Sayfalar

31 Mart 2010 Çarşamba

İki Krizin Çizgileri

Mustafa Sönmez

31.03.2010, Çarşamba
Bu satırları, bugün saat 10’dan sonra okuduğunuzda, TÜİK’ten aktarılan haber bültenlerinden, aşağıda yer alan grafikteki 2009’un son çeyreğinin yüzde 3,7’lik büyüme tahmini verisinin gerçeğini öğrenmiş olacaksınız. 2009’un ilk çeyreğinde yaşanan yüzde 15’e yakın tarihi çöküşün ardından yüzde 8’e yaklaşan ikinci çeyrek küçülmesini yüzde 3,3’lük küçülme izlemişti. Bugün açıklanan dördüncü çeyrek, eğer tahmin ettiğimiz gibi yüzde 3,7’lik büyüme ile sonuçlanmışsa, 2009’un toplam küçülmesi yüzde 5,5 olarak gerçekleşti demektir. Eğer bu tahmin doğrulanırsa, 2009’un son “toparlanma” çeyreğinde, 2008’in 2. çeyreği kadar ulusal gelir üretildi demektir. Yani, 1998 fiyatlarıyla 25,2 milyar TL’lik…



Güncel soru ise şu: Bugün tamamlanan 2010’un ilk çeyreğinde büyüme ne oldu? Maliye Bakanı’nın iddiasına göre iki haneli büyüme yaşanmış olabilir. İki haneli de, ne kadar? Bunu ancak 30 Haziran’da öğrenebileceğiz.

İlk çeyrek büyümesi 2 haneli olabilir, çünkü, kıyaslanan 2009’un ilk çeyreğinde ulusal gelir üretimi sabit fiyatlarla 21 milyar TL’nin altına düşmüş ve 2008 ilk çeyreğine göre yüzde 15’e yakın gerilemişti. Şimdi kıyaslanacak olan bu çöküş, dibe vuruş noktasıdır. Buna baz etkisi denir. Bu kadar diple kıyaslandığında iki hane ile ifade edilebilir 2010 çeyreği. Burada önemli olan sabit fiyatlarla oransal büyüme kadar, mutlak fiyatları da dikkate almak gerekir. 2010 ilk çeyreğinde yüzde 10 kadar bir büyüme olduğunu varsaysak bile ulaşılmış ulusal gelir, ilk çeyrek için 23 milyar TL’ye yakın olacaktır. Bu ne demektir? Bu, yüzde 10 büyümeye rağmen, krize girilen 2008 son çeyreği kadar bile bir büyüme sağlanamaması demektir. Krizden çıkmak demek, en az 2008 üçüncü çeyreği kadar ulusal gelir yaratmak olmalı. O da 28 milyar TL’lik ulusal gelire , ya da yüzde 34 büyümeye ulaşmak demektir ki, imkansız !...

Kriz öncesini yakalamanın ne kadar zaman alacağını anlamak için 2001 krizini anımsamak yerinde olur.Bakın ne olmuştu 2001’de ?



2001 krizinin en kötü çeyreği dördüncüsüydü ve 17 milyar TL’lik ulusal gelire düşülmüştü. 2002’nin ilk çeyreğinde 15 milyar TL’lik ulusal gelire düşülmekle beraber, bu 2001’in ilk çeyreğine göre yüzde 0,3 büyüme demekti. Toparlanma diğer çeyreklerde gelen ulusal gelir artışlarıyla ancak mümkün oldu ve 2002 üçüncü çeyreğine gelindiğinde ancak, 2000’in aynı tarihindeki ulusal gelir yakalanmıştı. Ama unutulmasın, bu iki yılda nüfus, ortalama yılda yaklaşık yüzde 1,7 dolayında artmıştı ve ulusal gelir pastası, artan nüfusa bölündüğünde, dilimler ister istemez azalmıştı. Bir de unutulmasın ki, Türkiye 2001 krizini yaşadığında dünyada hava günlük güneşlikti. 2001 krizi, sıkı IMF reçeteleri ile istikrar sağlanır sağlanmaz sıcak para akışı ve onunla yapılan üretimin ihraç edilmesiyle aşıldı. Bugün ise dünyada, özellikle Türkiye’nin ihraç pazarı AB’de hava bir türlü açmıyor.

Akılda tutulması gereken iki şey daha var; Krizden çıkış hesapları yaparken, oransal artış, azalışların yanında sabit fiyatlarla ulusal geliri dikkate almalı bir; geçen zaman içinde nüfustaki artışı da dikkate almalı, iki…

29 Mart 2010 Pazartesi

Medyada, Borsada Kimin Eli Temiz ki?

Mustafa Sönmez

29.03.2010, Pazartesi
Sermaye Piyasası Kurulu Başkanı Vedat Akgiray, portföyü olan, borsada yatırımcı şapkası bulunan gazetecileri “tesbit ettiklerini!” belirtmiş ve bunu pek etik bulmamış. Akgiray’ın bu teşhisini pek yerinde bulan ve “hodri meydan” çeken bir dizi de “kanaat önderi” çıktı ortayaMedyayı istismar eden, medyadaki konumundan dolayı çıkar sağlayan sadece portföy sahibi gazeteciler, köşe yazarları mı? Peki medyayı, medya dışı bankaları, şirketleri için tepe tepe kullanan bizzat medyanın patronları ne oluyor? Ya , yandaş medya oluşturarak baskıcı islami toplum modellerini inşa etmeye çalışan AKP, tarikat-cemaat liderleri ? Reklamveren güçlerini kullanarak medyada istedikleri haberleri istedikleri biçimde dikte eden şirketler ?...Bunlara ne diyeceksiniz ? Bunların medya sahipliği, medya hakimiyeti üstünden sağladıkları çıkarlara, borsayı manipüle etmelerine nasıl engel olacaksınız?

***

Ortada gayri ahlaki bir durum varsa, bu borsa yatırımcısı şapkası da olan gazeteciden, köşe yazarından kaynaklanmıyor sadece; balık baştan kokuyor. Bizzat medyanın patronları, borsa yatırımcısı. Öncelikle onların şirketlerinin kağıtları borsada alınıp satılıyor ve o hisseler kendi medyalarında allanıp pullanıyor. Hangi medya grubunu alsanız, borsada medya ve medya dışı şirketleri var. Sırayla gidelim;

AKP iktidarının hışmına uğrayıp sarsılsa da medyanın en büyüğü Doğan Grubu’nun önce Holding firması, amiral şirketi Petrol Ofisi, medya kuruluşları Doğan Yayın Holding, Doğan Gazetecilik, Hürriyet, Doğan Burda, sonra, turizm şirketi Milpa, sigorta şirketi Ray Sigorta’nın kağıtları borsada alınıp satılıyor…
Medyanın bir diğer büyüğü Çukurova’nın amiral şirketi Turkcell, borsanın en gözde kağıtlarından birinin sahibi. Kıran kırana bir rekabetin yaşandığı iletişim sektöründe Çukurova Grubu TV kanalları Show Tv, Lig TV ve diğerleri, yazılı basını, Turkcell ile kader ortaklığı yapıyorlar. Medya sektöründeki açıklar Turkcell’den kazanılan paralarla kapatılıyor…

NTV,Cnbc-e gibi haber kanallarının sahibi Doğuş Grubu’nun amiral firması da Garanti Bankası ve diğer finans yatırımları..Yanı sıra Doğuş Otomotiv, İstinye Park gibi yatırımlar var…Doğuş medyası da , Garanti’nin ve diğer grup şirketlerinin borsadaki performansını çok yakından izlerler ve duyarlıdırlar.

Ana faaliyeti enerji ve madencilik olan Habertürk Grubu’nun patronu Turgay Ciner’in borsaya kote şirketi Park Elektrik…Ciner’in, medya dışı şirketlerinin performansı önemli ve medya grubunu, bu performans yakından ilgilendirir.

***

Gelelim, AKP yandaşı , tarikat-cemaat medyasının durumuna…Kanaltürk, Bugün TV kanallarının, Bugün gazetesinin sahibi İpek Ailesinin borsada İpek Matbaacılık, Koza Madencilik, Koza Altın şirketlerin hisse senetleri alınıp satılıyor.

TGRT televizyon ve gazetesinin sahibi Enver Ören'inİhlas Holding’i, İhlas Ev Aletleri , Kristal Kola şirketleri borsada kayıtlı.

Başbakanın damadı Berat Albayrak’ın CEO’su olduğu Çalık Grubu’nun yatırımları ağırlıkla enerji, tekstil sektörlerinde. Sabah-ATV grubunu, kamu bankalarından finanse ettirerek Çalık Grubu’na TMSF’den aktaran Başbakan Erdoğan, ihalesine –nedense-hiçbir iş adamının girmeye cesaret edemediği bu medya grubunu şimdi tepe tepe kullanabiliyor. Sabah-ATV, faaliyet zararlarının finansmanı için Çalık’ın işlerinin rast gitmesine duacı; her sayfası, her ekranı Çalık şirketlerinin promosyonuna feda…

Yeni Şafak gazetesinin, Tv net kanalının sahibi Albayrak; Fethullah Cemaatinin Zaman’ı, Samanyolu, Meltem TV’si hangi kaynakla çevriliyorlar sizce ? Gazete satışı ve reklam gelirleri ile mi? Güldürmeyin kargaları…

Bir daha tekrarlayalım; Medya yatırımından para kazanılmaz; medyaya harcanan para, ekonomik olarak medya dışı şirketlerin – borsayı da manipüle ederek- para kazanması için bir “yatırım”dır. Siyasi olarak da medyaya yatırım, politik hedefler için bir tür “askeri harcama”dır.Bu yatırımın maliyetini en aza indirmek için de borsayı manipüle eder medya sahipleri. Bunu yapanların elini kolunu tutmayı nasıl başaracak SPK başkanı, merak ediyorum…Yapı çürük, yapı!...

***

Tehdit ve şantaj, bu iktidarın karakteri. Başbakan önüne geleni tehdit ediyor. Hoşuna gitmeyen yazılar yazan köşe yazarlarını (tezgahtarları), dükkan sahibi medya patronlarına şikayet ediyor ve “atın onları işten” diye aba altından sopa gösteriyor. Ekonominin gidişatı ile ilgili nahoş şeyler yazan ekonomi köşe yazarı mı oldu, ben izleyemedim, belli ki, portföy sahibi olduğu, gazetelerden TV kanallarından iyi kazandığı da belli olan birilerine gelmiş tımar sırası…Buna da Bakan Babacan efendiden başlayarak SPK Başkanı memur edilmiş. Sanırsınız ki, medya ve borsa gül bahçesi de orayı pisleten sadece birkaç fırsatçı gazeteci-yazar…

Tut kelin perçeminden…

27 Mart 2010 Cumartesi

Daha Az İşçi, Daha Düşük Ücret de Krizden Çıkarmıyor…

Mustafa Sönmez

27.03.2010, Cumartesi
Alavere,dalavere, Kürt Memet Nöbete!...Kapitalizmin bu değişmez krizden çıkma oyunu, yine tekrarlanıyor. İşverenler, bir yandan çalışan sayısını azaltarak ,bir yandan da ücretleri azaltarak maliyetleri düşürüyorlar; bu avantajla rekabet gücü edinip kaybettikleri pazarları, ciroları, dolayısıyla karları yeniden yakalama peşindeler. Ama,bu vahşi sömürüye rağmen, hala kapasite kullanımı yüzde 68’in üstüne çıkamıyor. Toparlanma patinaj yapıyor.

TÜİK, 2005 yılı baz(=100) alındığında, üretimin 2008’e kadar tırmanarak yüzde 13 arttığını saptamıştı. Aynı dönemde imalat sanayinde çalışan sayısı , aynı oranda olmasa da, yüzde 6 artmıştı. 2009 krizinde, sanayi üretimi 2008’e göre yüzde 13’e yakın azaldı. Yani 2006’daki düzeyine geriledi. Sanayici işverenler, vakit kaybetmeden, iç ve dış talepte yaşanan daralmayı hemen istihdama, çalışanlara yansıttılar. Birincisi, çalışan sayısını azalttılar. İşten çıkarmalarla, imalat sanayiinin istihdam seviyesi, 2008’e göre yüzde 10 azaltıldı. 2009’da istihdam, 2005’teki düzeyinin yüzde 5 altına düştü.



Kriz öncesi 2008 ve kriz yılı 2009 , mevsimler ya da çeyrekler itibariyle analiz edildiğinde, sanayi üretiminin 2008’in son çeyreğinde düşmeye başladığı ve 2009 ilk çeyreğinde dibe vurduğu görülüyor. Bu sırada sanayici işverenlerin istihdamı da hızla azalttıkları gözleniyor.

