Sayfalar

29 Kasım 2010 Pazartesi

RTE’nin Sıcak Para Afyonu Geç Patladı…

Mustafa Sönmez

“Afyonu patlamamak” deyimi, uykudan iyice uyanamayan, henüz kendine gelemeyenler için kullanılır. Başbakan RTE’den başlayarak ekonomiden sorumlu bakanların da “Sıcak para afyonu”nun geç farkına vardıkları, daha doğrusu onunla eninde sonunda yüzleşmek zorunda kaldıkları anlaşılıyor. Demiş ki RTE, “Sıcak para akışını kontrol altına almak şart. Bunu kontrol dışı tutarsanız ondan sonra siz kontrole girersiniz. Sizin durumunuz daha felaket olur”…RTE böyle der de hık deyicileri onaylamaz mı? Düne kadar cari açık sorun değil finanse ederiz diyen Maliye Bakanı Mehmet Şimşek de buyurmuş ki; “Sayın Başbakanın sıcak parayla ilgili açıklamalarına aynen katılıyorum. Biz, Türkiye’nin üretim kapasitesine katkıda bulunacak, ihracat ve istihdamı destekleyen, refahın artmasına katkı sağlayan hem uzun vadeli, hem de kalıcı küresel doğrudan yatırımları tabii ki tercih ederiz.”

***

Açık olan bir şey var; Daha küresel kriz öncesinden Türkiye, büyüme temposunda ivme kaybetti. Son 4 yılda kişi başına gelir yılda ortalama sadece yüzde 1 arttı. 2007 yılında büyüme yüzde 4,7 oldu. 2008’de yüzde 0,7’ye geriledi. 2009’da ise ekonomi yüzde 5’e yakın küçüldü. 2010 büyümesini yüzde 8 kabul edersek, 2007-2010 döneminde ortalama büyüme yüzde 2’nin biraz üzerinde. Bu da matah bir büyüme değil. Bu sonuçta, dış kaynağa bağımlılık, dış pazarda rekabet gücü bulamama gibi etkenler ana unsur. Bütün bu süreçte bir daha görüldü ki, ekonomi dış kaynak girişi ile büyüyor, dış kaynak çekilince küçülüyor. Küresel kriz ile geri çekilen dış kaynak, özellikle sıcak para, kur şokunu ve beraberinde daralmayı getirmişti. 2009’un ikinci yarısından itibaren sıcak para dönüş yaptı.

Çok değil, Kasım ortasından haziran ortasına geri gittiğimizde, sadece borsaya ve devlet kağıtlarına bu 5 ayda sıcak para miktarının 32 milyar doları bulduğunu görüyoruz. Haziran ortasında yabancıların borsada ve devlet kağıtlarında 72 milyar dolar yatırımları varken 15 Kasım’da bu para 104 milyar doları buldu. Sıcak paranın, Kasım’ın ikinci yarısında tempo kaybetse ve çıkış yaşasa da, özellikle Ekim ayında ve Kasım’ın ilk haftasından hızlandığı görüldü.




Kaynak:TCMB

Sıcak para, özellikle, kendisine Asya’nın ve Latin Amerika’nın birçok “yükselen çevre” ülkesinin dirsek göstermesi sonucu Türkiye benzeri ülkelere yöneldi. Sıcak para, kendisine kucak açan Türkiye iyi faiz verdiği gibi, şimdilik demir atacağı en ehven limanlardan biri durumunda olunca, akışını aksatmadı. Ama bu akış, içeride hızla kurların düşmesini getirdi. Ucuzlayan döviz, ihracatçıların moralini bozdu ve şikayetlerine yol açtı. Buna karşılık ithalatı patlattı ve dış ticaret açığı Ocak-Eylül döneminde 48 milyar doları buldu. Yıl sonunda döviz , yani cari açığın ise 45 milyar doları bulması ve milli gelirin yüzde 6’sını geçmesi çok muhtemel. Yurt dışından yapılan “eklektik” değerlendirmelerde Türkiye’nin sıcak para rüzgarı ile büyümesine alkış tutulurken aynı sıcak paranın yarattığı cari açığa da dikkat çekilmeden geçilmiyor. Bu ahmakça analizlerde aydınlık ve karanlık görüntülerin, bir madalyonun iki yüzünden oluştuğu görülemiyor.

İyi de, şimdi ne olacak? Eğer sıcak paranın yarattığı olumsuzlukların farkına varılmışsa, yapılacak şey sıcak para girişini caydıran Tobin vergisi türü önlemlere gitmektir. Bunlar yapılabilir mi? Hiç sanmıyorum. Sıcak para afyonuna bağımlılık, onun uyuşturuculuğunun farkına varmakla bitmez, onun alternatifini yaratmak, dozunu azaltmak gerekir. Peki nasıl, neyle olacak bu? Sıcak paranın yerini alacak iç tasarruf artışı yetersiz ve onun dozunu azaltacak doğrudan yabancı sermaye girişi, uzun vadeli kredi akışı da yetersiz…AKP, bu ekonomi anlayışı, bu paradigma ile sıcak para bağımlılığından kurtulamaz ve büyüme ister istemez tempo kaybedecek, iş bekleyen 3 milyon işsize her yıl en az 500 bin işsiz daha eklenecektir. AKP iktidarının yarattığı, yaratacağı sonuçlara toplum karşı çıkmazsa, fatura daha ağır olacaktır.

