hükümetin ekonomi ile ilgili bakanlarından Ali Babacan, hafta sonu Kanal 24'te katıldığı televizyon programında, 12 Eylülde yapılacak referandumun ekonomiye etkilerine ilişkin bir soruyu yanıtlarken, “Türkiye bütün bu kargaşa ortamında bir başarı adası, bir istikrar adası olarak yükselirken hayır çıkarsa birden bire kendisini geriye giden reformdan uzaklaşan bir pozisyonda görecektir..Türkiye bunun için bir bedel öder, bir faturası olur bu işin. '' demiş.
Tarzan, belli ki, zor durumda. Nabız yoklamalarından, anketlerden anlaşılıyor ki, istedikleri oranda Evet çıkmayacak. Şimdi de her fırsatta “Hayır” çıkarsa kaos olur,bedel öderiz benzeri tehditkar ifadeleri sık sık kullanmaya başladılar, daha da kullanacaklar

Oysa, soğukkanlı bir değerlendirme yapma niyetinde olanlar, Babacan’ın “istikrar adası” olarak gösterdiği Türkiye ekonomisinin bir sıcak para afyonlaması yaşadığını, sıcak paranın da yatırım yeri olarak Türkiye’yi seçiminde AKP iktidarının vazgeçilmez bir rolü olmadığını görürler. Türkiye’de , birçok ülkeye işlerin yolunda gidiyor görünmesi, sıcak paranın, yani yurtdışında yerleşik yatırımcıların tercihlerinden oluşuyor. Akan sıcak para, dövizi aşağı iterek ithalatı ve ithalata bağımlı ihracatı kıpırdatmakta, sıcak para rüzgarlı bir büyüme “akmasa da damlatmaktadır”. Referandumun sonucunun ise en azından kısa ve orta vadede sıcak para yönelişlerini değiştirmeyeceği gün gibi açıktır.

***

Kafasını Türkiye’den yer küreye çevirme basiretini gösterenler göreceklerdir ki, sıcak para için Türkiye’nin yanı sıra, Meksika, Brezilya, Malezya, G.Kore ve G.Afrika “bereketli topraklar”…

Derecelendirme kuruluşları açısından Türkiye, ortalarda bir yerde. Moody’s’in Türkiye notu Ba2, S&P’ninki BB, Fitch’inki BB+…Bu notlar, sıcak paranın girişinde etkili. Sıcak para şunun farkında ki, tüm kriz şartlarına rağmen Türkiye dolar borçlanmasını yüzde 5 dolayında faiz ödeyerek karşılıyor. Sıcak paranın 2010’un ilk 8 ayında ne kazandığını sayılarla ifade edelim de, sıcak paranın referanduma mı, sağladığı getiriye mi önem verdiği anlaşılsın.




Sıcak paranın 2009 sonunda yaptığı yatırım, 3 Eylül itibariyle borsaya yatırım ise TL bazında yüzde 15,5, dolar bazında yüzde 14,5 kazandırdı. Devlet tahviline yatırım yapıldıysa , TL bazında yüzde 5,6, dolar bazında yüzde 5’e yakın faiz elde edildi. Yatırım repoya ise TL bazında yüzde 4, dolar bazında yüzde 3 kazanıldı. Böyle kazanan bir sıcak para, Anayasa değişikliğine Hayır çıktı diye niye çekip gitsin?

Sıcak para, bugün elde ettiği bu getirilerin azalıp artması ile ilgilidir. Onun için önemli olan, getirisinde bir aşınma olup olmadığı ve dışarıda ona daha cazip bir seçeneğin ortaya çıkıp çıkmamasıdır.