2009’un ikinci çeyreğinden itibaren ise üretim görece toparlanmaya başladı ama bu, istihdam artırılarak, işten çıkarılanları yeniden işe alarak değil, tersine elde kalan işçilerle yapıldı. 2009 son çeyreğinin görüntüsü şöyledir: İmalat sanayi üretimi, kriz öncesi düzeyi yeniden yakaladı, ancak bu üretimi, kriz öncesinin istihdamını yüzde 10 azaltarak yaptı. Yani kriz öncesinde 100 kişi ile yapılan üretimi, krizi fırsat bilerek 90 kişiyle yaptılar. Bu, teknoloji yatırımı kadar, elde kalan işçilerin daha uzun çalıştırılmaları, iş yüklerini artırmaları ile yapılır ve adına kapitalist işletmecilikte “verimlilik” denir. Yani, çalışan başına üretimi artırma… Nitekim işçi dışarı, üretim yukarı operasyonu ile “verimlilik”, yani çalışan başına üretim, 2009’un ilk çeyreğinde yerlerde sürünürken ( 90) 2009 son çeyreğinde tarihi zirveye çıktı ve 2005’teki düzeyinin yüzde 18 (2005 bazına göre 118) üstüne çıktı. 2005’ten bu yana verimliliğin en çok arttığı çeyrek, yüzde 12 artış ile 2007’nin son çeyreği olmuştu.

***

Sanayici sermayedarları, krizden çıkma konusunda ümitlendiren bir unsur, daha az istihdam ile üretim artışına geçmek ise, diğeri de reel ücretlerin yerlerde sürünmesi, 3,5 milyon resmi işsiz ordusunun da çalışan sınıfı açlıkla terbiye etmesidir.

Hazine Müsteşarlığı verileri, 2009’da sanayide reel ücretlerin yüzde 9 gerilediğine işaret ediyor. Çalışanlar, belki de tarihlerinin en derin tehdidine maruz kaldılar; bir kısmı işten çıkarıldı, işini kaybetmeyenlere de ya zam yapılmadı ve yüzde 7’lik enflasyon zammı bile söz konusu olmadı. Daha da ileri gidip, “Kriz var, işinizi kaybetmek istemiyorsanız, ücretlerden fedakarlık yapacak, indirim operasyonlarımıza ses çıkarmayacaksınız” tehditi çok sık ve çok cüretkar bir biçimde kullanıldı.
Sanayi patronları, 2010’a, keyfi tensikatlarla çalışan sayısını azaltmış, reel ücretleri geriletmiş olmanın avantajıyla girdiler. 2009’un son çeyreğini bu rüzgarla tamamlayanlar, şimdi 2010’da bu avantajlarla yeniden iç ve dış piyasada rekabet gücü bulmayı umuyorlar. Bazı bakanların, ağzının suyu akıtan, bu tablodur. Daha yüksek sesle, 2009 küçülmesinin yüzde 6’nın altında gerçekleşeceğini iddia etmeleri ve 2010’da yüzde 5’i bulacak bir büyüme öngörüleri, bu vahşi operasyonun gerçekleştirilmiş olmasındandır…

Alavere, dalavere ile krizin yükü yeniden çalışan ve –işsiz- sınıfın sırtına vurulmuş ve onların sırtına basılarak çıkış aranmaktadır. Ama bu vahşi sömürü, bu kez, 2001 krizinde olduğu gibi henüz işe yaramış görünmüyor. Kapasitelerin üçte biri atıl. Dışarıda, özellikle AB’de yangın yatışmadıkça da, işe yarayacak görünmüyor.

mustafasnmz@cumhuriyet.com.tr
http://mustafasnmz.blogspot.com

26 Mart 2010 Cuma

Vahşi Sömürüye Rağmen Sanayi Toparlanamıyor

Mustafa Sönmez

26.03.2010, Cuma
AKP Anayasa taslağı, her nedense 12 Eylül Anayasasının işveren kesiminin istekleri doğrultusunda ters yüz ettiği çalışma yaşamı ile ilgili alana dokunmuyor. Varsa yoksa, yüksek yargı…AKP’nin hık deyicileri, taslak tartışması yaparken 12 Eylül’ün budadığı sendika, toplu sözleşme, grev hakkı ile ilgili tadilata hiç değinmiyorlar. Memurların ağzına bir parmak “toplu sözleşme balı”…O kadar…Niye uğrasınlar anti-sendikal, anti-demokratik çalışma yaşamı alanına ? 12 Eylül’den miras, öyle bir dikensiz gül bahçesi var ki, yeniden dikenleştirmenin alemi var mı? Tabii yok. Ama, anti-sendikal düzen, her zaman olduğu gibi 2009 krizinin de bütün yükünü çalışan sınıfa yıktı ve reel ücretler tarihi biçimde geriledi, 300 binden fazla insan işini kaybetti.. Tarihi bir yoksullaşma !...

Reel ücretleri geriletme, tensikatla işçi azaltıp, aynı işi daha az çalışana yaptırma ilkelliği, 2001 krizinde olduğu gibi, bu krizde de uygulanıyor. Ama, bugün ve yarın değineceğim bu vahşete rağmen, sanayi toparlanamıyor. Son Merkez Bankası raporu, düşürülen ücretlere ve istihdama rağmen kapasite kullanımının yüzde 68’e ulaşamadığını gösteriyor. Küresel krizin etkisi altına girilen 2008 Ekim’inde yüzde 74,3’lük kapasite kullanımı, izleyen aylarda düştü ve 2009 Mart’ında yüzde 59,2 ile dibe vurdu. Sonraki aylarda kapasite kullanımı arttı ve 2009 Kasım’ında yüzde 69,2’ye kadar çıktı ama süremedi, 2010’un ilk çeyreğinde yüzde 68’in altına düştü: Toparlanma patinajda…

***

Şimdi dönüp reel ücretlerde kriz öncesinin fotoğrafına bakalım. TÜİK, yani Türkiye İstatistik Kurumu, 2008 için, 10’dan fazla çalışanı olan işyerlerini temsilen 20 bin kadar işyerine ücret anketi uygulamış ve ücretlilerin eline ayda geçen brüt parayı sormuştu. TÜİK anketine göre; 2008’de ücretliler ayda ortalama yaklaşık 1 500 TL brüt ücret almışlardı. Bunun yüzde 20’si vergiye gitse, elde 1 200 TL net aylık ücret kalıyordu..

Ortalama 1 500 TL brüt ücret, toplu iş sözleşmesi olan azınlık işyerlerinde 2 700 TL, ama sendikasız yerlerde 1300 TL’ye düşüyordu. Toplu sözleşme, 12 Eylül Anayasası cenderesi sayesinde, toplamı 13 milyonu bulmuş işçi ve memurların ancak yarım milyonunun yararlandığı bir lüks. Çalışma Bakanlığı verilerine göre, 2005-2009 döneminde, adına toplu sözleşme akdedilen işçi sayısının yıllık ortalaması sadece 416 bin kişi !...

Peki bu ücret perişanlığının başına kriz yılı 2009’da ne geldi ?

***

İşi olan sigortalı çalışanların eline 2008’de ayda ortalama 900-1200 TL dolayında para geçiyordu. Bu, asgari ücret 2 ise, ortalama ücretin 3 etmesi demekti. Bunlar 2008’in ortalama ücreti ve sanmayın ki, 2009’da zam gördüler… TÜİK’e göre, 2009’da yüzde 6,5 oranında tüketici enflasyonu yaşandı. Ama, ücretler, TÜFE enflasyonu kadar zam da alamadı.

2005 yılı baz(=100) alındığında, sanayide reel ücretlerin 2008’e kadar yüzde 10 arttığı, kriz yılı 2009’da ise yüzde 9’un üstünde gerilediği görülüyor. Sayıları 4 milyonun üstünde olan sanayi işçilerinin reel gelirinin yüzde 9 daralmasında, sanayide yaşanan küçülme önemli bir rol oynadı.


Kaynak;TÜİK ,Hazine Müsteşarlığı.

Yoğun tensikatların yaşandığı sanayide, işverenler krizi de fırsat bilerek nominal ücretleri bile geri çektiler. Çalışanlar, “ya tenzilat-ya tensikat” cenderesine sıkıştırıldılar. Sonuçta, 2009 reel ücretleri, 2008’e göre tarihi bir gerileme yaşadı ve yüzde 9,2 oranında düştü. Sanayi işçisi, 2005-2008 döneminde sağlamış göründüğü reel gelir artışını bir yılda, krizde kaybetti.

Önemli bir daralma yaşayan inşaat sektöründe de TÜİK verilerine göre, 2009’da reel ücretler yüzde 12,9 geriledi. İnşaat sektöründe ücretler, sektörün patlama yaptığı 2005 sonrası yıllarda toplam yüzde 18 dolayında artmıştı. Ancak krizle birlikte yaklaşık 1,3 milyon ücretliyi istihdam eden inşaat sektöründe iş hacmi düştü, projeler askıya alındı. Bu durum, ücretlere de yansıtıldı ve reel ücretler yüzde 13’e yakın kayba uğradı.

Ticaret, bankacılık, ulaştırma-haberleşme, turizm gibi alt sektörleri içeren hizmetler sektörü, (kamu dışında) 4 milyon dolayında ücretli istihdam ediyor. Hizmetler sektörünün tamamında 2005’ten 2008’e kadar reel ücretler yüzde 20 artmıştı. Ama 2009’da ulaşılan reel ücret, ticaret-hizmet sektöründe de artmadı, tersine yüzde 1’e yakın azaldı.

Yeniden büyüme ivmesi yakalamak için başvurulan reel ücretleri geriletmeye, istihdamı düşürme operasyonu eşlik ediyor. Yarın da bu önleme ve sonuçlarına değineceğim.

mustafasnmz@cumhuriyet.com.tr
http://mustafasnmz.blogspot.com

24 Mart 2010 Çarşamba

Bursaspor, Piyasada 6’ncı Sahada Birinci…

Mustafa Sönmez

24.03.2010, Çarşamaba
Her geçen yıl biraz daha endüstrileşip, ticarileşen futbolda, bekleneceği gibi genel eğilim, paranın topa hükmedeceği. Endüstrinin ana yatırımı, işgücüne, yani futbolcuya yapılıyor. Ne kadar nitelikli, usta futbolcuya yatırım yapılır, istihdam edilip oynatılırsa, şirket(kulüp) o kadar başarılı oluyor. Bu, bir genel kural ve özellikle Avrupa’da büyük reklam geliri, naklen yayın geliri, maç hasılatı, lisanslı ürün satışları, futbolcu satışları ile dev gelirler sağlayan kulüpler, kendi liglerinin ve hem şampiyon kulüpler hem UEFA gibi kulvarların en başarılı takımları oluyorlar.

Futbol takımlarının değeri, bünyelerindeki futbolcuların bonservis değerleri ile ölçülüyor. Transfermarkt.de isimli sitenin verilerine göre, ülke liglerinin toplam değerleri, ülkelerin futbol endüstrileri arasındaki farkı da ortaya koyuyor. Bekleneceği gibi, futbolun beşiği İngiltere birinci ligi, 2,8 milyar Avro piyasa değeri ile ilk sırada. İkinci sıradaki İspanya birinci liginin piyasa değeri 2,3 milyar Avro, üçüncü İtalya’nınki 2,2 milyar Avro, ördüncü Almanya’nınki 1,9 milyar Avro. Beşinci sıradaki Fransız birinci liginin piyasa değeri 1,3 milyar Avro. Bu ilk 5’i küçük farklarla Rusya ve Türkiye ligleri izliyor. Rusya’nınkinin piyasa değeri 635 milyon Avro, Türkiye’nin Türkcell Süper Ligi’nin 18 takımının piyasa değeri 630 milyon Avro…

Böyle bakılınca, Türkiye’nin Avrupa’nın ilk 7’si arasında olması , futbol endüstrisine az-buz para yatırılmadığını ortaya koyuyor. Ama yine de İngiltere, İspanya, İtalya takımlarının yatırımlarıyla, yıldız futbolcuları ile boy ölçüşmek mümkün değil. Örneğin süper star Barselona’lı Messi’nin tek başına piyasa değeri 80 milyon Avro ve bu tek başına Beşiktaş kulübünün 27 futbolcusunun değerinin yüzde 90’ı demek. İniesta (60), Xavi (65), Real Madritli Ronaldo (75), Kaka (60), Türkiye birinci liginin birçok takımının değerinin 2 katı üstünde değere sahip futbolcular…

Türkiye’nin 18 takımının piyasa değeri 630 milyon Avro, ama tek başına bir Barselona’nın değeri 514 milyon Avro…Özellikle Avrupa’da, bu dev takımlarla eşleşirken, terazinin kefelerindeki futbolcu değerlerini de unutmamak gerekiyor…

***

Bunlar, genel doğrular. Avrupa liglerine bakıldığında, futbolcu değeri yüksek kulüplerin liglerdeki sıralamaları arasında bir tutarlılık var. İspanya’da, İngiltere’de. İtalya’da, kulüplerin puan sıralaması kulüp değerleri ile genellikle tutarlı. Bu genel kurguyu Türkiye’de Bursaspor bozuyor ve tarih yazıyor… 26. hafta geride kalırken Turkcell Süper Ligin ilk sırasında yer alan ve şampiyonluk olasılığını yüzde 60’lara taşıyan Bursaspor, İstanbul’un 3 büyüğünün futbolcu stok değerinin üçte biri kadar değerde, piyasa değeri olarak 6’ncı sırada, ama bu futbolcu varlığı ile şampiyonluğa koşuyor.