27 Kasım 2010 Cumartesi

Biri Çıksın, Bu Rakamlar Yanlış Desin…

Mustafa Sönmez

Yıllardır, Turizm Bakanlığı, T.C.Merkez Bankası ve TÜİK’in işbirliğinde, yurdumuzu ziyaret eden yerli ve yabancı ziyaretçilere, çıkış kapılarında anket uygulanır ve onların beyanlarına göre hesaplanan kişisel turizm gelirleri, ziyaretçi sayısı ile çarpılıp toplam turizm geliri bulunur. Bu gelir toplamı da haliyle, turist sayısına bölününce ortalama turist başına gelir verisine ulaşılır. Bu, yabancı turistler için ayrı, yurtdışında yerleşik vatandaşlarımız için ayrı yapılır. Bu rakamlar ayrıca alınıp ödemeler dengesine de “turizm geliri” olarak yazılır.

Buradan çıkan rakamlara inanmak gerekirse, Türkiye’ye her yıl gelen turist sayısı hızla artıyor ama ortalama turist harcaması azalıyor.
Yani Türkiye, yıldan yıla turizmini ucuza satıyor.



2004 yılında 17 milyon yabancı turist gelmiş ve turist başına harcama 705 dolar olarak gerçekleşmiş. Sonraki yıllarda turist sayısı hızla artmış ve 2010’un ilk 9 ayında 23 milyonu bulmuş, yıl sonunda 30 milyonu görmesi muhtemel, ama bu yılın turist başına ortalama harcaması 527 dolara kadar düşmüş. Bu, 2004 yılının ortalamasının dörtte bir oranında ucuzlaması demektir. Bu rakamlar doğruysa, bir turist 8,8 gün kalıyor ve günde 60 dolara ulaşım, yatak, yeme-içme, hatta hediye harcaması yapıyor. Turizm gelirleri, kişi başına turist gelirleri, hep böyle hesaplanıyor. Yani bütün dünya bu yöntemi uyguluyor ve Dünya Turizm Örgütü WTO, bu verileri her ülkeden toplayarak sıralama yapıyor ve tabi ki Türkiye bu sıralamada hep altta bir yerlerde duruyor.


Kaynak:Kültür ve Turizm Bakanlığı veri tabanı

Özellikle turizm sektörünün içinden olanlar, bu rakamlara dudak büker, bunun yanıltıcı olduğunu söylerler. İstanbul’da gecelik en az 50 dolar yatak ücreti alan bir otel işletmecisi, bu rakamlara güler geçer. Ama herkes, Güney illerimizde her şey dahil (all inclusive) satışların, nasıl üç on paraya yapıldığını da biliyor.

Bir gerçek de şu: Hudut kapılarımızdan giren her yabancının “turist” olduğunu kabul ediyoruz. Oysa komşu ülkelerden gelenlerin bir kısmı eş-dost evinde kalıyor. Çok ucuz otellerde barınıyor, hatta “turist” olarak değil, kaçak işçi olarak çalışmak için giriş yapıp her 3 ayda bir hudut dışına çıkıp yine giriş yapıyor. Bunlar, ortalamayı tabi ki düşürüyor.

Bize daha rafine, daha inandırıcı araştırmalar gerekiyor. Bırakın TÜİK’i filan, mesela konaklama işletmecilerinin örgütleri, TÜROFED, TUROB, kendi üyelerinden bilgi toplayarak, yıldız farkını da dikkate alarak, ayda bir ortalama yatak fiyatlarının seyrini kamuoyu ile paylaşabilir. Bu, daha inandırıcı bir istatistik olur. Hem doluluk, hem fiyatlar hakkında daha bilimsel veriler elde edilir. Herkesin de yolunu aydınlatır. Neden yapılmaz bu, zor mudur? Ticari sır mıdır? Nedir?

26 Kasım 2010 Cuma

Sendikasız, Grevsiz “İleri Demokrasi !..”

Mustafa Sönmez

Utanmazca telaffuz edilerek AKP iktidarının despotik yönetimine yakıştırılan “ileri demokrasi”de, bu yıl greve çıkabilen işçi sayısı 1000 kişiyi bile bulmadı. Düşünün, 13 milyon ücretlinin olduğu bu ülkede, 1000 kişi bile grev yapamadı!...Bu kadar pervasızca yükselen faşizm, “Taşların bağlı, köpeklerin salındığı” bir ortamda boy atıyor. Sayıları 13 milyona ulaşsa da ücretli sınıf örgütsüz. Bu sonuçta da başrol tabi ki 12 Eylül askeri diktatörlüğünün ve AKP o mirası tepe tepe kullanıyor. Abartı değil, 2010’un 8 ayında, tüm Türkiye’de ancak 12 grev yapılabildi, 882 işçi greve katılabildi.




Hatırlayın; 24 Ocak 1980’de başlayan sürecin en önemli hedeflerinden biri örgütlü işçi sınıfını etkisiz hale getirmek, sendikal hareketi bertaraf etmekti. 1980’de 85 bin işçi grevdeydi. 12 Eylül, grev yasağı getirdi ve 1982 Anayasası sendikal hakları iyice budadı. Örgütlenme zorlaştırıldı, toplu sözleşme hakkı kısıtlandı, grev yapılamaz hale getirildi. 12 Eylül’ün anti-sendikal çalışma çerçevesine rağmen, 1990’da 166 bin grevci işçi grev yaptı. 1995’te yeniden yükselen grevler izleyen yıllarda iyice geri çekildi. 2000’de ancak 19 bine yakın işçi grev hakkını kullanırken 2005’te greve çıkabilen işçi sayısı 3 bin 500 dolayına kadar geriledi. İzleyen yıllarda da bu değişmedi ve 2009 kriz yılında da grevci işçi sayısı 3 bin dolayında kaldı. Ve, bu yıl sayı binin de altına indi.