***

27 Ağustos itibariyle, iyi paralar kazanan sıcak paranın borsa ve devlet kağıtlarındaki yatırım toplamı 85 milyar dolara çıkmış durumda. Banka mevduatı olarak da yabancıların 30 milyar doları Türkiye’deki bankalarda. Toplamı 115 milyar doları bulan bu sıcak paranın, referandumda çıkacak bir “Hayır” ile çekip gitmesi söz konusu olabilir mi? Tabi ki hayır. Sıcak para ve onların görüşlerine itibar ettikleri derecelendirme kuruluşları, IMF analistleri, bu referandumdan “Hayır” çıkmasının ardından iktidarın değişmeyeceğini, ekonomi politikalarda ani bir değişim yaşanmayacağını biliyorlar. 2011’deki genel seçimin öne çekilmesi muhtemel. Ve buna dönük olarak da mali kuralı erteleyen AKP iktidarının daha gevşek bir maliye politikasına yöneleceği de sır değil. Bunun da başta enflasyon hedefini sulandırması, kamu borç stokunu kabartacağı, bütçe açığına yol açacağı biliniyor. Ama, bütün bunlara rağmen, sıcak para yatırımcıları, gidilebilecek muhtemel ülkelerle kıyaslayarak kararlarını veriyorlar. Dünyanın şu kış gününde, bir hayır çıktı diye 13 Eylül sabahı bir yere gitmezler, kaos filan da olmaz…Kimse, AKP’nin oyununa gelmesin…

6 Eylül 2010 Pazartesi

Sıcak Paracı Bakan Palavraları…



Mustafa Sönmez

Dünyada, özellikle Avrupa’da ekonomi sarpa sarıp ikinci bir dip korkusu her yeri sardıkça, borsaya, devlet kağıtlarına yatırım yapan kısa vadeli yatırımcı, “sıcak para sahipleri” için Türkiye pek revaçta olan ülkelerden biri. Birçok ülkeye göre bütçe açığı henüz büyümemiş, kamu borç stoku henüz tehlike sınırına gelmemiş, faiz getirisi yüksek, sıcak paraya karşı da hayli davetkar ülkelerden biri Türkiye. Onun için her hafta biraz daha sıcak para geliyor. 27 Ağustos tarihi itibariyle borsada 54 milyar dolar, devlet kağıtlarında 31 milyar dolar “yurtdışı yerleşiklerin” yani sıcak para sahiplerinin yatırımı vardı. Bu 85 milyar dolarlık stoka, 30 milyar dolarlık yabancıların banka mevduatlarını da eklersek, sıcak para stokunun 115 milyar dolara ulaştığını söyleyebiliriz.

Ekonomi, her hafta biraz daha artan sıcak para girişi ile afyonlanmış durumda. Sıcak para aktıkça, döviz kuru da aşağı iniyor, dolar, 1.50 TL’nin altına doğru gidiyor. Döviz ucuzladıkça ithalat hızlanıyor. İlk 7 ayda ithalat 100 milyar doları bulurken ihracat 65 milyar dolarda kaldığı için daha ilk 7 ayda 35 milyar dolar dış ticaret açığı ortaya çıktı. Bu, doludizgin bir cari açığa gidiş demek. Ama, ekonomiyi yönetiyormuş gibi yapan AKP’li bakanlar bu afyonlanmış ekonominin sarhoşluğundan ayılıp olan biteni sağlıklı bir biçimde analiz etmek yerine, sıcak parayla onlar da afyonlanıp yaşanan “serap”ı, bir Türkiye gerçeği, bir büyüme mucizesi gibi takdim ediyor, palavralarıyla ortalığı kasıp kavuruyorlar.
***
Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, geçtiğimiz hafta birçok TV yayınınıda katıldığı toplantılarda, 2010’da ilk yarıda büyüme hızının-6 aylık- yüzde 10’u bulduğunu söyledi ve bunun OECD ülkeleri rekoru olduğunu öne sürdü. İkinci çeyrek, ya da ilk yarı büyüme verileri 14 Eylül’de açıklanacak, ama Şimşek, sonucun kokusunu almış belli. 2010’un ilk yarısında büyümenin yüzde 10 olması demek, ilk çeyrekte yüzde 11,7 büyüyen ekonominin, ikinci çeyrekte yüzde 8,5 büyümesi demek. Eğer bu doğruysa, ilk yarının büyümesi de yüzde 10’u bulur.
Bulur bulmasına da yüzde 10 büyümenin nesi sevindirici,eğer 2009’da yaşadıklarınızı hatırlarsanız…