Bursaspor’un kulüp toplam piyasa değeri yaklaşık 35 milyon Avro, (neredeyse bir Anelka fiyatı!..) ; ortalama futbolcu değeri ise 1,3 milyon Avro. Bu mütevazi kadrosu ile Bursaspor, ortalama futbolcu değeri 4,6 milyon Avro olan Galatasaray’ı sollamış durumda. Ortalama futbolcu değeri 4,2 milyon Avro olan Fenerbahçe, Ziraat Türkiye kupasını alırsa şükredecek. Her biri 3,3 milyon Avroluk futbolcuları ile Beşiktaş, şampiyonluğu, eski futbolcusu ve teknik direktörü Ertuğrul Sağlam’ın yeşil-beyazlı takımına altın tepsi içinde sunmaktan kurtulamadı, önümüzdeki yıl Avrupa kupalarına katılması çok zor…

Bursaspor, son haftalarda olağan dışı bir gelişme olmaz, büyük hatalar yapmaz ise, böylece, Türkiye futbol tarihinde, Trabzonspor’dan sonra ilk kez –piyasa değeri mütevazi- bir Anadolu takımının şampiyon olabileceğini dosta düşmana göstermiş olacak. Bursaspor, önemli olanın, piyasa değeri yüksek futbolcuları takımlara doluşturup taraftarın gözünü boyamak olmadığını, sınırlı bütçelerle de genç ve yıldız adaylarından oluşan etkili bir takım yaratıp başa güreşmenin mümkün olduğunu öğretmiş olacak...

22 Mart 2010 Pazartesi

Avrupa Kültür Başkenti de Cemaat Kapitalizmine…

Mustafa Sönmez

22.03.2010, Pazartesi
13 Kasım 2006’da Avrupa Birliği Konseyi’nin, İstanbul'un 2010 Avrupa Kültür Başkenti olmasını onaylaması, Türkiye için, İstanbul için önemli bir fırsattı. Hem kültürel etkinlikleri çoğaltma, yayma hem de İstanbul’u dünyaya daha çok tanıtma anlamında bir fırsat… Ne var ki, AKP’nin cemaatçi kapitalizm zihniyeti, bu fırsatı büyük bir hovardalıkla kendine yontuyor. Bu fırsat, yabancı ziyaretçi girişine rüzgar olamamış durumda ve bu etkinlik için ayrılmış kaynaklar, çoğu yerde görüldüğü üzere cemaat kapitalizmince yontulmakta…

Önce bu fırsatın nasıl yabancı girişini hızlandıramadığına ilişkin sayısal verileri sunalım; 2010’un ilk 2 ayının verileri, İstanbul’a gelen yabancı sayısında artış yerine bir azalma olduğunu gösteriyor. İstanbul Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nün verilerine bakılırsa bu yılın ilk 2 ayında yabancı girişi 667 bine düşmüş. Yani geçen yılın ilk 2 ayına göre yüzde 11’e yakın bir azalma…81 bin daha az yabancı giriş yapmış. Durum, 2008 ile karşılaştırınca daha tatsız. 2008’in ilk 2 ayına göre azalma 123 bin ya da yüzde 15,4…



İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı güya bazı fuarlara katılarak turist girişinin artması için girişimlerde bulunuyor. Ajans, en son, 04-07 Mart 2010 tarihleri arasında düzenlenen Budapeşte Turizm Fuarı’na katılmış ve Türkiye Ulusal Standı’nda yer İstanbul 2010 ve etkinlikleri turizm profesyonellerine, ziyaretçilere ve basın mensuplarına tanıtılmış…2006’da kesinleşen bir etkinliğin tanıtımı 2010’un mart ayına mı kalırmış ?

Burada açık ve kesin olan - hiç şaşırtıcı değil- 2010 Avrupa Kültür başkenti projesi, cemaat kapitalizmine yeni bir “Yağma Hasan Böreği” olarak tahsis edilmiş durumda.

***

Ajans’ın yönetimi, iyi niyetli girişim grubunun bıktırılması, enterne edilmesi, kısaca bin bir entrika ile yalıtılmasıyla, tamamen AKP’li kadroların eline geçti ve kaynak musluğunun başını da , midesi iştahından büyük kadrolar tuttu. 2010 Ajansı’nın “finansal tabloları”na inanmak gerekirse, 2008’den 2010 yılı Şubat sonuna kadar Ajans gelirleri 341,5 milyon TL olarak gerçekleşmiş. Gelirlerin yüzde 95’i bütçeden, yani vergilerden. Yani beklendiği gibi sponsor, reklam vb. katkısı sağlanamamış projeye.

Giderler ise yine bu Şubat sonuna kadar 157,5 milyonu bulmuş. En önemli harcamaların üçte biri “proje uygulama gideri” kalemine yapılırken Topkapı Sarayı Güvenlik ve Temizliğine 13 milyon TL harcanmış. Kimler yaptı, bu “temizliği”, kimler kaptı paraları acaba?

Çoğu cemaatten oluşan Ajans yönetim kadrolarına ise 23 milyon TL harcanmış. Yönetim Kurulu’ndan bir süre önce, bezerek istifa eden Türkiye’nin kültür turizmi duayeni Faruk Pekin’in şu ifadeleri, Ajans’ın nasıl bir çiftliğe dönüştürüldüğünü yeterince anlatıyor; “Ajans, personel politikası ve iş verimliliği açısından felaket durumdadır; sorumluluklar, yetkiler, cezalar ve ödüllendirmeler belli değildir. Ajansa uğramadan para alanlar, geç gelenler, erken çıkanlar, verilen işi yapamayanlar, yaratıcı çalışmada bulunmayanlar, iç kavgalar, bürokratik engellemeler...”…

Peki tanıtım ? Tanıtıma da 38 milyon TL harcanmış…Nereye, kime yapılmış bu tanıtım? Türkün Türk’e propogandası için mi, dış tanıtım için mi? Dış tanıtım için ise turist nerede? Yabancı girişi artmak yerine yüzde 11 azalmış, 81 bin azalma olmuş, geçen yıla göre…

***
Kentlilerin ulusal ve uluslararası kültüre erişimi, kamusal alanların dönüşümü
( Hasanpaşa Gazhanesi, tersaneler ... gibi ), kültürel mirasın sahiplenilmesi, geçmişe sahip çıkarken güncele, çağdaş sanatlara olanak tanıma konuları, hepsi “satın almacılar” için teferruata dönüşmüştür…

2010 projesi, , kentlilerin yaşam kalitesinin kültür-sanat yoluyla yükseltilmesine ve kentlilik bilincinin oluşmasına katkıda bulunmak, kültürel çeşitliliği desteklemek ve kültürler arası diyalogu geliştirmek için iyi bir fırsattı.
Şimdiden anlaşılıyor ki, yazık edildi, hovardaca harcandı, bu kaynak bile cemaat kapitalizmine sermaye yapıldı…

20 Mart 2010 Cumartesi

AKP - IMF ve Cemaat Kapitalizmi (2)

Mustafa Sönmez

20.03.2010, Cumartesi
AKP Hükümetinin, IMF ile yeni bir stand-by anlaşması için sürdürdüğü girişimlerdeki tutumu, cemaat kapitalizmini nasıl önemsediğini ve her politikada cemaat kapitalizminin önceliklerinin esas olduğunu da sergiledi. Nedir bu cemaat kapitalizmi ?

Kapitalizmin muhtelif dönemlerinde muhtelif ülkelerde “eş-dost kapitalizmi”nin geçerli olduğu evreler olmuştur. İngilizcesi “crony capitalism” veya kısaca “crapitalism” olan bu tarzda, iş dünyası-siyaset-bürokrasi ilişkileri giriftleşir ve sermayedarların bazıları daha çok kayırılır.

Eş-dost kapitalizminin örnekleri, özellikle 1980 sonrası Türkiyesinde sıkça yaşandı. AKP iktidarında da bu kişisel kayırılmanın örnekleri var. Maliye eski bakanı Unakıtan’ın oğlunun, Başbakan’ın damadının şirketlerine sağlanan avantajlar, kayırmalar birkaç örnek. Daha kurumsal olanı ise AKP ve Fethullah Gülen cemaatini oluşturan koalisyonun dayandığı muhafazakar sermayedarları toptan kollayan bir kayırmacılık... Bu kesimin örgütleri olan MÜSİAD ve TUSKON’un, İslamcıların yönetiminde söz sahibi olduğu TOBB odaları ve T.İhracatçılar Meclisi’nin yaklaşımları, hükümetin makro politikalarını doğrudan belirliyor.

Bu örgütlerde politika üreten “cemaat kapitalistlerinin profili” şöyle özetlenebilir;

• Çoğu, İstanbul ve Anadolu’da dayanıklı-dayanıksız tüketim malı üreten KOBİ sanayicileri ve üretimlerinin bir kısmı ihracata dönük. Bir kısmı küresel firmalarla birebir ilişki içinde ve tedarikçi durumdalar. Çoğunlukla sendikasız, güvencesiz işçi çalıştırıp bu ucuz emeğin sağladığı avantajla dış rekabet gücü sağlamaya çalışıyorlar.
• Çoğu, “Faizsiz banka” diye bilenen katılım bankacılığı kesimi ile iş yapıyor ve bu finans kurumlarının etkinleştirilmesini , güçlendirilmesini; büyük bankaların ise kuşatılmasını istiyorlar.
• Çoğu, AKP yönetimindeki belediyelerin, yatırım tutarı 35 milyar TL’yi bulan, her tür kamusal denetimden uzak tutulmuş, Başbakan’a bağlı TOKİ’nin projelerinden şöyle veya böyle pay alıyorlar. Toplamda 500 bini bulan bu konut-sosyal donatı projelerinde, kimi müteahhit, kimi girdi tedarikçisi , taşeron olarak rol aldı, alıyor.
• Özelleştirilen irili-ufaklı kuruluşlarda , enerji özelleştirmeleri ve lisans alımlarında avantajlılar. Kamunun sağlıktan eğitime çeşitli harcamalarında mal tedarikçisi, taşeron olarak pay alıyorlar. Kamu hizmetlerinin ticarileşmesi, özelleşmesinde öncelikle kayırılıyorlar.

***

Cemaat kapitalizmi de, haliyle, küresel krizden etkilendi. Yüzde 30 azalan ihracattaki gerileme onları da vurdu. Daralan iç talep, özellikle gıda dışı tüm sektörlerde, onları da zora soktu. Hükümetin ÖTV-KDV indirimleri ile kısmi desteklerden onlar da yararlansa, esas desteği, sürdürülen kamu harcamalarında aradılar. Tam da burada, IMF’nin yapılacak bir stand-by anlaşmasında kamu harcamalarının denetlenmesi ve kısılması önlemi, cemaat kapitalizminin kurgusuyla çatıştı. Yine bu kesime de yarayacak vergi ve SGK prim afları niyetlerine IMF’nin soğuk duruşu, vergi denetiminin bir sopa olarak kullanılmasını engelleyecek vergi denetiminin özerkleştirilmesi isteği, AKP iktidarının ve ardındaki cemaat kapitalizminin IMF ile mesafeli durmasında etkili oldu.

Cemaat kapitalizmi, küresel kriz öncesinin hormonal büyümesini özlüyor ve filmin koptuğu yerden devamını diliyor. Büyüme için ihtiyaç duyulan dış kaynağı temin edecek IMF’nin, kredisi karşılığı istediği önlemleri, kendi birikim kurgusunu bozacağı için dışladı, IMF ile anlaşmayı öteletti. Umudu, sıcak paranın Türkiye’ye yönelmesi, bir şok yaşamadan kurun istikrar kazanması ve AB pazarlarının yeniden açılması ve/veya Afrika, Orta Doğu pazarlarından telafi imkanları bulunması. Umudu, TOKİ, belediye, merkezi kamu yatırımlarının sürmesi ve öncelikli olarak bundan nasiplenmek.

***

AKP Hükümeti, hem cemaat kapitalizminin beklentilerini karşılamak hem de erken ya da zamanında bir seçimde elini rahat tutmak üzere, IMF anlaşmasını öteledi ve alternatif kaynak olan sıcak para girişinden medet umar halde. Fitch, S&P gibi derecelendirme kuruluşlarının not yükseltmesi de IMF’den uzaklaşıp sıcak paraya yaklaşmasında etkili oldu.