***

2000 öncesinde, çoğu kamu işyerinde yaşanan grev uygulamaları, bu işyerlerinin süreç içinde özelleştirilmeleri, sendikal mücadeleyi de zayıflattı. Özelleştirilen işyerlerindeki hızlı işçi tasfiyesi, taşeronlaştırma biçimindeki dağıtma ve güvencesizleştirme operasyonları, bu işyerlerindeki sendikal mücadeleyi de, grev mücadelesini de geriletti. 2007’de grevde geçen işgünü sayısının yüksek görünmesi Türk Telekom A. Ş’nin 768 işyerinde uygulanan grevle ilgilidir. O yılın 1 milyon 353 bin görünen grevde geçen işgününün 1 milyon 115 işgünü T.Telekom’a aittir. 2008’de ancak 15 işyerinde 5 bin işçi ile sürdürülen grevler, 2009’da 13 işyeri ve 3 bin 101 işçi olarak gerçekleşti. 2010’un ilk 8 ayında da grevci sayısı 882’ye-bin bile değil- kadar düştü.

***

Gerçekte, aidat ödeyen işçi sayısının 1, 1.5 milyon dolayında kaldığı günümüz koşullarında, toplu sözleşme hakkını kullanabilen işçi sayısı da hızla azalıyor ve bu da ücretlilerin milli gelirden aldığı payın azalmasında, gelir uçurumunun çalışan sınıf aleyhine olumsuz seyrinde etkili oluyor.

1990-1999 döneminde yapılan toplu sözleşmeden yılda 644 bin işçi yararlanırken, bu sayı izleyen 10 yılda , yani 2000’li yıllarda, yılda ortalama 428 bin işçiye düştü. Dolayısıyla iki 10 yıl arasında toplu sözleşmeden yararlananların sayısının üçte bir oranında gerilediği görülüyor ki, bu dramatik bir düşüştür.




Genellikle 2 yıl için yapılan toplu sözleşmelerin, daha çok tek sayılı yıllarda bağıtlandığı anlaşılıyor. 2001 krizi ve arkasından gelen AKP iktidarındaki neoliberal uygulamaların, özelleştirmelerin hızlandırıldığı, anti-sendikal saldırıların arttığı 2000’li yıllarda toplu sözleşme hakkını kullanmada da önemli gerilemelerin yaşandığı görüldü. 2001’de 775 bin olan TİS kapsamındaki işçi sayısı 2003’te 614 bine, 2005’te 587 bine düştükten sonra 2007 ve 2009’da 460 binlere geriledi. 2000’li yılların ortalaması için TİS’den yararlanan işçi sayısının 430 binlere düşmesi gerçekten dramatik bir gerileme. Bu kadar geriletilen toplu sözleşmeli alanın da önemli bir kesimi kamu sektörüne ait ve AKP iktidarı, bu kadarına bile tahammülsüz .

İleri demokrasi mi diyordunuz ? Bakın grev-toplu sözleşme icraatına da utanın biraz…

24 Kasım 2010 Çarşamba

Topçu Yoldaş Cantona’nın Devrim Formülü

Mustafa Sönmez

Yılın başında, bu sütunda, 2010’un sokağın yılı olacağını belirtmiştim. Krizden yeniden büyümeye geçen Türkiye’de, 2010’un başlarında Tekel işçilerinin eylemleri ile sokağın sesi yükselirken, arkası gelmedi. Yaşanan yoğun yoksullaşma ve geriletilemeyen işsizliğe rağmen sokağın, Türkiye’de sesi yeterince çıkmadı. Bunda, alt sınıfların örgütsüzlüğü, sendikaların güçsüzlüğü, kofluğu ana etken. 2010, AB için de sokağın yılı olacak demiştik. Yunanistan’da , İspanya’da, İrlanda’da özellikle de Fransa’da sokak ayakta. Fransa, geleneksel devrimciliğini sergiliyor. Sendikalar 3 genel grev düzenlediler. Irkçılığa karşı eylemler ve 2 Eylül’de Fransa genelinde yapılan yürüyüşlerle birlikte, 5 geniş katılımlı eylem gerçekleştirildi. Bunlar Fransa’da son yıllarda gerçekleştirilen en geniş katılımlı işçi eylemleri olarak tarihe geçti. Grevlere liseliler de katıldılar.

***
Adı, Manchester United ile özdeşleşmiş topu ve ırkçı fanatikleri sıkı şutlayan Fransızların efsanevi forveti Eric Cantona (44), Fransa’daki grev eylemlerini pek klasik bulmuş olacak ki, yeni “devrim formülleri” attı ortaya. Çekin paralarınızı bankadan, bakın bakalım kapitalizm ortada kalır mı, dedi. Yoldaş Cantona’ya göre, mevduatları çekmek, "sosyal ve ekonomik bir devrim" olacaktı. Eric Cantona'nın bu konuşmasını Youtube'da 40 bin civarında kişi izledi. Ayrıca, "StopBanque" ("Bankaları Durdurun") isimli bir örgütlenme de başlatıldı. Yaklaşık 14 bin kişinin, 7 Aralık günü Cantona'nın önerisine uyarak paralarını bankalardan çekeceği iddia ediliyordu. Fransa'da başlayan hareketin İngiltere'de de ilgi gördüğü belirtiliyordu.

***
Cantona yoldaşın memleketi Fransa’da ve genelde Avrupa’da bu formül işe yarar mı ? Yaramaz. Bizden örnekle ilerleyelim. Kimindir bankalardaki mevduatın büyüğü, kaç kişinin?