Kaynak;TÜİK ,milli gelir veri tabanı, 2010,ilk yarı verisi yüzde 10 tahmindir

Sıcak para mahmuru Bakan Şimşek şunu unutuyor:2009’un ilk yarısında ekonomi yüzde 11 küçülmüştü. 2010’da , bu küçülen milli gelir pastası yüzde 10 oranında büyütülmüşse, bunda sevinilecek bir durum yok. Çünkü o eksilen pastanın yeniden büyütülmesine karşın, 2008’in ilk yarısındaki, yani kriz öncesindeki pasta büyüklüğüne ulaşılamıyor. 1998 sabit fiyatlarıyla ifade edersek, 2008’in ilk 6 ayında yaklaşık 50 milyar TL olan milli gelir üretimi, kriz yılı 2009’un ilk yarısında 44 milyar TL’ye düştü,yani 6 milyar TL’lik küçüldü. 2010’un ilk 6 ayında ise ancak 49 milyar TL’ye yaklaşıyor. Yani, 2 yıl öncesini yakalayamıyor bile. Sıcak para sarhoşluğundan unutulan bir şey daha var. 2008’den bu yana nüfus yılda yüzde 1,5, yani her yıl 1 milyon kişi artıyor. Dolayısıyla 2008’in pastasına ulaşsanız bile, bu pastayı , nüfusa eklenen 2 milyon kişi ile daha paylaşmak durumundasınız. Özet: Yüzde 10 büyüme bile krizde kaybettiklerimizi geri getirmiyor, tersine artan nüfusla birlikte düşünürseniz, yoksullaşmış durumdayız.

***
Bakan, konuşmalarında istihdamın arttığını iddia ediyor ama işsizler ordusunun 2008 ortasında 2 milyon 168 bin iken 2010 ortasında 2 milyon 846 bin olduğunu yine sıcak para mahmurluğundan olsa gerek unutuyor. Resmi işsizlik oranını aynı dönemde yüzde 9’dan yüzde 11’e çıkarak 2 puan arttığını nedense hatırlamıyor.

Bakan, merkezi bütçenin Ağustos sonuçları açıklandığında fazla vereceğini söylüyor. Ama bunun sıcak paranın patlattığı ithalattan, tüketici kredisi, kredi kartı ile kışkırtılan tüketim vergilerinden, ÖTV, KDV artışlarından ileri geldiğini nedense göremiyor…

Sıcak para afyonlamasından bulutların üstünde gezinen ve her fırsatta palavralar sıkan Bakan, sıcak paranın mest ettiği borsa manzaralarını da referandumdan çıkacak evetlere bağlıyor ve 4 Eylül’de Batman’da NTV’ye yaptığı açıklamada şöyle diyor; 'Kamuoyu yoklamaları yapılıyor sık sık, bunu piyasa oyuncuları takip ediyor…yüzde 60'ları aşan bir 'evet' falan, şu anda fiyatlanmıyor; fiyatlanan şey; yüzde 50-55 aralığında bir evet. Bu yeterli. Çünkü dikkat edin referandum süresince AK parti oy oranını artırmıştır. Bu da geleceğe ilişkin istikrarlı bir hükümet, sağlıklı politikaların devamı anlamında çok güçlü bir mesaj, bu olumlu bir durum, piyasa açısından baktığınızda.” Aynı habere göre, Şimşek, tersine bir sonucun çıkmasının da ekonomiyi, beklentileri olumsuz etkileyebileceği görüşünü dile getirmiş.