Gerçekte ise, bütçe açığı büyük, borç stoku yükseldi ve yükselmeye devam ediyor. Büyüme için gerekli iç ve dış talepte fazla bir umut yok. Dışarıda-özellikle de AB’de- kriz yatışmış değil, faizler yeniden yükselme eğiliminde. Bu göstergelerin daha da kötüye gitmesi, dış kaynak girişini aksatabilir.

Cemaat kapitalizmini kayırma, AKP’nin tercihi. Ancak, hem paylaştıracağı kamu kaynakları azaldı hem de cemaat içi bölüşüm kavgaları artıyor. Yine de ya bu beklentilere cevap verecek ya da altında kalacak. Başarmak için de tüm karşıtlarına, sermayedar olsun, emek olsun, ağır bedeller ödetmek isteyecek.

19 Mart 2010 Cuma

AKP - IMF ve Cemaat Kapitalizmi (1)

Mustafa Sönmez

19.03.2010, Cuma
Türkiye siyaset ve iktisat tarihini analiz edenler, 2002 seçimleri ile AKP’nin iktidara gelişini ve icraatını, önemli bir kilometretaşı olarak alacaklardır. Bu tarihi kırılma, aslında, Türkiye toplumsal formasyonuna yön veren egemen sınıf blokları arası güç değişimi için derinleşen bir iktidar savaşıdır. Bilek güreştiren taraflardan biri, İslami-muhafazakar sermaye fraksiyonlarının siyasi temsilcisi AKP-Fethullah Gülen koalisyonudur. Bu kesimin dayandığı sermaye fraksiyonu, resmi olarak TOBB bünyesindeki çoğu odada; “sivil” olarak da MÜSİAD ve TUSKON’da örgütlü, bir kısmı KOBİ , bir kısmı da iri-kıyım sermayedarlardır. Bunlara “Anadolu kaplanı” denmesi eksiktir. İstanbul’daki sanayi, ticaret ve hizmet varlıkları ağırlık taşır.

Bilek güreşinin diğer tarafında, yine TOBB çatısı altındaki laik sermayedarlar, “sivil” örgütlenmede de TÜSİAD ve eteğinde topladığı orta büyüklükteki laik TÜRKONFED üyesi sermayedarlar vardır. Geleneksel (laik) Türkiye burjuvazisinin başat olduğu blok içinde, diğer müttefikler, laik sivil-asker üst bürokrasidir.

***

Bu iki hakim blok arasındaki kayda değer en önemli hesaplaşma, 1990’lı yıllarda yaşanmış ve 28 Şubat darbesi sonucu İslamcıların yenilgisiyle sonuçlanmıştı. 1990’lı yıllarda Necmettin Erbakan liderliğindeki Milli Görüş, tek başınaydı ve 1990’da kurulan MÜSİAD, taban sermayedar örgütüydü. Fethullah Gülen cemaati, Erbakan çevresi ile temsiliyet çekişmesi yaşıyordu. Erbakan, anti-küreselleşmeci, millici, Gülen kanadı küreselleşmeciydi.

TÜSİAD –sivil-asker bürokrasi bloku, 28 Şubat 1997’de, yükselmekte olan İslamcı kesimi bir darbe ile geriletti. Ama arbe yarası çabuk sarıldı. İzleyen yıllarda Erdoğan-Gül ikilisi Milli Görüş’ten koparak ve yanlarına eski ANAP’lı muhafazakarları alarak, Gülen ile ittifak içinde AKP’yi 2002’de iktidara taşıdılar. Erbakan’ın 1990’da kurdurduğu MÜSİAD, 2000’li yıllarda , Erbakan çizgisinden koptu ve vizyon değiştirerek neoliberal-küresel çizgiyi benimsedi. Gülen cemaatine dahil sermayedarlar ise örgütlerini 2005’te TUSKON adı altındaki konfederal bir yapıyla genişlettiler ve 80 ilde örgütlendiler.

***

2002-2007 döneminin likidite bolluğu yaşayan dünya konjonktürü, AKP’li muhafazakarların neoliberal yönelimlerini cesaretlendirdi. Küresel ana firmalarla doğrudan ilişki kuran ihracatçı (tedarikçi) KOBİ’ler, AKP iktidarının da destekleriyle hızla palazlandılar. Aynı dönemin sağladığı hormonal büyümenin saadeti, TÜSİAD çatısı altında örgütlü geleneksel –laik- burjuva kesiminde de, AKP ile yaşanabileceği fikrini güçlendirdi. AKP, IMF ile sürdürdüğü programda parmak ısırtan, emek karşıtı, sıkı özelleştirmeci , anti-kamucu bir neoliberal performansla TÜSİAD’cıları da şaşırtmıştı.

AKP-Gülen koalisyonu hükümet, birinci iktidar döneminde, toplumu muhafazakarlaştıran, İslamcı-muhafazakar taban sermayedarı kollayan-kayıran politikaları çok fazla ön plana çıkarmadı. Dış kaynak bolluğunun rüzgarıyla yaşanan yüksek büyümenin rahatlığı içinde IMF ve AB çıpalarıyla barışık bir iktidar görüntüsü verdi.

***

Yüzde 50’lere tırmanan bir seçmen desteğinden kaygılanan “laik blok”un sivil-asker bileşenlerini endişelendiren İslami tırmanmaya dönük e-muhtıralı, darbe niyetli hamleler , kitleler nezdinde onay görmedi, ters tepti ve sonuçta AKP’ye, hem Çankaya’yı hem de ikinci bir iktidar dönemini, yüzde 47 oy üstünlüğü ile sundu.

Kazanılan bu muharebelerle, AKP, 2007 sonrası, toplumu muhafazakarlaştırma projeleri için daha atak oynama cüreti de buldu. Karşı blokun bileşenlerinden sivil-asker bürokrasiyi geriletmek üzere Ergenekon davası, çeşitli itibarsızlaştırma operasyon ve hamleleri bir birini izledi. TSK’yı itibarsızlaştırma, yargıyı, yürütmeye tabi kılma çabaları yoğunlaşırken sermaye ayağında da TÜSİAD’ı etkinsizleştirme, buna karşılık MÜSİAD ve TUSKON’u öne çıkarma çabaları arttı. TÜSİAD’ın lider gruplarından Doğan’a hem medyasını hem ekonomik gücünü kırmak üzere yapılan vergi operasyonları, diğer TÜSİAD’cıları sindirmeye yetti. Doğan’a sahip çıkamayan, dayanaşamayan TÜSİAD üyeleri, benzer baskılara maruz kalabileceklerinden endişe ettiler; enerji, gayrimenkul vb. sektörlerindeki özelleştirme, ihale süreçlerinde kara listeye alınmaktan çekinip sindiler.

AKP, ikinci iktidar döneminde daha fütursuzca “yandaş sermayedar”ı güçlendirme ataklarına girdi. Damadının yönettiği Çalık Holding’i hem medya sektöründe hem de enerji sektörlerinde doğrudan destekledi. Medyada yeni cemaat kanalları, artırılan TRT, AA,RTÜK kontrolleri ile gücünü tahkim etmekle kalmadı, rakiplerinden Doğan’ı küçülmeye zorlayacak hamleler yaptı. Birçok TÜSİAD üyesini de havuç-sopa yöntemleriyle biata zorladı ve önemli ölçüde başardı. AKP-Gülen iktidarının, karşı iktidar blokunun bileşenlerinden TSK ve yargı ile bilek güreşinin nasıl sonuçlanacağını önümüzdeki günler gösterecek. Sermaye birikimi sürecinde, “cemaat kapitalizmi” yapılanmasını tahkim eden ve kriz koşullarında koruyan yaklaşımlar ise IMF ile ilişkilerde iyice belirginlik kazandı. Yarın devam edeceğim…

mustafasnmz@cumhuriyet.com.tr
http://mustafasnmz.blogspot.com

17 Mart 2010 Çarşamba

Futbol, Emek ve Diyarbakırspor ...

Mustafa Sönmez

17.03.2010, Çarşamba
2009’un Nisan ayının son haftasında, daha Turkcell Lig’e çıkacak takımlar netleşmemişken, riski göze alıp, bu köşedeki yazıma “Hoş geldin Diyarbakırspor” başlığı atmıştım. Kırmızı-yeşilli ekip, 18 takımlı süper ligde nüfustaki payı yüzde 16’yı bulan Doğu Ve Güneydoğu’dan tek takım olacaktı. 21 ilden (G.Antep, Kilis hariç) oluşan Doğu - Güneydoğu’yu, Diyarbakırspor temsil edecekti.

Diyarbakırspor’un süper ligde temsilini, yeniden kardeşleşme projesi açısından önemli görmüş ve şöyle yazmıştım: “Tüm endüstrileşme, ticarileşme eğilimlerine karşın, futbolun toplumda barış ve kardeşliği güçlendiren, kaynaşmayı, empatiyi artıran bir yanı olduğuna hep inanmışımdır. Özellikle, etnik çatışmalarla kutuplaşmaların beslendiği coğrafyamızda Doğu ve Güneydoğu’dan il takımlarının süper ligde yer almaları hem siyasal-sosyal hem de ekonomik anlamda önem taşıyor.”

***

Futbol üstünden de yeniden kardeşleşme hevesim, 28 Eylül 2009’da Bursa’da kursağımda kaldı… Bursa’da oynanan ilk maçta, çoğu profesyonel yerli-yabancı futbolculardan oluşan, hatta sadece kaptanı Diyarbakır doğumlu olan takımı, PKK ile özdeşleştirilip taciz ettiler. Futbol Federasyonu yönetimi ise Bursa’da yaşanan olaylar karşısında Bursaspor kulübünü hakkaniyet çerçevesinde cezalandırmadı. Oysa yapabilirdi ve yapmalıydı. Disiplin talimatının 41.maddesi şöyle;

MADDE 41 – AYRIMCILIK

(1) Irk, dil, din, etnik köken ayrımcılığı yaparak insanlık onurunu herhangi bir şekilde zedeleyen kişiler, soyunma odasına ve yedek kulübesine giriş yasağı, müsabakadan men, stadyuma giriş yasağı veya hak mahrumiyeti cezası ile cezalandırılır.

(2) Mensupları 1. fıkrada tanımlanan fiili gerçekleştiren kulüp ise 5.000 TL ile 100.000 TL arası para cezası ile cezalandırılır.

(3) Halin ağırlığına göre kulübe bir veya daha fazla müsabakayı seyircisiz oynama, saha kapatma, hükmen mağlubiyet, puan silme ve ihraç gibi ek cezalar da verilebilir.

(4) Müsabaka öncesinde, esnasında ve sonrasında her türlü ideolojik propaganda yapmak yasaktır. Bu yasağa uyulmaması halinde bu maddede belirtilen cezalar uygulanır.


Pekala, Bursaspor’a 3.madde , yani saha kapatma, seyircisiz oynama gibi cezalar verilebilirdi, verilmedi ve sadece 100.000 TL’lik bir para cezası alan Bursaspor TFF sayesinde durumu kurtardı. Oysa, Bursaspor kulübüne para cezasına ek olarak bir veya daha fazla müsabakayı seyircisiz oynama veya saha kapatma cezası verilmiş olsaydı, Diyarbakırspor camiası, kırılan onurlarına rağmen görece adil bir kararla teselli bulmuş olacaktı ve muhtemelen, geçtiğimiz hafta Diyarbakır’da, bu hafta sonu İstanbul’da yaşanan olaylara yol açan dışlanmışlık duygusunun, rövanş için kin biriktirmenin önü alınmış olacaktı.

Daha o gün, TFF’nin hayırhah tutumu kadar, Diyarbakırspor yönetiminin ligden çekilme tavrı bir blöfe dönüşmemeli, karalılık sergilenmeliydi. TFF’den etkili bir karar çıkıncaya kadar çekilme alternatifi samimi olarak canlı tutulmalıydı.
Basiretsiz yöneticilerin yol açtığı, etnik kutuplaşmayı tırmandıran yıkımların nasıl telafi edileceği bilinmez. Kolay da değil. İki maça hükmen mağlubiyet kararı çıkarsa , bunun politik sonuçlarının daha da tahripkar olacağı açık. Küme düşürme seçeneğini dışlayacak formülasyonlar ise , kırılan vazoyu onarmaya yetmeyecek.

***

Bir de Diyarbakırspor kulübünde ter döken futbolcuların, teknik heyetin durumu var. Onlar, ekmeklerinin peşindeler. İçlerinde birçok üçüncü dünyalı göçmen futbolcular da var. Olan bitenden bihaber…İyi niyetle, ekonomik olanakları kısıtlı bir mahrumiyet bölgesinde futbola emek vermeye gelenler çoğunlukta. Bunlar yaşadıkları tacizi, tehdidi hak edecek ne yapıyorlar ? Bir sendikaları bile yok, haklarını koruyacak…Zaten ömrü kısa iş yaşamlarından önemli bir yıl çalınmakta, alacakları ödenmemekte, çoluk çocukları yok yere mağdur olmaktalar.