Bizde bankalarda 564 milyar TL mevduat var. Bunun 380 milyar TL kadarı tasarruf mevduatı. Görünürde, banka cüzdanı sayısı 75 milyon kadar. Bu, 75 milyon kişi demek değil. Bir kişinin 5- 10 hesabı olabilir. Şimdi bakın ne durumdayız: Bankalarda 1 milyon TL’nin üstünde mevduatı olan cüzdanlar onbinde 3 ama, bu mutlu azınlığın toplam mevduattaki payı yüzde 46,6. Bankadaki birikimi 250 bin TL ile 1 milyon TL arasında olan rantiyelerin toplam cüzdan sahipleri arasındaki oranı binde 2, ama mevduattaki payları yüzde 14,5. Şimdi, birikimi 250 bin TL’nin üstünde olan rantiyelere toptan bakalım: Sayıları binde 2,3 ama paranın yüzde 61’ine sahipler. Onlara, 50 bin liranın üstünde birikimi olan cüzdanları eklersek ne oluyor: Cüzdanların yüzde 1,2 kadarı bankalardaki paranın yüzde 80 küsuruna hakim. Bunlar, öyle böyle değil, bankaların yılda verdiği 35 milyar faizin yüzde 80’ini alıyorlar. Hesap sayısı 75 milyon ama bunun yüzde 54’ünde para yok. Öyle olunca mevduatın yüzde 80’ine sahip olanları yüzde 1 değil de yüzde 2 yapalım, sonuç yine değişmez…


Şimdi Cantona yoldaşın devrim için formülünü bizim mudilere önersek. Bunlardan paranın yüzde 80’ine hükmeden yüzde 1-2’lik rantiyeler eyleme katılmaz.Diğer yüzde 98 eyleme katılsa bile cürümleri kadar yer yakarlar. Bizdeki bu gelir-servet eşitsizliği, Avrupa’da farklı mı? Bizdeki kadar olmasa da orada da yüzde 1’lik azınlık hakimiyeti var. Cantona, “Bütün mudiler birleşin” sloganıyla, suya yazı yazıyor. Klasik ama her zaman geçerli devrim formülü ise şudur: “Bütün işçiler birleşin”…Çünkü, birikime can veren tasarruflar değil, işçilerin karşılığı ödenmemiş emekleridir. Birikim çarkı onlarla döner, onlar durursa çark da durur.

Yine de, mevduat sahipleri ile de olsa “devrim” rüyası görebilen Cantona’ya bin selam…

22 Kasım 2010 Pazartesi

AKP’nin Seçim Rüşveti: Vergi, Prim vs. Afları…

Mustafa Sönmez

Bu memlekette, ister tüccar-sanayici, ister esnaf, hatta sıradan vatandaş, herkes bilir ki, devlet, vergi-sigorta, kredi borcu faizi gibi alacaklarının cezasını, gecikme faizini, zammını günün birinde siler. O nedenle, özellikle küçük boy girişimci, esnaf, seçimlere 1-2 yıl kala vergisini, sigorta primini ödemez, cezayı, onun gecikme zammını göze alır. Hatta elektrik, su,doğalgaz, yani kamunun sattığı mal ve hizmetlerin faturalarını da geciktirir. Çiftçi, aldığı kredinin taksitini ödemez, cezayı göze alır. Kredi müşterisi aile reisi bile aynı “uyanıklığı” yapar. Haksızlık etmeyelim, bunlar arasında, “uyanıkça” değil de, çaresizlikten bu borçları ödeyemeyen, cezasına, gecikme faizine uğrayanlar da vardır. Hatta bunların içinde “borç namustur” diye uykusu kaçanlar, elinde avucunda olanı satar savar, gider borcunu harcını öder. Ama bu namuslular, her yerde ve her zaman olduğu gibi azınlıkta kalırlar. “Kazanan” yine “uyanık”lar olur. Çünkü alıştırılmıştır: Herkes bilir ki, seçime doğru, iktidar “af” çıkaracaktır…

***

Nitekim, 2011 genel seçimine doğru beklenen oluyor. AKP iktidarı, başta vergi ve sigorta primi affı olmak üzere bir dizi kamu alacağından vazgeçerek devasa bir affa gidiyor. Seçim meydanlarına şirin, müşfik, halden anlar hükümetin başbakanı olarak çıkacak RTE…

Sadece Vergi, SSK (4/a) ve Bağ-Kur primi ile gecikme cezası alacaklarını dikkate alsanız yaklaşık 100 milyar TL’lik bir kamu alacağı var.


Kaynak SGK ve Maliye veri tabanı

Özel sektör firmaları 2010 Eylül’üne kadar, 14 milyar TL’lik prim borçlarını yatırmamışlar ve onlara 8 milyara yakın ceza gelmiş. Çoğu AKP yönetiminde olan belediyeler de 4,2 milyar TL prim takmışlar ve 2 milyarı aşkın cezaya girmişler. Böylece işçi çalıştıran bu kuruluşlar devlete 18,5 milyar TL prim, 10 milyar TL de ceza borçlanmış durumdalar.

Durum esnaf için nedir? Onlar da yaklaşık 30 milyar TL’lik prim ve ceza borçlular devlete. Sayıları 3 milyonun üstünde görünüyor borçlu esnafın, ama aldanmayalım. Bunların yüzde 10’undan azı, asıl borçlu olan. Esnaf borcunun yüzde 58’i, borcu 20 bin TL’nin üstünde olan yüzde 10 esnafa ait. Şükrü Kızılot’a göre de vergi alacakları 50 milyar TL’ye merdiven dayamış. Bunun 20 milyarı ceza…

2010 bütçesinde 50 milyar lira açık hedeflenmişti. Demek ki, af-maf umudu vermeyip bu alacaklar tahsil edilse, bütçede açık filan kalmadığı gibi, 50 milyar TL fazla bile görülebilirmiş.