Bu da tehditçi Başbakan’ın hık deyicisinin aba altından sopa göstermesi…



4 Eylül 2010 Cumartesi

Medya-Kültürde Reklam, Sponsor Hakimiyeti

Mustafa Sönmez

Kaçımız son zamanlarda bir CD satın aldık, ya da biz değil de çocuğumuz harçlığı ile CD alıyor mu ? Kaçımız kalbur üstü filmleri, TV ekranlarına düşmesini beklemeden, büyük bir iştahla sinema salonunda seyrettik ? Ya da DVD’lerini “korsan” olup olmadığına bakmadan almamazlık ettik? Artık kaçımız birkaç gazete-dergiyi parasını vererek satın alıyor ve kağıda dokunarak okuyoruz? Kaçımız, tuttuğumuz takımı seyretmek için statlara koşuyoruz ? Samimi olarak cevaplayalım: Çok azımız…Nedeni ? Üşengeçlik de var ama, tabi ki o değil asıl neden. Esas neden şu: Hemen hemen bütün medya-kültür ürünlerini artık beleşe elde etme fırsatını teknoloji bize sunduğu için…

***

Biliyoruz ki, müzikten sinemaya, gazete-dergiden futbola kadar birçok medya-kültür ürünü, ulaşılan teknolojik gelişmeler sonucunda alışılagelmiş kanallar dışına da taşındı. TV kanalları, vizyondaki filmleri, çok geçmeden evdeki ekrana taşıyor. Belki araya reklam kuşakları giriyor, ama çoğumuz şikayetçi değiliz… Televizyonun, müziğe ve sinemaya yaptığı bu azizliğe çok geçmeden diğer “dijital kanallar”ın yaptıkları eklendi. İnternet, GSM şebekeleri, dijital müzik çalarlar gibi bir dizi alan yeni taşıyıcılar. İstediğimiz filmi, müziği- yasal ve etik olmasına pek aldırış etmeden- internetten indirebiliyoruz. Futbol takımımızın maçını, şifreli kanala para vermeyi göze alamıyorsk da, özetleri birçok kanalda seyredebiliyoruz . Neredeyse tüm günlük gazetelere internetten bedava ulaşabiliyoruz.

İrili-ufaklı bütün medya-kültür sektörü, parasıyla satamadığı, teknolojinin “meta” olmaktan neredeyse çıkardığı bu ürünlerin üretimini nasıl devam ettireceğinin, bunları yeni bir meta haline nasıl getireceğinin yollarını araştırıyor. Fikir hak sahipleri, ne kadar hukuk ile ürünlerinin taklidi, korsan üretimi ve satışı ile mücadele ederlerse etsinler, teknoloji ile baş edemiyor. Sadece bir örnek: Müzik ürünlerinin metaya dönüşerek “paraya tahvil” edilmesi mümkün potansiyelinin, ancak yüzde 20’si para olarak bu işe emek koyanlara geri dönüyor. Çin’de bu oran yüzde 5’e kadar düşüyor.

***

Gazete-dergi, sinema filmi, müzik ürünü, hatta seyirlik futbolu “parasıyla satmanın” devri geçiyor. Bu ürünlerin taklidinin, korsan üretim ve dağıtımının önüne geçmek kolay değil, neredeyse gerekli de değil. Yeni trend, bu ürünlerin bizatihi satışından para kazanmanın peşini bırakıp, bu ürünlerin daha çok sayıda tüketiciyle buluştuğunu kanıtlamak ve bu kanıtla reklamverenin kapısını çalmak. ürünün bir yerine reklam almak, ek olarak, reklamın başka bir biçimi olan “Sponsorluk” mekanizmasını da kullanarak bu medya-kültür ürünlerinin üretilmesini ve tüketici tarafından tüketilmesini sağlamak. Evet, yeni trend, ya da medya-kültür alanını yeniden metalaştırmanın yolu bu…

Şifresiz TV kanalları zaten maliyetlerinin bir kısmını bu yolla, yani reklam geliri ile karşılamaya çalışıyorlar. Gazeteler, -en azından bizde- çok ucuz. 50 kuruşa 40 sayfa gazete olur mu? Ama birkaç yüzbinlik tiraja ancak bu fiyatla ulaşılıyor. Ulaşılan bu tiraj da reklamı getiriyor. Yazılı ve görsel medyadaki giderlerin reklam geliri ile karşılanmayan kısmı, kanalına göre politik ve-veya ekonomik patronajca karşılanıyor, karşılığı da medya dışı ekonomik ve politik alanlardan sağlanan dışsal faydalarla tahsil ediliyor.