Hadi, futbolu kardeşleşmenin köprüsü yapma becerisini gösteremediniz, hiç olmasa güvencesiz futbol emekçilerine, döktükleri tere, çektikleri sakatlıklara, ekmeklerini kazanma çabalarına saygılı olun. Bırakın futbolcular işlerini yapsın, futbol, sadece sahada oynansın.

Yapamazsınız değil mi? Evet, yapamazsınız. Böyle bir hassasiyet için çok yontulmanız gerek, çoooook.

15 Mart 2010 Pazartesi

IMF’yi Öteleyen İslami Sermaye ; Neden?

Mustafa Sönmez

15.03.2010, Pazartesi
IMF, 2000 Ocak ile Mayıs 2007 arasında fiilen devredeydi. Son iki yıldır formel bir anlaşma yoktu ama olacağına dair bir beklenti vardı. Uzun bir süre geçtikten sonra, yeni bir stand-by anlaşmasına şimdilik gerek olmadığı açıklandı. Başbakan, bunu seçmene dönerek, “IMF’ye kafa tutmak” şeklinde mesajlaştırdı. Oysa, ortada kafa tutmak değil, ama bir anlaşmayı ötelemek gerçeği vardı. Peki bu ötelemede kimin iradesi ağır basmıştı, bu öteleme kime yarayacaktı?

Açık olan bir şey var; Son 2 yıldır fiili bir IMF anlaşması yok ama, izlenen iktisadi politikalar çalışan kesim açısından kemer sıkıcı, bildik IMF reçete uygulamalarından farklı değil. 2009’da işsizlik yüzde 10 bandından yüzde 14’e fırladı ve işsiz sayısı bir yılda 860 bin arttı. Sanayide 330 bin kişi bir yılda işini kaybetti. Enflasyon yeniden 2 haneye çıktı, özellikle gıdadaki zorunlu kalemlerde yüzde 35’i buldu. Bu yükselmiş enflasyona karşılık sanayi işçilerinin reel gelirleri yüzde 7 geriledi. Memurlar, öngörülen enflasyona göre zam alıyorlar ama fiili enflasyonun altında eziliyorlar. Bütçedeki vergi-harcama dengesi hep alt-orta sınıfların aleyhine bozuluyor. Kur, faiz, enflasyon önlemleri hep IMF usulü. Özetle, IMF’li dönemlerin kemer sıkıcı politikaları , IMF anlaşması olmadan da yürürlükte kaldı. AKP, neoliberalizmi öyle benimsemiş ki, IMF’ye hacet kalmıyor.

IMF anlaşması , çalışan sınıf için “kırk katır mı/kırk satır mı? cenderesinden başka bir şey ifade etmezken, esas farklılık sermaye kesimleri arasında.

***

AKP iktidarı ile gücünden çok şey yitirmeye başlayan hegemonik sermaye fraksiyonu TÜSİAD, küresel kriz şartlarında, büyüme hızının daha fazla düşmesini önlemek üzere, faizleri düşük düzeyde tutacak, kuru kontrol edecek, seçimler nedeniyle harcamalara gaz verilmeyeceğini garanti altına alacak bir güven kaynağını, IMF çıpasını zorunlu görüyor ve her fırsatta AB çıpasının yanına IMF çıpasını ivedilikle eklemek gerektiğini ifade ediyordu. Buna karşılık, AKP iktidarı ile birlikte palazlanan ve iktisadi politikalarda ağırlığını hissettiren islami sermaye örgütleri MÜSİAD ile Fethullahçı cemaatin örgütü TUSKON, hegemonyası sarsılan TÜSİAD ile biraz farklı düşünüyorlar. Özellikle MÜSİAD; bir IMF anlaşmasını gereksiz görüyor ve 4 Ocak 2010 tarihli açıklamasında Başkan Ömer Vardar, durumu şöyle özetliyordu;
“IMF ile yapılması düşünülen bir anlaşma konusunda bugüne kadar yaşanan gelişmeler, MÜSİAD’ın daha önceden ilan ettiği doğrultuda seyretmektedir. (Hükümet)…olası bir anlaşmanın ülkeye sıcak para akışına sebebiyet vereceğini ve akabinde ihracatımızı menfi etkileyebilecek, rekabet gücümüzü azaltacak kur düşüşlerinin oluşacağını iyi hesap etmelidir.” MÜSİAD, dış kaynak girişi için IMF ile fotoğrafa gerek yok derken, IMF anlaşmasıyla yaşanabilecek aşırı sıcak para girişinin kuru değerlendirerek ihracatı caydıracağı endişesini de dile getirmiş oluyordu.

Peki ne yapılmalıydı? IMF’ye reddiye, şöyle özetlenmektedir; “''Ama şimdi geldiğimiz noktada hala biz imkanlarımızın yeterli olduğu ve bundan sonra da IMF ile bir anlaşmanın geçerli olmadığı görüşünde birleşiyoruz'' …

***

Özünde, MÜSİAD’da örgütlü sermaye kesiminin endişesi, IMF ile yapılacak bir anlaşmanın kamu harcamalarını kısmasıdır. Bu kısılma, TOKİ yatırımları, belediye yatırımları, çeşitli kamu harcamalarında kayırılan AKP yandaşı sermayedarlar için iyi olmayacaktır. İslami sermaye, AKP’den bazı vergi ve SGK prim borçlarının affını da istemekte, bu ise bütçeyi sulandıracak, olası bir IMF anlaşmasının onaylamayacağı bir önlem.

Bunların yanında AKP’nin seçim konjonktürüne “IMF’ye kafa tutmuş iktidar” imajıyla girmeyi tercih etmesi, IMF’nin, TOKİ, SGK transferlerini sorgulayan, doğrudan vergi ayağına ağırlık vermeyi isteyen talepleri de AKP iktidarının hoşuna gitmemiştir. Hele ki siyasi bir baskı aracı olarak kullanılan vergi sopasını hükümetin elinden almayı öngören IMF düzenlemesini AKP, şu sırada kabul etmeye hiç yanaşmamaktadır.

Hem MÜSİAD’ın beklentileri hem AKP’nin seçime eli rahat girme niyetleri ,IMF anlaşmasını, bir süre daha ötelemiştir. IMF’ye, dış piyasalara negatif mesaj vermemesi için yapılan taahhüt, Orta Vadeli Plan’a bağlılık, hedefler için de mali kuralı meclisten çıkarma sözüdür. Yapılan, bir ötelemedir ve çalışan kesime bir yararı yoktur, AKP iktidarı , her koşulda emek karşıtı tutumunu sürdürecektir. Kazanılan zaman, sadece yandaş İslami sermayeye biraz daha kaynak aktarımı ve AKP’nin seçime kadar daha az yıpranma çabası içindir. Ama bunların faturası, bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da topluma daha yüksek bütçe açıkları, borç yükleri olarak, daha fazla kırılganlık olarak ödetilecektir.

13 Mart 2010 Cumartesi

Sanayinin Enkazı Çalışanın Sırtına…

Mustafa Sönmez

13.03.2010, Cumartesi
Krizin sanayiye etkisinin 2009 bilançosu, ya da enkazın fotoğrafı ortaya çıktı. TÜİK, yani Türkiye İstatistik Kurumu, kendi tanımı ile, “ Ülkemiz ekonomisi içerisinde önemli bir paya sahip olan sanayi sektöründe faaliyet gösteren orta ve büyük ölçekli girişimlerin ciro değerlerinde meydana gelen gelişmelerin belirlenebilmesi için Ciro Endeksleri “ hesaplıyor. Ayrıca bu “ girişimlerin çalışanlar sayısı ve çalışılan saat sayısında ve brüt ücret-maaş yapısında meydana gelen gelişmelerin belirlenebilmesi, dönemler ve yıllar arasındaki değişimlerin izlenebilmesi için Üç Aylık Sanayi İstihdam, Çalışılan Saat ve Brüt Ücret-Maaş Endeksleri” hesaplıyor…Peki TÜİK’in bu ciro,istihdam,ücret endeksleri ne gösteriyor ? Yani, TÜİK, 2008’den 2009’a , bilgi aldığı sanayi kuruluşlarından nasıl bir görüntü elde etti ? Krizde sanayi nasıl bir grafik çizdi, satışlar ne oldu ? Çalışan sayısı azaldı mı arttı mı, ücret giderleri ne yönde seyretti ?

***

ÜFE’nin yani üretici fiyat endeksinin yüzde 7’ye yakın arttığı 2009’da, anlaşılıyor ki, sanayi kuruluşlarının ciroları, yani satış gelirleri 2008’e göre yüzde 9 azalmış. Yani ÜFE’nin üstünde bir ciro kaybı var. Bu, satış gelirlerinde reel bir gerileme demek ve tabi ki bu gerileme, sektörden sektöre de farklılık gösteriyor.



Sanayi kuruluşlarının ciroları, yüzde 7'lik ÜFE kadar artmadığı gibi, yüzde 9 da gerilemiş. Yani reel kayıp yüzde 15'in üstünde. Peki bu enkaz, çalışanlara nasıl yansıtılmış? Yine anlaşılıyor ki, bu ciro kayıpları karşısında sanayi şirketleri, işin kolayını bulmuş ve istihdamlarını yüzde 10’a yakın azaltmışlar; haliyle personel giderleri de azalmış ve ücret bütçeleri yüzde 2,1 düşmüş. İmalat sanayiinde düşüş yüzde 3’e yakın. Bu görüntü, sanayinin geneli için böyle. Alt sektörlerde daha vahim görüntüler var.

***

Demir-çelik,bakır,alüminyum gibi maddeler üreten ana metal sanayiinde ciro düşüşünün yüzde 32 gibi dehşetli bir boyuta ulaştığı anlaşılıyor. Ereğli D-Ç’nin 2 milyar TL’ye yaklaşan tarihi zararını hatırlayın…Metalurji sektörü kriz karşısında istihdamını yüzde 9 azalttığı gibi, ücret bütçesini de yüzde 13 daraltmış…

Tüpraş’ın tekel durumda olduğu petrol rafinaj sektörünün 2009 cirosu yüzde 29’a yakın daralmış ve sektörde istihdam yüzde 4 azaltıldığı gibi ücret giderleri de yüzde 10 küçültülmüş. Bilgisayar imalatında da satışlar yüzde 28 gerilemiş ve sektör her 100 kişiden 18’ine yol vererek krizini hafifletmeye çalışmış görünüyor. Otomotivin, sağlanan KDV-ÖTV indirimlerine rağmen yüzde 13 ciro kaybına uğradığını ve istihdamını yüzde 18, ücret giderlerini de yüzde 9’a yakın daralttığını anlıyoruz. Benzer ciro daralmalarını, dayanıklı tüketim malı üreten diğer sektörlerde de görüyoruz ve başvurulan tedbir hep aynı:İstihdam dışarı, ücret aşağı…

TÜİK’in fiyat istatistiklerinde görülen, fiyat düşürerek ayakta kalma, yükü de çalışana bindirmenin en bariz örneği giyim-tekstilde. 2009 fiyatlarını ancak yüzde 4 artırabilen , yüzde 70’e varan indirim yapan giyim-tekstilde istihdamın yüzde 15 dolayında azaltıldığı, ücret bütçesinin yine yüzde 12-15 arasında azaltıldığı anlaşılıyor…

Hem cirosu artan hem istihdam artıran hem de ücret faturası artan tek sektör ise gıda…Gıdanın tuzu kuru kalmasını anlamak da zor değil…En yoksulundan en zenginine, kimse yemeden içmeden yaşayamaz, değil mi? Zaten bu mecburiyet haliyle gıdadaki fiyat artışlarının yüzde 15 ile ortalama TÜFE’nin yüzde 50 üstünde olduğunu, hatta bazı kalemlerde gıda enflasyonunun yüzde 30’u bulduğunu bitirirken anımsatalım…

mustafasnmz@cumhuriyet.com.tr
http://mustafasnmz.blogspot.com

12 Mart 2010 Cuma

IMF’yi Bırak, Sürünen Sektörlere Bak..

Mustafa Sönmez

12.03.2010, Cuma
Hükümet IMF atraksiyonlarıyla, ekonomik gündemi de sanal tartışmalara sürükleyedursun, reel sektörde, sanayi alanında başka bir gündem var. Olmak ya da olmamak gündemi…Tüketici enflasyonuna madde bazında baktığınızda, ya da çarşı-pazardaki beyaz eşya, mobilya, ev tekstili , giyim, otomobil vb.fiyatlarına baktığınızda, bu sektörler, bu kadar fiyat kırarak nasıl ayakta kalıyorlar sorusunu sormadan edemiyorsunuz.