***

AKP’nin bu af hamlesine, seçim rüşveti niyetli olduğu açık olsa da, eminiz muhalefet partileri pek karşı çıkmayacak, “borçlu esnafı, irili-ufaklı girişimciyi” karşılarına almak istemeyecekler. Oysa karşı çıkmalılar. Borcunu zamanında ödeyen namuslu girişimci, esnaf, vatandaşı enayi yerine koymaktan başka bir anlam taşımayan bu aflara karşı çıkmalılar. Çok belli ki, bu aflar, AKP belediyeleri için, borçlu esnafın yüzde 10’u için, çıkıp bunu açıklamalılar. Bu kesim, zaten pek bir vergi ödemez. Bir de vergi, prim aflarıyla ödüllendirilmemeli. Vergisi kaynaktan kesilen ücretliye,memura,emekliye niye indirim yok? Verginin üçte ikisini oluşturan KDV-ÖTV dolaylı verginin hamalı tüketiciye kolaylık nerede? Bu aflar, eşitsizlikleri büyütür, o kadar.

Yapılması gereken en fazla ne olabilir? Kamunun birikmiş gecikme cezası ve zammı alacakları, enflasyona göre güncelleştirilir, yani enflasyonun erittiği, geri istenir, sonra diyelim, yüzde 3 faiz uygulanarak, 2-3 yılda tamamlanacak bir taksitlendirme yapılır. Ama bunda da seçici davranılmalı. Kötü niyetli uyanıklar ile, kriz mağdurları ayırt edilebilmeli. Hovarda futbol kulüplerinin, AKP’li Ankara, İstanbul belediyelerinin borçları niye affedilsin ya da konsolide edilsin, kolaylık sağlansın? Vergisini, primini ödeyenler, kendilerini daha enayi hissetsinler diye mi?

Temelde, bu “af bezirganlığı”na bir son verilmeli. Bu affı uygulayan da alıp cebine koyan da hoş görülmemeli. Seçimlere doğru vergiden prime, elektrik-su faturasından imar affına kadar uzanan bu seçim rüşvetçiliğine karşı çıkılmalı. Yurttaşın da bu oy bezirganlığı kültürüne bir son vermesi gerekli. Bu da ancak, namusuyla vatandaşlık ödevlerini yerine getirenlerin, rüşveti verene de alana da karşı çıkmalarıyla mümkün olur.

20 Kasım 2010 Cumartesi

Tüketim Mabetleri: AVM Sayısı 226’yı Buldu

Mustafa Sönmez

Kısaca AVM olarak adlandırılan alışveriş merkezleri, başta İstanbul olmak üzere, tüm büyük kentlerin kent dokusuna hakim oluyor. En küçüğü 5-10 bin metrekareyi, en büyüğü 120 bin metrekareyi bulan, birkaç katlı, yüzlerce mağazanın bir arada faaliyet gösterdiği bu yeni tüketim mabetlerine, yerliler kadar sayıları 23 milyonu bulan yabancı ziyaretçiler, özellikle komşu ülkeden gelenler, büyük rağbet gösteriyor. Bu kadar rağbet, AVM üstüne AVM inşaatını da getirdi. İlki 1988’de İstanbul Ataşehir’de Bayraktar Holding eliyle Galleria adıyla faaliyete geçen AVM’lerin bu kadar yaygınlaşacağı acaba tahmin ediliyor muydu? Ancak kısa sürede, bu “Çağdaş panayır” yapılanması, bütün büyük kentlere hakim oldu. Doğramacı ailesinin kurucusu olduğu Tepe Grubu, AVM’ciliğin lideri olarak biliniyor. Tepe, yanına büyük banka ve grupları da alarak, sadece İstanbul’u değil, Ankara, Adana, Konya, G.Antep ve diğer büyük kentleri de AVM’lerle donatıyor.





Uluslararası Alışveriş Merkezleri Konseyi (ICSC)’nin getirdiği tanım ve standartlar, Alışveriş Merkezleri ve Perakendeciler Derneği (AMPD) tarafından Türkiye’deki AVM’lere uygulandı. Bizdeki standartlara göre, AVM’ler, “geleneksel” ve “özellikli” biçiminde iki geniş kategoride gruplandırılıyor. Geleneksel AVM’ler, “çok büyük”, “büyük”, “orta” ve “küçük” olarak sınıflandırılırken , küçük AVM’ler de kendi içinde “ihtiyaç odaklı” (convenience-based) ve “karşılaştırmalı ” (comparison) malzemeler satanlar olarak ayrılıyor. Bu tanımlamaya göre “Çok geniş” AVM’lerden biri İstanbul’da Cevahir, diğeri Ankara’da Ankamall.
“Geniş” tanımında ise Adana’daki Tepe, İstanbul’da Carrefoursa,Tepe Natilius, G.Antep’teki M1 Tepe, Ankara’da Bilkent Center ilk sıraları alıyor.

***

Sıcak para kaynaklı büyüme ve iç talepteki hızlı genişlemeye paralel olarak, 2010’da perakende sektöründe önemli bir canlanma yaşandı. Bu canlanmaya bağlı olarak kriz döneminde yavaşlayan ve ertelenen AVM yatırımları 2010’da yeniden canlandı. AVM sektörü, alışveriş turizmini de etkiliyor ve yabancı markaların Türkiye’ye ilgisini artırıyor. Perakende sektöründeki canlanma ve kiracı talebindeki artış ile birlikte AVM kiralarında yeniden yukarı yönlü bir eğilim oluştu. Bu yılın Eylül sonuna kadar açılan 7 yeni AVM ile birlikte, Türkiye genelinde AVM sayısı 226’ya ve alan genişliği 5 milyon 670 bin metrekareye yaklaştı.
***
Gelişmiş ülkelerde, daha çok kent dışına inşa edilmesine izin verilen AVM’ler, Türkiye’de kentin en işlek, prestijli alanlarını işgal ederken büyük bir yoğunluğa, trafik keşmekeşine de yol açıyor. Büyük mağazacılığın böylesine kentin göbeğine çöreklenmesi, birçok küçük ve orta işletmenin de yok oluşunu beraberinde getiriyor.