Artık sinema filmi, sadece sinema salonlarında gösterilmek üzere planlanmıyor, sinemanın ardından TV kanallarında gösterilme ihtimali ve onun geliri düşünülerek bütçeleniyor, çoğu filme önce sponsor bulunuyor. Özellikle TV dizileri ve filmleri büyük ölçüde sponsor katkıları ile üretiliyor.

Ne kadar direnirse dirensin , artık müzikte de bu trend hakim olacak. Müzik eserleri, sponsor ilişkileri ile birlikte tasarlanacak. Neredeyse, sponsor bulmadan albüm çıkaramayacak sanatçılar, prodüktörler. Bedava dinletilecek müziğin, müzisyenin bir yerlerine de reklamın mesajı asılı olacak tabi ki…

Futbolda flaş transferlere, önce sponsor bulunuyor. Antalyaspor’un isminin başına adını yazdıran AKP’li Medikal Park’ın Beşiktaş’ın İnönü Stadı’nın ismine talip olma cüretini gösterdiğini, geçtiğimiz günlerde CNBC-e’de, ilgilisini dinlerken öğrendim. Muhterem, İnönü Stadı’nın denize bakan cephesine otel yapma izni verilmesi halinde bu proje ile ilgilendiklerini anlatıyordu. Neler dönüyormuş bizim camiada meğer…

***

Bütün bunlar ne demek? Her tür medya-kültür ürünü, tüketici için bedavalaşıyor ama bu kez başka tür bedel istiyor bu değişim. Artık medya-kültür ürünleri, bizatihi sanat, kendisini, reklamverene beğendirme mecburiyetinde. “Digital öncesi” dönemde daha çok sayıda tüketicinin birinci elden “para”sının , beğenisinin eleğinden geçen kültür ürünleri, yeni dönemde yerini daha az sayıda , güçlü reklamverenin hükümranlığına bırakıyor. Ya da onların önceki dönemde de var olan “tek seçici”likleri iyice pekişiyor. Sanatın diğer dallarının ,edebiyatın, tiyatronun, resmin ve diğerlerinin akıbeti de farklı olmayacağa, sanatın tümüne reklam-sponsor ilişkisinin damgasını vuracağı söylenebilir.

3 Eylül 2010 Cuma

Dış Ticarette Pazarlar Değişiyor mu ?

Mustafa Sönmez

Küresel krizin etkisiyle 2009’da yüzde 27 daralan Türkiye’nin dış ticareti, 2010’da yeniden eski hacmine ulaşmaya çalışıyor. İlk 7 ay itibariyle bakıldığında da 2010’un dış ticareti 2009’un aynı döneminin yüzde 20 önünde ama kriz öncesinin yani 2008’in ilk 7 ayının henüz yüzde 25 gerisinde. Küresel kriz, Türkiye’nin ihracat ve ithalat pazarlarında da bazı değişimler yarattı. AB-27 pazarı ile olan dış ticarette bazı değişimler yaşanıyor. AB7nin tedarikçisi rolünü üstlenmiş Türkiye’nin, 2007’nin ilk 7 ayında AB-27’ye ihracatının, toplamdaki payı payı yüzde 57 gibi önemli bir yerdeydi, diğer Avrupa ülkeleri ile birlikte oran tüm Avrupa için yüzde 68’e çıkıyordu. 2009 krizinde daralan AB pazarıyla, ihracat da düştü. AB’den siparişler azaldı ve Türkiye ihracatındaki payı yüzde 44’e kadar düştü.

2009’un ikinci yarısından başlayarak Türkiye ihracatı kendini toparlamaya çalıştı. 2010’un ocak-temmuz dönemi ihracatı 65 milyar dolara, yani 2009’un ilk 7 ayının yüzde 13 üstüne çıkmış durumda. Ama, AB pazarındaki kayıp yakalanabilmiş değil. AB-27’ye yapılan ihracat, toplamda payını ancak yüzde 46’ya çıkarabildi. İlk 7 ay itibariyle Türkiye, AB’ye 2007’de 33, 2008’de 40 milyar dolarlık ihracat yapabiliyordu. 2009’da bu tutar 25 milyar dolara kadar geriledi. 2010’un ilk 7 ayında da ancak 30 milyar dolara çıkmış ihracat. Yani AB pazarından kayıplar telafi edilebilmiş değil.