Konfeksiyon, beyaz eşya, otomotiv, bilgisayar, elektronik sanayicileri, ev tekstilcileri , hatta inşaatçılar, turizmciler, ayakta kalabilmek için fiyat üstüne fiyat indirirken bu dampingli günlerin geçici olmasını umuyor, iç ve dış pazarların açılacağı, “normalleşmenin” yaşanacağı günleri bekliyorlar. AKP iktidarı, korku imparatorluğu icraatını ve entrikalarını “normalleşme” olarak yutturmaya çalışırken dampinge zorlanan sanayici, “bizde normalleşme ne zaman ?”, diye soruyor. Normalleşmeyi beklerken de içten içe eriyor ve Asya’nın ucuz ithalatı karşısında gardı düşüyor. Türkiye her gün biraz daha sanayisizleşiyor.

***

Hatırlayalım; Mart başında açıklanan tüketici enflasyonu Şubat ayı itibariyle , genelde yıllık yüzde 10,1 olarak açıklandı. Alt sektörler itibariyle bakıldığında ise ortalamanın altına inen, üstüne çıkanlar var. Yüzde 10’un çok üstüne çıkan gıda sektörü oldu; yüzde 15’e yakın artış…Alt ve orta sınıfı oluşturan yüzde 60’lık nüfus, harcamalarının yüzde 29’a yakınını mutfağa, gıda harcamalarına ayırıyor. Gıdada yıllık enflasyon yüzde 15’e yakın gerçekleşti ama, en çok tüketilen sebze, et, süt ve süt ürünlerinde fiyatlar yüzde 30-35 arasında arttı. En yakıcı zamlar ise dolaylı vergileri artırılan ve artışı yüzde 53’e yaklaşan içki ve sigarada yaşandı.

Gıda dışı sektörlerin ise süngüsü yerlerde. Son 12 ayda , artma ne kelime, birçok gıda dışı malın fiyatları sürünüyor. Mesela bilgisayar fiyatları yüzde 17, printer fiyatları yüzde 24 düşmüş. Beyaz eşyada tam alma, yenileme zamanı sanki: Buzdolabı, klima, çamaşır makinası, kombi, elektrikli süpürge fiyatları deflasyonda. Yani fiyatlar artmamış, tersine gerilemiş. Bulaşık makinası, otomobil, ev mefruşatı, halı, koltuk takımları, kanepe vb. fiyatları hep yerlerde…



Açık olan şu ki, reel gelirlerin azaldığı, işsiz sayısının resmen 3,5 milyona ulaştığı bir yılda, tüketici karşısında, malına zam yapma cesaretini ancak gıda üreticileri gösterebildi. Devlet de dolaylı vergi alma kararı verince içkide, iletişimde, tütünde, benzinde fiyatlar yüzde 30-40 arttı. Peki geri kalanlar? Otomotivciler, beyaz eşyacılar, giyimciler, ev tekstilcileri, turizmciler…hiçbiri fiyat artırmaya yeltenemedi. Zaten talep yoktu, bir de fiyat artırarak ne sonuç alacaklardı? İçeride artırılamayan fiyatlar ihraç pazarında hiç artırılamadı. Dışarıda da ciddi dampinglere gidildi ve yoksullaşarak ihracat yapıldı. Dampingli satışa mecbur bırakılan bir diğer sektör, turizmde yaprak dökümü başladı bile. En büyük turizm şirketlerinden Joy Grup piyasaya havlu attı.

Çoğu sektörde firmalar, fiyat artıramadı, ama zararı tamamen sineye çekmemek için, işçi çıkardılar, ücretlere de zam yapmadılar, zarar gösterip vergi vermediler…2009 böyle geçiştirildi. Peki 2010 ?

***

Önceki gün açıklanan sanayi üretim endeksi hiç umut vermiyor. Henüz bir toparlanma olduğuna dair belirti yok. Tüpraş, otomotiv sektörü, elektronik, bilgisayar, gemi inşaat, deri gibi sektörlerde, kriz öncesine (Ekim 2008) göre yüzde 20-30 dolayında üretimde azalma sürüyor. Bazı alt sektörlerde ufak iyileşmeler varsa da, o da stoka üretim için.

Lamı cimi yok, sanayi için deniz iyice tükeniyor…Fiyat kırarak ayakta kalmaya, sermayeden yiyerek günü kurtarmaya çalışan sanayi, yeniden tırmanan ithalatın-özellikle Asya’dan ucuz ithalatın altında eziliyor ve yeni bir sanayisizleşme dalgasının yıkıcı rüzgarı, özellikle mali gücü zayıf firmaları tasfiye etmeye başlıyor. Bankaların tahsili gecikmiş kredilerini takip etmeye başlayalım, bakalım ne manzaralar göreceğiz…

mustafasnmz@cumhuriyet.com.tr
http://mustafasnmz.blogspot.com

10 Mart 2010 Çarşamba

Deprem Kimin Umurunda?

Mustafa Sönmez

10.03.2010, Çarşamba
Her deprem, birkaç gün için de olsa, başımıza bu kadar sık gelen afete karşı ne kadar hazırlıksız, ne kadar korumasız ve yönetenler tarafından ne kadar can güvenliğimizin ihmal edildiğini yeniden hatırlatıyor. Pek ders çıkarıyor muyuz başımıza gelen felaketlerden ? Hayır. Başta devletin kurumları olmak üzere, kimse gereken dersi çıkarmıyor. Evler, işyerleri, kamusal binalar dayanıklı hale getirilmiyor, sigortadan kaçınılıyor, her şey bir tevekkül içinde yaşanıyor.
Her şeyden önce tam bir deprem bölgesi olan bu ülkenin başına bu kadar felaket gelirken bir Ulusal Afet Yönetimi Stratejisi ve Eylem Planı’mız yok. Bu gerçek , 2010 Yılı Programı’nın 255’nci sayfasında var ve aynı resmi belge uyarıyor; “(bunun)..hazırlanması öncelikli ihtiyaçtır”…Siz 1999 depreminin, onu izleyen depremlerin herkesi uyardığını, onlardan ders çıkarıldığını sanın….Boşuna…

Dönelim 2010 Yılı Programına; “ Ülkemizde bir yerleşim yerini etkileyebilecek tüm tehlikeleri birlikte ele alan bütünleşik afet tehlike haritaları oluşturulamamış, mevcut tehlike haritaları ise güncellenmemiştir. Bu çerçevede, yerleşim yerlerini etkileyebilecek iklim değişikliği dahil tüm afet türlerini dikkate alan bütünleşik afet tehlike haritalarının hazırlanmasına yönelik standart ve kılavuzların geliştirilmesi gerekmektedir.”

Tehlike haritalarına dayanan afet risklerini doğru bir şekilde tespit etmek,
değerlendirmek ve devamında risk azaltma planlarını rasyonel bir şekilde hazırlayabilmek için öncelikle elinizdeki yapının kalitesini bilmeniz gerekir. Peki böyle bir bilgi var mı? Olmadığını öğreniyoruz; “ ..yapı stoku kalitesi, zemin karakteristiği ve afet senaryolarına ilişkin analizlere ihtiyaç duyulmaktadır.”…(s.255)

Ortada belirlenmiş bir risk, riskin azaltma çabası olmayınca yapılacak işlerin parasının nereden bulunacağı da kulak arkası tabii ki…

***

Başbakan, Elazığ’daki depremden hareketle önlemini hemen açıkladı: TOKİ’ye daha çok konut yaptırmak. Her derde deva TOKİ’ye tabi ki yoksula afete dayanıklı konut üretmek düşer. Peki yapıyor mu, ne kadar yapıyor TOKİ?

AKP iktidarının karanlık, denetimden uzak en büyük tezgahı , TOKİ , 2003-2009 döneminde 404 bine yakın konut ürettirip bunun 350 binini satmış... TOKİ konut üretimi yanısıra, son yıllarda altyapı ve sosyal donatı projeleri kapsamında konut üretimi amacını aşan ve kamu yatırımı nitelikli pek çok proje ile iş hacmini ve hükümranlık alanını genişletmiş…Çarşılar,camiler… TOKİ’ce 2008 sonuna kadar yürütülen 975 projenin toplam maliyeti yaklaşık 35 milyar TL ve bunlar için yaklaşık 20 milyar TL. harcama yapılmış işlerin de yüzde 59’u tamamlanmış…İnşa edilen 404 bin adet konutun 362 bini sosyal konut niteliğinde, geriye kalan 58 bin konut ise kaynak geliştirme ve Emlak GYO projelerine ait görünmekte. Ama önemli nokta şu; Kaynak geliştirme ve Emlak GYO projeleri kapsamında bulunan konutların toplam konutlar içindeki payı yüzde 14 iken, toplam proje maliyetleri içindeki payları yüzde 47 ve bu “prestijli konutlar” ağırlıkla İstanbul’da inşa edilmişler… TOKİ, sanıldığı kadar sosyal konut üreticisi bir kurum olamadı. Depreme merhem olması ise bu zihniyetle mümkün değil…

***

Felaket karşısında adam sendecilik de sigorta poliçelerine yansıyor…Zorunlu Deprem Sigortası uygulaması 1999 felaketinin arkasından uygulamaya sokulmuştu. Bugün her 100 konuttan 70’inin sigortası yok…

Birinci derece deprem bölgesi olan Marmara Bölgesinde bile sigortalılık oranı yüzde 30’u ancak bulmuş… Cezai yaptırım uygulanmıyor, deprem sigortası yaptırmanın, depremle yaşamaya alışma gerçeğinin bir parçası olduğu bilincini yaygınlaştırmak, tevekkülcü AKP’nin bir kulağından girip öbür kulağından çıkıyor.

***

Adamsendeciliğin ve ertelemeciliğin bir başka örneği İstanbul’dan…İstanbul Sismik Riskin Azaltılması Ve Acil Durum Hazırlık Projesi
(İSMEP), diye bir proje var.
Bu proje İstanbul'u muhtemel bir depreme hazırlayabilmek amacıyla oluşturulmuş. Parası? Parası, 310 milyon Avro ve Dünya Bankası’ndan. Anlaşması ne zaman imzalanmış 3 Şubat 2006’da. Peki anlaşma 4 yıl önce yürürlüğe girmiş de proje nerede, uygulama nerede ? Öğreniyoruz ki, proje ancak 31 Mart 2010’da tamamlanacak. Düşünün, 4 yıl, proje yapmakla geçmiş. Çünkü deprem bizi bekliyor!...

Uygulamadan ne çıkacak bu adamsendeci kafa ile, varın siz düşünün…Yürütmesi ve denetimi İstanbul Valiliği İl Özel İdaresi tarafından yürütülen bu projeye, tabip, mühendis-mimar odaları,sendikalar, toplumsal örgütlenmeler mutlaka müdahil olmalı ve yapı şeffaflaştırılmalıdır.

Ne kurtarsak kardır…


mustafasnmz@cumhuriyet.com.tr
http://mustafasnmz.blogspot.com

8 Mart 2010 Pazartesi

AKP’yi Eriten Ateş: Enflasyon ve İşsizlik

Mustafa Sönmez

08.03.2010, Pazartesi
AKP iktidarının hızla oy kaybettiği sır değil. 2008’in son çeyreğinden itibaren küresel krizin yarattığı sert rüzgarlar, içerideki memnuniyetsizlikleri artırdı. Küresel krizin ilk etkilerinin ortaya çıkmasının birkaç ay sonrasında yapılan 29 Mart 2009 yerel seçimlerde ise AKP'nin oy oranı yüzde 38'e indi.

Açık olan şu ki, AKP’de artık düşüş yaşanıyor. Ancak, bu düşüşün temposu ne hızda ve oy kaybettiren etkenler ile bunu telafi etmeye dönük hamleleri ne AKP’nin?

***

Objektif bir göz, AKP’ye hızla taraftar kaybettiren etkenlerin başında, yoğun işsizlik ve tekrar tırmanışa geçen enflasyon olduğunu hemen fark edecektir. AKP’nin başta sağlıkta olmak üzere sosyal devlet kırıntılarını bile yok edişi, yeni vergi ve zamlarla kitleleri daha da yoksullaştırışı, memnuniyetsizlikleri artıran diğer etkenler.

İş-aş meselelerinden ciddi zemin kaybeden iktidarın, bu kaybı telafi çırpınışları ise sözde demokratikleşme yönünde. Askeri itibarsızlaştırmayı, sahte bir “darbe avcılığı” yapmayı, ancak diş geçirebildiği subaylara yapılan operasyonları, yargıyı abluka altına alma hamlelerini “normalleşme, demokratikleşme” olarak ambalajlayan ve bununla kayıplarını telafi etmeye çalışan AKP, inandırıcılığını hızla yitiriyor.