AVM’lere ilgi sadece alışverişle sınırlı değil. Ünlü Fransız düşünür Jean Baudrillard, “yeni kamusal alanlar” diye adlandırıyor buraları ve şöyle tarif ediyor: “Birbiriyle anlamsal ve mekânsal olarak hiçbir ilişkisi bulunmayan atlıkarınca, buz pateni pisti gibi eğlence öğeleri, panoramik asansörler, yürüyen merdivenler gibi teknolojik öğeler; kemerler, kubbeler, köprüler gibi mimari öğelerin bir araya geldiği gerçeküstü mekân…”

Dışarıda yazdan kalma güneşli, güzel bir gün olsa da, bu gerçeküstü mekanın,bu “çağdaş panayırların” havasını teneffüs etmek üzere, AVM’leri dolduran kitlelerin hali, ayrı bir analiz konusu...


19 Kasım 2010 Cuma

1 Milyon Genç İşsiz, Eğitimsiz…


Mustafa Sönmez


Resmi işsiz sayısı 3 milyona yaklaşırken bunların 1 milyonundan biraz fazlasını (yüzde 34) yaşları 15 ila 24 arasında olan “gençler” oluşturuyor. Dışa bağımlılığı iyice pekişen, neoliberal-muhafazakar kapitalizm, en çok gelecek kuşakları tehdit ediyor; onlara ne doğru dürüst bir eğitim ne de istihdam verebiliyor. Ne yazık ki, AKP iktidarının vurdumduymaz anlayışı ile gençler, özellikle genç kadınlar için gelecek daha endişe verici bir görünümde.

Bizde, 15-29 yaş grubu genç nüfus içerisinde istihdamda ve eğitimde yer almayanların oranı OECD ülkelerine göre oldukça yüksek. Bu durumun kadınlarda erkeklerden daha belirgin olduğu, özellikle AKP iktidarının gayretleriyle, kadınlarda eğitim ve istihdamın dışında olma durumunun erkeklere göre daha kalıcı olduğu bir gerçek.

Eğitimde dünyada nerede durduğumuza ilişkin bir gösterge verelim: 2008 itibarıyla ortaöğretim ve daha üst seviyede eğitim alanların oranı Türkiye’de yüzde 30 iken, bu oran OECD ve AB-19 ülke ortalamalarında yüzde 72. Uçurumu görüyor musunuz? Türkiye’de 2009 yılında işgücünün yüzde 63,3’ü, istihdamın yüzde 63,7’si ve işsizlerin yüzde 61,1’i lise altı eğitim seviyesindekiler ve okur-yazar olmayanlardan oluşuyor. Bu kadar eğitimi düşük bir işgücü ancak tarımda, imalat sanayinin ucuz ücretli, emek-yoğun, tehlikeli alt sektörlerinde ve inşaat, ulaştırma, turizm gibi yine ucuz ücretli, emek-yoğun sektörlerde iş bulabilmekte. Sermaye de, eldeki bu bol ve ucuz emeği değerlendireceği sektörlere yönelmekte, dünyadaki işbölümünde üstlenilen rol de böylece belirlenmekte…
***
TÜİK’in Ağustos ayı işgücü-istihdam verilerinden gördük ki, genelde işsizlik oranı yüzde 11,4’e çıkarken 15-24 yaş genç nüfusta bu oran yüzde yüzde 21. Krizde yüzde 24 olan bu oran, sıcak para girişi kaynaklı yeniden büyümeye geçişle 2010 ağustos’unda ancak yüzde 21’e inebilmiş ve genç işsizlerin sayısına, kriz öncesine göre 100 bin kişi daha katılmış. Hele ki kentlere gelip tarım dışı işsizlikte gençlerin durumuna bakarsak, burada işsizliğin yüzde 26,4 gibi dehşetli bir boyutta olduğunu görürüz.




Kaynak:TÜİK veri tabanı

Resmi işsizlerin yüzde 34’ünü gençlerin oluşturması, içinde yaşadığımız keşmekeşin bir ürünü. Eğitimin ticarileştirilip, sosyal devlet hizmeti olmaktan çıkarılması ve içeriksizleştirilmesi, kalitesizleştirilmesi ile gençler, iş bulabilecek eğitimi alamıyorlar, bu bir. Çoğu aile, çocuğunu ilköğrenim sonrası okutamıyor. Hele ki, muhafazakar AKP’nin kararttığı bu ortamda, kız öğrenciler hemen “ev kızı” haline getiriliyorlar. Bu zinciri bir şekilde kırıp işgücü piyasasına çıkan genç kızlar ise, yüksekokul diploması sahibi değilseler, işsizliği derinden yaşıyorlar. Genç erkekler arasında yüzde 23’e yaklaşan tarım dışı işsizlik , genç kadınlar arasında yüzde 35’e yaklaşıyor. İstihdam imkanı bulmuş gençler arasında kadınların payı ancak yüzde 21…