Türkiye, AB pazarından kayıplar verirken AB için pazar olma durumunda, yani ithalatta ne halde ? Türkiye’nin ithalatında AB’nin payı kriz öncesi ve sonrasında yüzde 38-41 bandında değişim gösterdi. 2010’un ilk 7 ayında ise AB ülkeleri Türkiye’ye 38,8 milyar dolarlık mal satmışlar yani 100 milyara yaklaşan ithalatın yüzde 38,8’ini gerçekleştirmişler. Peki Türkiye-AB arasındaki dış ticaret farkı nasıl seyrediyor. 2007’de Türkiye, AB’den yaptığı ithalatın yüzde 88’ini yine AB’ye yaptığı ihracatla karşılıyordu. İzleyen yıllarda durum böyle devam etmedi, AB’den ithalat daha az düşerken ihracat daha hızlı düştü ve Türkiye’nin, AB ithalatını ihracatla karşılama oranı yüzde 77’ye kadar düştü.

AB, Türkiye ithalatında yüzde 40 gibi bir payla ilk sırayı korurken Türkiye’ye enerji ve ara malları ihraç eden Rusya, İran, Çin, G.Kore gibi Asyalı ülkelerin ithalat payı yüzde 22’yi buldu.



Türkiye , AB’den ithalat oranını pek değiştiremezken ihracattaki kaybını başka bir pazardan telafi edilebildi mi?

AB pazarının bir kısmının, “Doğu”dan, yani, yakın ve orta doğu , bazı Afrika ülkelerinden ve diğer Asya ülkelerinden biraz da olsa kapatılabildiği görülüyor.

Başka bir ülke kategorisi ile bakıldığında İslam ülkeleri ile olan dış ticaretin kriz döneminde bir değişim yaşadığı görülüyor. İslam Konferansı Teşkilatı ülkelerine olan ihracatın Türkiye ihracatı içindeki payı 2009 ve 2010’da 6 puan dolayında artmış durumda. Yine bu ülkelerden yapılan ithalatın payında da 3 puan artış var.

Özetle, kriz sonrası, AB’den ihraç pazarı kaybı yaşandığını ama AB’den yapılan ithalatın pek tempo kaybetmediği görülüyor. Türkiye’nin AB tedarikçisi olma rolü, krizle az da olsa iddia kaybetmiş. Buna karşılık ihracatta, uğranılan pazar kayıplarının İslam ülkelerinden belli ölçüde telafi edildiği görülüyor. İslam ülke pazarlarından pay almada AKP’nin siyasi-diplomatik atakları ne kadar etkili oldu, bilinmez ama unutmamak gerekir ki, Türkiye’nin girmek istediği bu pazarlar, Çin, G.Kore, Hindistan gibi Asyalılarının da kapmaya çalıştığı pazarlar. Türkiye’nin rekabet gücü yeterli değilse, siyasi etkenler çok uzun süre etkili olmaz, buralarda kazanılmış görünen mevziler orta vadede kaybedilebilir.

1 Eylül 2010 Çarşamba

Dış Açık Gümbür Gümbür…

Mustafa Sönmez

Temmuz ayının açıklanan dış ticaret verileri ile birlikte ilk 7 ayın dış ticaret fotoğrafı da ortaya çıktı. İhracat, ithalat ve aradaki farkı oluşturan dış ticaret açığı. 2009 kriz yılının ardından gümbür gümbür bir ithalat patlaması ve bunu karşılayamayan ihracat sonucu yine gümbür gümbür büyüyen bir dış ticaret açığına işaret ediyor. Öyle ki, bu yılın ilk 7 ayında ulaşılan ithalat ve dış ticaret açığı patlaması , 2003-2010 dönemindeki AKP iktidarının sadece 2008 Ocak-temmuz peryodunda görülmüştü. O yıl büyük bir cari açıkla sonuçlanmış ve son çeyrekte hatırı sayılır bir sıcak para çekilmesinin de etkisiyle krize sürüklenilmiş , 2009’da ekonomi yüzde 5’e yakın küçülmüştü.