***

Öncelikle belirtelim ki, yoğun işsizlik ve enflasyon ateşi, resmi verilere yansıyandan çok daha yüksek ve tabandaki seçmende yarattığı hoşnutsuzluk yine medyaya yansıtılandan daha da yüksek. Geçtiğimiz gün açıklanan 2009 yılı işsizlik verileri, 1 yılda resmi işsizliğin yüzde 11’den yüzde 14 basamağına tırmandığını, resmi işsiz sayısının 1 yılda 860 bin artarak 3,5 milyona yaklaştığını ortaya koydu. Bu işsizlerin yüzde 38’inin en az lise diploması olan “okumuş işsiz” olması, çocuklarını bin bir fedakarlıklarla okutan ailelerin tahammül gücünü zorluyor. Her 100 bilgisayar fakültesi mezunundan 21’inin, her 100 eğitim fakültesi mezunundan 15’inin işsiz olması, bu gençlerin ailelerinin uzun süre kabullenecekleri bir durum değil.

Dahası, bilinen gerçek, yüzde 14 işsizlik oranının ve 3,5 milyon işsiz verisinin “resmi” datalar olduğu, yine TÜİK’ce istatistiği tutulan “umudunu yitirmiş işsizler” ile birlikte bu oranın yüzde 20’lere, işsiz sayısının da 6 milyona yaklaştığı gerçeğidir. Daha da önemlisi, hükümet de, istihdamın dümeninin tamamen terk edildiği özel sektör de, istihdamın artırılması konusunda hiçbir ümit vermemektedirler. Aileye giren gelirin geçime yetmemesi ile çalışmak isteyen kadın ve emekliler işgücü pazarına girmekte, alttan yeni okul mezunları gelmekte, ama bunları istihdam edecek iş alanları açılamamaktadır. Tersine, kamuda 4/C ve sözleşmeli personel uygulamaları ile istihdamı daraltma yolları denenmekte, özel sektörde de şartlara uyum adı altında tensikatlara devam edilmekte ve/veya işi olanların sosyal güvenlik hakları, iş yasalarından doğan hakları budanmakta, bunu hızlandıracak “reform” hamlelerinin hazırlıkları yapılmakta…

***

Yeniden iki haneye –yüzde 10- çıkan enflasyonun ayrıntısında gizli şeytan, gerçek enflasyonun alt ve orta sınıflar için yüzde 25-30 bandında seyrettiğini sergiliyor. Gıda maddeleri genelinde yüzde 15’e ulaşan enflasyon, ailelerin harcamalarında önem taşıyan sebze-meyve,et, süt ürünleri gibi kalemlerde yıllık yüzde 30-35’lik fiyat artışları görmüş durumda. Kışı doğal gaz zammı zıpkınını yemeden geçiren hanehalkını sıkı bir enerji zammı bekliyor. Doğal gaz ve elektriğe gelecek zamlar kapıda. Bütçe açığını daraltmaya çalışan iktidarın benzin,mazot,sigara,içki, cep telefonuna getirdiği ek dolaylı vergiler, bu ürün ve hizmetlerin fiyatını hızla artırdı. Özellikle akaryakıt zamlarının ulaşım fiyatlarına yansıtılmaması mümkün değil.

Talep yetersizliği nedeniyle fiyatlarını enflasyonun epeyi altına hatta sıfır artışın altına çeken firmaların nasıl ayakta kalacakları ise ayrı bir mesele. Türkiye sanayiinde istihdam açısından önemli bir yeri olan tekstil, giyimdeki fiyat artışları yüzde 4’ü bile bulmayarak yüzde 10’luk enflasyonun çok altına düştü. Sıfır, en fazla yüzde 2 fiyat artıran; yer yer fiyatta deflasyona giden beyaz eşya, elektronik, otomotiv, mobilya, ev tekstili sektörleri, 2009’daki KDV-ÖTV indirimlerine rağmen ayakta durmakta zorlanıyorlar ve hem iç hem ihracattaki yoksullaştıran fiyatları ile içten içe eriyorlar. Bunun son örneği turizmde Joy Grup’un iflası ile yaşandı.

Görünürden daha yüksek yaşanan enflasyon, sanayi işçilerini yoksullaştırdı. Memurlara verilen ilk ayın yüzde 2,5’luk zammı, açıklanan resmi enflasyon karşısında tutunamadı ve kamu çalışanları arasında da yoksullaşma hızlandı.
Hükümetin bütçe üstünden vergi salma ve sosyal devlet harcamalarını kısma, “hizmetlere katkı payı” adı altında kullanıcılara yük bindirme uygulamaları, hem kamu çalışanlarını hem de kamu hizmeti kullanıcısı yurttaşı çileden çıkarıyor.
Bütün bu yeniden pahalılık ve yüksek işsizlik ateşinin yol açtığı zemin kaybını, AKP’nin sözde demokratikleşme şovunun telafi edeceğine inanları derin bir hüsran bekliyor.

6 Mart 2010 Cumartesi

TEKEL Dersleri…

Mustafa Sönmez

06.03.2010, Cumartesi
TEKEL direnişi sona erdi. Çadırlar toplandı. Sakarya Caddesi’ndeki hayalet, evine döndü…En azından şimdilik…İki buçuk ay süren bu direnişin sona ermesini kim,nasıl karşıladı, ne tür dersler çıkardı acaba?

1-Başbakan Erdoğan, derin bir “ohhhh!” çekti. Çadırlara biber gazlı,tazyikli kanalizasyon suları ile saldırmanın faturasından yırttı. Çaktırmadı ama, Danıştay’a bir teşekkür borçlandı. 12 bin Tekel işçisini 4/C ile tasfiye edemese de şimdilik zaman kazandı. İçinden diyor ki, “Şimdi artık daha rahat askeri itibarsızlaştırma, yargıyı haklama operasyonlarına yüklenebilir, gündemi bu tarafa yeniden kaydırabiliriz... Bu gibi şeyleri başka yerlerde tekrara kalkan sendikacıları Ergenekon çuvalına atmalıyız ki akılları başlarına gelsin…”

2- Bülent Arınç; ,18 Ocak’ta TRT 1’deki konuşmasını hatırlatıyor önce; “ Ben, toplumsal muhalefetin genişlemesinden, büyümesinden, bir cephe haline gelip sokaklara çıkmasından memnun değilim…Parlamentonun içindeki siyasi partilerin eleştirisi veya bizi yıpratmasına biz gülüp geçiyoruz. Çünkü hiç etkili değiller ama karşımızdaki muhalefet sokağı çıkar da bunun içerisinde hanım kardeşlerimiz, gençler, onların yavruları çıkar ve bunlar üzerinden iktidar yıpratılmaya çalışıyorsa ben bir siyasetçi olarak bundan çekinirim, endişe ederim”. Çıkardığı dersle verdiği talimatlar herhalde şöyle; “Cemaat ve tarikatlarımız üstünden sınıf-sendika gibi şeylerin münafık işi olduğunu yaymalıyız, sınıf değil, ümmet, tezini daha çok işlemeliyiz”.

3- Türk İş Başkanı Mustafa Kumlu da derin bir oh çekiyor. Makamının işçiler tarafından basıldığı günler kabus gibi, rüyalarından çıkmıyor... 30 Ocak’taki demecini hatırlatıyor; ''Ankara'da son 25 yılın en büyük mitingini gerçekleştirdik. Tekel işçisi arkadaşlarımız, .. zaman zaman Türk-İş'i yuhalamayı itibar ve meziyet sayanların; ya da kendi güçsüzlüklerinin panzehirini Türk-İş'i yıpratmakta arayanların oyununa geldi. Hedefi şaşırıp, öfkelerini bize yönelttikleri zamanlar oldu..'' …Şimdi, şükür, makam emniyette…Ama dert bir değil. Bir ateş küllendi yenisi başladı başlayacak.Tariş’te eylem var, sırada kimbilir hangisi…Erken seçimde kapağı meclise mi atmalı ?…Bu işler zorlaştı artık …

4- Tekel işçilerinin lideri, Tek Gıda İş Başkanı Mustafa Türkel, kazanımları öne çıkarıyor tabii..Sıralıyor; “ 4-c statüsünde çalışanların çalışma koşulları, TEKEL işçilerinin eylemleriyle birlikte, hayli düzeltilmiş, ayrıca çeşitli bahanelerle sürekli ayrışan dört konfederasyon TEKEL işçilerin mücadelesi karşısında bir araya gelmek zorunda kalmış; bu bir aradalığı bundan sonra da sürdüreceklerini kamuoyuna ilan etmişlerdir. “ Ama bu ilan Türkel’i pek de memnun etmiş görünmüyor; 26 Mayıs’a atılan “genel eylem” kararı bir tür kaçak güreşme aslında. Türkel, 3 Mart’taki demecini hatırlatıyor: “ Daha imzası kurumadan bazı konfederasyonların nasıl çark ettiğini biliyoruz. Onları biz tarihe bırakıyoruz. ... Öyle sendikalar var ki, şubelerine talimat vererek ‘Bu iş bizim işimiz değildir’ gibi mesajlar vermiştir. Birkaç sendikamız hariç maalesef sendika başkanlarımız sınıfta kalmıştır.” …Çadırlar kazasız belasız kaldırıldı ya diye rahatlayan Türkel, Hükümete Nisan 1 yapacak…“1 Nisan’da bin TEKEL işçisiyle Ankara’da olacağız, bir gece kalacağız burada. ..4-c gibi bir ucube ortadan kalkmadan mücadelemizi bırakmayacağız.” dese de gazozun kaçan dumanını bulması artık zor…

5- DİSK’in çıkardığı ders şu olmalı; “Kalıbımızın sendikası olmamız gerektiğini öğrendik. Kendimize çeki düzen verip fizik ve kondisyon çalışmaları yapmalı, takımı gençleştirmeliyiz. Sol kanat akınları zayıf kaldı. Bitse de gitsek, demek bize yakışmadı. Önümüzdeki maçlardan mutlaka puan ve puanlar almalıyız…”

6- BDP, Kürt işçilerin neredeyse öncü rol üstlendiği direnişte, kimlik mücadelesini beklemeye aldı. Öğrendi ki, emek-sermaye mücadelesinde, sınıf, Kürt-Türk ayrımını bırakıp kaynaşıyor. Zıtlaşmalar aşılıyor. Türkiye partisi olmak, öncelikle sınıfsal olmaktan geçiyor. Bu dersi kimi BDP’liler çıkardı kimileri çıkaramadı. İmralı’ya danışmaya karar verdiler galiba…

Neoliberal karşı-devrimin kamusal varlıkları sermayeye peşkeş çekme, güvencesizleştirme, taşeronlaştırma, esnek istihdam kavramları kadar, sınıf dayanışması, direniş, özveri, kararlılık gibi unutturulmak istenen ulvi kavramların tekmili Sakarya’da 10 hafta vizyonda kalan Tekel filminde mevcuttu. Film vizyondan kaldırıldı ama tarihin motoru tıkır tıkır dönmeye- hayat gibi- devam ediyor…

Hep vizyonda kalacak filmin adı ise : Sınıf Mücadelesi…

mustafasnmz@cumhuriyet.com.tr
http://mustafasnmz.blogspot.com

5 Mart 2010 Cuma

Göç, Kriz Dinlemedi, Adres: İstanbul,Ankara,İzmir…

Mustafa Sönmez

05.03.2010, Cuma
Hepimize birer T.C. kimlik numarası verildiğinden beri, nüfusu, evlere hapsetmeden saymanın, ilden ile adres değiştirirse bunu da “göç” olarak kaydetmenin yolu kolaylaştı. Artık her yıl, TÜİK, yani T.İstatistik Kurumu, yılın bitiminin hemen akabinde, nüfustaki artışı, bununla beraber yaşanan göç verilerini açıklıyor. Şimdiden, elimizde 2008 ve 2009’un göç haritası var. İlden ile ikametgah adresi değiştirenler, göç etmiş sayılıyorlar. Her il, tabi ki göç de alıyor, göç de veriyor. Aldığı verdiğinin üstünde ise net göç almış deniyor. Yani, nüfusu, doğumlardan öte, göçle artmış oluyor.

Son 2 yılın göç verilerine bakılırsa, her yıl 2 milyon 250 bin dolayında nüfus yer değiştiriyor, bir ilden bir ile göçüyor. Bu neredeyse her 70 kişiden 2’sinin göçmesi demek. Daha dikkat çekeni şu: Yüzde 6 daralan 2009 ekonomisine, yüzde 14’e çıkan işsizliğe rağmen, göç eden sayısı sadece yüzde 1,6 (35 bin) azalmış ve 2 milyon 236 binde direnmiş. İşsiz sayısı yüzde 53 artarak 750 bini geçse de, İstanbul, göçenlerin ilk adresi olmaktan kurtulamamış.