***

Erkekler arasında 8 yıllık ilköğrenim sonrası ortaöğrenime devam edenler üçte ikiyi ancak buluyor. Yani eğitim maratonunda üçte bir nüfus ilköğrenim sonrası diskalifiye ediliyor. Ortaöğrenime devam, genç kızlar arasında yüzde 62’ye düşüyor. Dolayısıyla gençlerin çoğu, ellerinde ancak l ilkokul diplomasıyla iş aramaya çıkıyorlar. Liseyi bitirenlerin de diploması pek işe yaramıyor. Ama, işgücü piyasasında umutsuzca da olsa iş bakınıyorlar. Sayıları 4,7 milyona varan genç işgücü pazarında, iş bulabilenler 3,7 milyonda kalınca genç işsiz sayısı da 1 milyonu aşmış durumda. Bunların yaklaşık yüzde 60’ı genç erkeklerden, yüzde 40’ı genç kadınlardan oluşuyor. Toplamda Türkiye’de 3 milyon işsizin 1 milyonunu kadın işsizler oluştururken, kadın işsizlerin de 400 bini, 15-24 yaş grubundaki genç kadınlar…

Gençlik, gelecek demektir. Geleceğimizi gençlerin durumuna bakarak okuyabilir, nasıl bir karanlığa doğru yol aldığımızı anlayabiliriz. Tersi de mümkün; gençlerin, özellikle çalışan,çalışmak isteyen işçi gençliğin durumuna sağlıklı müdahalelerle, ancak onların öncülüğüyle birlikte geleceğimizi kurtarabiliriz…

17 Kasım 2010 Çarşamba

Söküğünü Dikemeyen Terzi: Gazeteci…


Mustafa Sönmez


Demokrasi,örgütlenme, ifade özgürlüğü, çalışan hakları denilince mangalda kül bırakmayan, demokrasi havarisi geçinen, ama iş kendisine geldiğinde bunların hiçbirini kendi için isteyemeyen, kullanamayan, kısaca, söküğünü dikemeyen terzidir gazeteci milleti…Mesela, bayramlarda, çok değil, 1992 öncesinde, gazeteciler de tatil yaparlardı. Geleneksel olarak büyük illerdeki gazeteci cemiyetleri, bayram gazetesi çıkarır, onu da “nöbetçi gazeteciler” ile üretirlerdi. Kaliteli bir gazete olmazdı ama en azından gazetecilere bayram tatili yapma fırsatı verirdi. Sonra ne mi oldu? 1992 Haziran’ında , Sabah’ın patronu Dinç Bilgin ve sağ kolu Zafer Mutlu, daha fazla kar hırsıyla bu geleneği bozdular. Biz bayramda gazetemizi çıkarmaya devam edeceğiz, dediler. Aydın Doğan ve öteki gazete sahipleri de “canımıza minnet” deyip buna karşı çıkmadılar. Sabah’ın patronlarının oyunbozanlığı ile bu gelenek bozuldu ve gazetecilerin çoğu, bayram günleri de çalışmaya mecbur kaldılar.

***

Sabah’ın eski patronları, kendi işyerlerine sendika sokmayarak da medyadaki yozlaşmaya tüy diktiler. Sabah, sendikalaşmaya izin vermezken, Doğan ve diğer patronlar da sendikalı çalışanları sendikadan istifa ettirdiler. Gazeteci milleti bu zorbalığa da karşı duramadı. İşyerine çağrılan notere tek tek giderek imza verdiler ve sendikasızlaştılar. O gün bugündür, “sendikasız demokrasi mi olur” mavrasını sıkan birçok gazeteci, konu medyaya sendikanın girmesi olduğunda hemen ortalıktan kaybolur. Genç gazeteciler de, ağabeylerin ucundan tutmadığı bu konuyu tehlikeli görür, işlerini kaybetmek korkusuyla sendikaya üye olmazlar. Bu arada, Sabah-ATV’de grev yapan 10 kadar çalışanın 14 aylık direnişi, diğer grup çalışanlarının umursamaz tavırlarıyla sürüyor…(*)

***

Örgütsüz gazeteciler, yasal haklarından bihaber oldukları gibi, haklarını kullanmayı da pek bilmezler. Mesela, medyada da işgünü 8 saattir. İşveren, günde ancak 3 saat”fazla çalışma” isteyebilir ama bu 3 saatin de ücretini yüzde 50 zamlı ödemek zorundadır. Mesai, saat 24’ten sonraya aitse, çalışma saati başına yüzde 100 zamlı ödeme yapılmalıdır. Nerede var bu uygulama? Özellikle görsel medyada 12-13 saat sıkı çalıştırır, zamlı filan da ödemezler fazla mesaiyi. Hatta mesai ödedikleri bile şüphelidir… Gazetecilere ulusal bayram ve genel tatil günlerinde yaptıkları çalışmaların ücretleri de yüzde 100 zamlı yapılmalıdır.

Şimdilerde köle emeği olarak stajyer istihdamı yaygınlaşıyor. Yasaya göre, yazı işlerindekilerin yüzde 10’unu aşmaması gerekir stajyer sayısı. Ama, birçok gazete,TV, stajyerlerle iş döndürür halde.

Basın yasası, gazetecinin deneme süresinin 3 ay olduğunu söyler ama aylar ayları kovaladığı halde kadrosu yapılmaz gazeteci adayının.

Çoğu gazeteci bilmez ama, patronların gazeteciye yılda bir maaş ikramiye vermesi, yasa gereğidir. Sonra, askere gidene askerlik süresince yarım maaş verilmesi de Basın Kanunu’nun tanıdığı bir haktır. Diğer işkollarından farklı olarak, gazeteci kendi isteğiyle- gazetenin çizgisi değişti iddiasıyla- zamanında bildirim yaparak işten çıkabilir ve ihbar-kıdem tazminatı da almaya hak sahibidir. Ama, örgütsüz ve bilinçsiz gazetecilerin çoğu bunu bilmez ve uygulamaya yeltenemez.