Kaynak:TÜİK, Dış ticaret veri tabanı

Bugünkü gidişat nereye ? Açıkça görülüyor ki, yüzde 5’e yakın 2009 küçülmesinin ardından başlayan yeni büyüme ivmesi, yapısal özelliğinden dolayı, yine ithalata dayalı bir büyüme ve yine ithalata bağımlı bir “çakma ihracat” ile ilerliyor. Ama, büyüme adına ne kaydediliyorsa, geride ciddi bir dış ticaret açığı, akabinde de döviz açığı, yani büyük bir cari açık bırakıyor. Bu cari açığı kapatmanın tek kanalı olarak ulanılan ise sıcak para…Ağustos sonu itibariyle 100 milyar dolara kadar tırmanan sıcak para girişi, bu çarpık ve o kadar da kırılganlaştıran süreci besliyor. Dünyada, özellikle AB ve ABD’de yaşanan resesyon, hatta ikinci bir dip yapma ihtimali ile Türkiye gibi, henüz büyük bütçe açığı ve tehlikeli kamu borcu stoku oranlarına çıkmamış ülkelere sıcak para oluk oluk geliyor. Sıcak paracılar, buralarda hem manevra alanı buluyor hem de görece cazip faiz. Sıcak para oluk oluk aktıkça, döviz kuru da aşağı iniyor, en azından olması gerekenin çok altında kalıyor.Bu da gümbür gümbür ithalata yol açıyor. Yatırım malından tüketim malına kadar her şey ithal ediliyor. İhraç ürünlerin üretiminde kullanılan girdiler, yüzde 70’e varan oranlarda , yerli piyasa yerine daha az maliyetli hale geldiği için dışarıdan, özellikle Çin’den, G.Kore’den,Hindistan’dan , öteki Asya ülkelerinden getirtiliyor. Bu girdilerle yapılan “çakma ihracat”ın geliri, ithalat faturasının yüzde 65’ini bile karşılayamayınca ortaya devasa dış ticaret açığı çıkmaya başladı yine. İlk 7 ayda ithalat 100 milyara yaklaşırken ihracat 65 milyar doları bile yakalayamadı, dolayısıyla dış ticaret açığı şimdiden 35 milyar dolara merdiven dayadı.

***

Dokunulmayan sıcak para girişi ile ucuzlayan kur, Türkiye’de üretilen birçok ara malı ve tüketim malının bile ithalatına yol açıyor. Bu yılın ilk 7 ayında 100 milyar dolara yaklaşan ithalatta ara mallarının oranı yüzde 72,4’e yaklaşıyor. Bunun içinde Türkiye’nin pamuğunu, ipliğini, madenini kullanmak yerine daha ucuza getirildiği için Asya’nın kullanılan ara malları var. Yine ilk 7 ayda 13 milyar dolara yakın tüketim malı ithalatı yapıldığı görülüyor. Bu tüketim mallarının çoğu ya yapılmasa da olur ya da Türkiye’de üretilen ürünler, dolayısıyla haybeye, şımarık ithalat. Sözkonusu ithalat patlamasının içerideki yerli üreticiye kepenk indirdiğini ve bu gümbürtüyle daha çok indirteceğini yine tekrarlayalım. Her kapanan ya da daralan işletme ise yeni işsizler demek, iş bekleyen işsizlerin yüzüne kapanan kapılar demek.

Sıcak para ile afyonlanmış ekonomiyi, her şeyin yolunda gittiğinin hülyası olarak görenler, büyüyen döviz açığı ile, bağımlı hale geldikleri sıcak para bir sabah çekip gittiğinde, altlarından sandalye çekilmiş gibi yere çakılacaklar. Gidişat tam manasıyla bu yönde. Temmuz sonunda ortaya çıkan bu vahim manzarayı kim hayra yoracak, çok merak ediyorum.