Kriz, 2009’da net göç alan illere akışı ancak 70 bin azaltabildi, yine de bu illerde nüfus, göçlerle 208 bin artmış görünüyor. Hangi iller? İşte burada, 2008 ile 2009’un göç adresi değişmiş. 2008’de göçle nüfus artışı sağlayanlarda Antalya ilk sıradaydı. Bursa, onu izliyordu. Tekirdağ, Kocaeli gibi sanayi şehirlerinin de göçle nüfusu artıyordu. 2009’da bu yön, değişmiş. Antalya’nın göçle nüfus artışı 36 binden 17 bine düşmüş. Bursa’nınki 35 binden 10 bine. Tekirdağ’ınki de 25 binden 8 bine. Demek ki, sanayinin, inşaatın durgunluğa girdiği kentlerde kriz , göçün adresini bire bir etkilemiş.

2009’da, neresi göçle nüfus artışında öne geçmiş o halde? Görüyoruz ki, Ankara’nın net göçü yüzde 21 artmış ve nüfus, göçle 37 bin daha artmış. İstanbul nüfusunu göçle artıranların sayısı bir yılda yüzde 48 artmış ve 40 bine yaklaşmış. İzmir’in , tarım dışı işsizliği yüzde 17’yi aşsa da nüfusunu her yıl 27 bin kişi büyütüyor. 2009’da, Muğla,Yalova, Aydın’a dönük net göç tempo kaybederken Çankırı 'nın, net göç alması dikkat çekici…
***
Gelelim, son 2 yılda, göçle nüfus kaybedenlere…Tahmin edileceği gibi, Doğu’dan Erzurum,Kars,Ağrı,Muş; Güneydoğu’dan Diyarbakır, Mardin,Ş.Urfa, göçte öne çıkan iller. Ama net göç vermede Orta Anadolu’nun birçok ili de dikkat çekiyor. Yozgat, Ş.Urfa kadar net göç veriyor. Çorum, Sivas, hatta Konya’nın yılda 9 bin net göçle nüfus kaybı, Kars’ın önünde.

Son 2 yılda net göçle en fazla nüfus kaybeden Mardin’den göçenler yüzde 60’a yakın artarak 22 bine çıkmış. Erzurum, Diyarbakır, Muş, Ağrı, Ş.Urfa, Yozgat, Sivas,Konya, 2008’de daha yüksek net göç verirken 2009’da göçü azaltmışlar…Daha doğrusu, bir başka bahara ertelemişler.

Bölgesel uçurumların daralmak yerine büyüdüğü, “açılım” safsatası ile G.Doğu’nun yine bir başına bırakıldığı 2009’da, göç, metropollerde artan işsizliğe rağmen sürdü, bu yıl ve yakın gelecekte de duracağa benzemiyor.

mustafasnmz@cumhuriyet.com.tr
http://mustafasnmz.blogspot.com

3 Mart 2010 Çarşamba

İşsizlik Coğrafyaları: İstanbul,İzmir,Çukurova…

Mustafa Sönmez

03.03.2010, Çarşamba
Adı, tarihte küresel krizle birlikte anılacak 2009 yılının en önemli göstergesi işsizlik verileri olacak. TÜİK, yani Türkiye İstatistik Kurumu, 2009 yıllık işgücü-işsizlik verilerini bölgesel bazda açıkladı. Böylece hem Türkiye geneli için hem de 26 alt bölge için krizin istihdama ve işsizliğe yansımalarını görmek mümkün.

Öncelikle, Türkiye geneli için anlaşılıyor ki, 2009’da, işgücü pazarına mevcudun yüzde 4’ü oranında yeni işgücü çıkmış. Yani 943 bin kişi, “iş istiyorum” diye pazara girmiş. Peki ne bulmuş? Anlaşılıyor ki, ancak 83 bini iş bulmuş ve 860 bini, işsizler ordusuna katılmış. Böylece resmi işsiz sayısı 860 bin artmış ve 3 milyon 471 bine çıkmış. Bu, 2008’de yüzde 11 olan işsizlik oranının 2009’da yüzde 14’e çıkması demek.

***

Sektörel olarak bakınca ne görülüyor? İstihdamda 83 bin artış var görünüyor ama bu tarımdan kaynaklanıyor. Tarımda kriz yılında 238 bin istihdam artışı görünüyor. Büyümeyen tarımda istihdam artışının sağlık derecesi ayrıca tartışılmalı. Tarımı dışarıda bıraktığınızda ise aslında istihdam artışı değil, 154 bin iş kaybı var. Çünkü inşaat dahil, sanayide 2008’de işi olanlardan 303 bin kişi işini kaybetmiş. Buna karşılık hizmetler sektörü 149 bin istihdam artışı yaşamış. Hizmetler de yılı iyi geçiren mali sektörde istihdam artışı oldu, o kadar. Dolayısıyla, tarımdaki soru işareti dolu istihdam artışını bir yana bırakırsak, gerçekte 2008’de işini koruyanların artmadığından 150 bin kadar azaldığından, buna iş bulamayan 860 bin eklendiğnde , gerçekte resmi işsiz sayısının 1 milyon arttığına hükmetmek yanlış olmaz.

***

Gelelim, bölgesel analize… TÜİK işgücü verilerini 26 alt bölgeye göre de sergiliyor. 25 milyona yakın işgücünün yüzde 63’ünün toplandığı 10 bölgede işsizliğin en yakıcı biçimde İstanbul, İzmir ve Çukurova’da yaşandığı ve işsiz stokunun yüzde 37’sinin bu 3 bölgede toplandığı görülüyor.



Türkiye işgücünün yüzde 18’den fazlasını barındıran İstanbul’da, istihdamın 2009’da yüzde 5 azaldığı, işsizliğin de yüzde 53 arttığı anlaşılıyor. Yani, İstanbul’da 2009’da 197 bin kişi işini kaybetti. Bu, İstanbul’da, yeni istihdam bir yana, 2008’de işi olan her 100 kişiden 5’inin işini kaybetmesi demekti. 2009’un işsizlerine, işini kaybedenler eklenince, İstanbul’da işsiz sayısı da yüzde 53 arttı ve 753 bini buldu. Bu, başka bir ifadeyle, Türkiye’deki resmi işsizlerin yüzde 21’inin İstanbul’da olması demek, aynı zamanda.

İşsizliğin coğrafi görünümünde İzmir’in, İstanbul’dan sonra dikkatleri çektiği görülüyor. İzmir’de, 2009’da 70 bin kişi işgücü pazarına eklenmiş,yani işgücü yüzde 5’in üstünde artmış. Ama bu 70 bin kişi iş bulamayınca İzmir’in işsiz sayısı yüzde 46 artışla 227 bine, işsizlik oranı yüzde 12,4’ e çıktı. Bu oran , tarım dışarıda bırakıldığında yüzde 17’yi geçiyor. Türkiye’de her 100 işsizin 7’si İzmir’de…

***

İşsizlik coğrafyasının en önemli üçüncüsünü Çukurova, yani Adana-Mersin bölgesi oluşturuyor. 2008’de de yüzde 17 gibi yüksek bir işsizlik oranı yaşayan bu bölgede, 2009’da resmi işsizlik yüzde 22’ye çıktı. Adana-Mersin bölgesinde tarımı dışarıda bıraktığınızda işsizlik oranı yüzde 27 gibi rekor bir düzeye çıkıyor. Resmi işsiz sayısı 95 bin artan Adana-Mersin’de Türkiye işsizlerinin yüzde 9’u barınıyor.

Yüzde 14 basamağına yerleşen işsizliğin, yakın gelecekte, hele neoliberal ekonomik politikalarda ısrar edildiği koşullarda azalmasını beklemek ham hayal. İşsizliğin, yakın gelecekte de, Türkiye’nin en yakıcı sorunu olmaya devam edeceği , ama özellikle İstanbul ve çevresi, İzmir ve Çukurova için en önemli sorun olacağı açık.

1 Mart 2010 Pazartesi

Havacılık Patlıyor, Uçuş Güvenliği Var mı?

Mustafa Sönmez

01.03.2010, Pazartesi
Son iki yıldır, yani küresel kriz patladığından beri, “gezici vaiz” gibiyim. O şehirden bu şehire Türkiye gerçeklerini anlatma sorumluluğu…Bu tempo ile baş edebilmek için uçmak en doğru seçim.Ama o kadar meşakkatli olmaya başladı ki uçak yolculuğu…Hele rötarlar, hele rötarlar…

Havacılık, Türkiye’de tam bir patlama halinde. 2002’de Türkiye’nin hava meydanlarındaki yolcu trafiği 33 milyon iken 2009’da 85 milyonu geçti. Olağanüstü bir trafik! …Ekonominin genelinde yüzde 6’ya yakın daralma yaratan 2009 krizi koşullarında bile , Türkiye’nin toplam yolcu trafiği 2008’i yüzde 7,3 geçti ve 85,2 milyon yolcuyu aştı . Ancak, 5,8 milyon yolcu artışında dış hattan çok, iç hat trafiği etkili oldu. Toplamda dış hat yolcu sayısı ancak 600 bin yolcu artarken 5,2 milyon yolcu artışı iç hattan kaynaklandı.

***

Kriz koşullarında bile azalmayan trafiği yaratan etkenlerin başında iç hat patlaması var. Havacılıkta özelleşme ile arz ve talep patladı. Hava yolculuğu işletmeciliğine getirilen teşvikler, sektöre girişleri ve kapasite artışlarını kamçıladı. Özel firmalar kısa adı TÖSHİD olan Türkiye Özel Sektör Havacılık İşletmeleri Derneği’nde örgütlüler. Özel şirketlerin filosunda 126 uçak var ve bunların koltuk kapasitesi 25 bine yakın. Onur, Pegasus, Atlas en büyükleri…THY’nin de filosunda 127 uçak var ve onun da koltuk kapasitesi 24 bine yakın. Demek ki, sivil havacılık özelleştirmede epeyi yol almış, meydan işletmeciliği de öyle… Bugün, Devlet Hava Meydanları İşletmesi Genel Müdürlüğü (DHMİ) tarafından işletilen havalimanı ve meydanlarının sayısı 40. Bunun dışında Batman İl Özel İdaresi tarafından işletilen Batman Havaalanı, Anadolu Üniversitesi tarafından işletilen Eskişehir Anadolu Havaalanı ve özel şirket tarafından işletilen İstanbul Sabiha Gökçen, Zonguldak Çaycuma ve Antalya Gazipaşa havaalanları ile sivil trafiğe açık meydan sayısı 45. DHMİ bünyesindeki hava meydanlarından, toplam yolcu trafiğindeki payı yüzde 50’yi bulan Atatürk, Esenboğa ve Antalya Havalimanlarında iç ve dış hat terminalleri, Adnan Menderes ve Dalaman Havalimanlarında ise dış hat terminalleri özel sektör tarafından işletiliyor.



Kaynak: DHMİ

Trafiğin ağırlığı İstanbul’da ve trend de o yönde. 2009’da 85 milyonu aşan uçak yolcusunun yüzde 35’i İstanbul Atatürk Hava Limanı’nı kullandı. Sabiha Gökçen ile birlikte bu pay yüzde 41’e çıktı. Toplam yolcu trafiğinden Antalya yüzde 21,5 , İzmir ve Ankara ise yüzde 7’şer pay alıyorlar. Kalan yüzde 23, öteki 40 hava alanına dağılıyor.

Meydanların kapasitelerinin artırılmasına yönelik yatırımlar ile hizmet standartlarının yükseltilmesi ve hava trafik yönetimi ile ilgili projeler, sektör açısından önceliğini koruyorlar.

***

AKP iktidarı, başta, vergilerle, yakıt ucuzlatma ile, altyapı arzıyla sektörü teşvik etti. Teşviklerin maliyeti aşağı çekmesi ile fiyatlar da görece ucuzladı ve talebi patlattı. Hem uçak kiralama, hem yakıt, hem başka girdiler yönünden döviz giderleri yüksek olan havacılık, mevcut giderlerle baş eden bir girdiyi sağlıyor mu? Altına girilen kur riskine karşı firmaların dayanıklılık-kırılganlık katsayıları nedir? Ani kur artışları, borçlu firmalara ne tür yükler getirir ve böylesi durumlara karşı B planları var mıdır?

Asıl önemli olan havacılıktaki bu patlamanın yolcuların can güvenliği ile ilgili kısmı. Şimdi soralım: Yolcu trafiğindeki bu ani artış, uçuş emniyeti ve havacılık güvenliği söz konusu olduğunda, ihtiyaçlara cevap verecek boyutta mı? Uçucu personel yetersizliğinin aşılması için alınmış önlemler yeterli oldu mu? Denetimler konusunda yeterli duyarlılık var mı ? Denetlemeler yeterli nicelik ve nitelikte mi? Hava alanlarının bu artan trafiğe yetmediği ortada . Özellikle , İstanbul’a yeni bir hava alanı düşünülmekte mi?

Gelişen havacılıkta büyüme gözünüzü kamaştırmasın. Uçuş emniyeti ve havacılık güvenliğini ilgilendiren boyutlar, mütevekkil AKP iktidarının, inanın o kadar umurunda değil…