Bir yıllık kıdemi olan gazetecinin yıllık izni 4 haftadır ama kim o kadarını kullanabilir ? 10 yıl kıdemli ağabeyler bile hakları olan 6 haftayı kullanmaya “cüret” edemezler. Bu hakların hepsi, Basın Yasası’nın sağladığı “asgari” haklardır. Sendikalı olsalar toplu sözleşme ile bu hakları hem uygulatır hem de yasal hakları yukarı çekebilirler.

***

Medyada çalışanlarının bugünkü perişanlığının ardında, tabi ki, medya endüstrisinin büyümesi ile çalışanlar arasında özellikle 1990 sonrası artan hiyerarşi etkili oldu. Yayın yönetmenlerini şirket yönetim kuruluna alan, yazar ve editörlere ayrıcalıklı maaşlar ödeyen, “tetikçiliği” ayrıca ödüllendiren medya patronları, geri kalan medya çalışanları ile bu aristokratları ayrıştırdılar, yemek salonlarını bile ayırdılar.

Söküğünü dikemeyen gazeteciler, bu saatten sonra örgütlenebilirler mi? Umutsuz olmamak gerek ama, çok zor gibi. Sendikalaşarak dayanışmanın yerini, şimdilerde daha çok “klan” türü gruplaşma, bir tür medya içi cemaatleşme almış durumda. O da, grup, cemaat şefine mutlak itaati gerektiren bir çarpıklık yarattı. Yani neresinden tutsanız elinizde kalan bir durum var medyada…

(*) Basında sendikasızlığın öyküsü arkadaşım Atilla Özsever’in doktora tezidir ve Tekelci Medyada Örgütsüz Gazeteci başlığıyla, İmge Yayınları yayınlamıştır..

15 Kasım 2010 Pazartesi

Tatilde Çalışanlar, Haklarını Biliyorlar mı?


Mustafa Sönmez

Uzun bir tatil başladı. Hükümet, kamu çalışanlarını 15 Kasım’da idari izinli saydı. Böylece 4,5 günlük kurban bayramı, hafta sonlarıyla birlikte 9 güne çıktı. Biliyoruz ki, böyle tatillerde oteller, yeme-içme mekanları, mantar gibi çoğalan modern tüketim mabedi AVM’ler, yani alışveriş merkezleri, çağrı merkezleri, birçok ulaştırma firması, sinema,tiyatro, eğlence yerleri vb. açıktır ve oralarda da binlerce ücretli, herkes tatil yaparken, tatil-bayram dinlemez, çalışır, çalıştırılır. Çoluk çocuğuyla bayramda bile doğru dürüst birlikte olamaz, onlara zaman ayıramaz. Bayramın, tatilin tadını , keyfini çıkaramaz. Peki sair zamanlarda fazla çalışma yapanların yanı sıra, tatilde çalışanlar, bu “fedakarlığa” karşılık ne tür haklara sahipler, yasal hakları nelerdir?

Yasal olarak bir ücretlinin haftalık normal çalışma süresi 45 saattir. Bu süreyi aşan çalışmalar fazla çalışma olarak değerlendirilir. Fazla çalışma için, ücretli olarak yazılı onayınız şarttır. İşveren, istemiyorsanız, sizi fazla mesaiye zorlayamaz. İşveren onayınızı alsa bile, sizi, yılda 270 saatten fazla çalıştıramaz. Bu, yaklaşık haftada 5 saatlik bir limit demektir.

Gelelim fazla çalışmanın saat ücretine…Her bir saat fazla çalışmanın ücreti yüzde 50 fazlasıyla ödenmelidir. Bu, 4857 sayılı İş Kanununun 41’inci maddesinde belirtilir. Örneğin, bir AVM’de çalışan işçisiniz. Haftada 6 gün, günde 7,5 saat çalışma süresinin üstünde çalıştırıldığınız zamanın üstünde, her saatin ücretini yüzde 50 zamlı alma hakkına sahipsiniz. Bu size yasaların tanıdığı bir haktır. İşvereniniz bunu ödemezse yasayı çiğnemiş olur.

***

Ulusal bayram ve genel tatil günlerinde de işverenin çalışmanızı talep edebilmesi için önceden yazılı onayınızı almış olması gereklidir. 29 Ekim, 1 Ocak, 23 Nisan, 1 Mayıs, 19 Mayıs, 30 Ağustos, Ramazan Bayramı ve Kurban Bayramı, ulusal bayram ve genel tatil günlerimiz. 29 Ekim 1.5 gün, 1 Ocak, 23 Nisan, 1 Mayıs, 19 Mayıs ve 30 Ağustos 1’er gün, Ramazan Bayramı 3.5 gün, Kurban Bayramı 4.5 gün tatildir.

Bir tatil gününde fazla çalışma yapan bir işçiyseniz, bu çalışmanız karşılığında bir günlük fazla çalışma ücreti ödenmesi gerekir. Böylece, ulusal bayram ve genel tatil günlerinde çalışan işçi olarak, çalıştığınız her tatil günü için 2 günlük ücrete hak kazanırsınız. Ücretinizi aylık "maktu" olarak alıyorsanız, ve ulusal bayram ve genel tatil günlerinde çalışmanızı istemeliiri halinde, çalışılan her tatil günü için bir günlük fazla çalışma ücreti hakkınızdır. Örneğin Nisan ayında 23 Nisan genel tatil günü çalışma yapmayan ancak, onun dışında kalan tüm günlerde çalışan bir işçi 30 günlük ücrete hak kazanırken, 23 Nisan günü de çalışmışsanız, genel tatil çalışmasından dolayı ilave bir yevmiyeye hak kazandığından, 31 günlük ücreti hak edersiniz. Eğer, bu bayramda da çalışırsanız, her çalışma günü yevmiyesini yüzde 100 zamlı alma hakkına sahipsiniz.

Çalışanlar, isterlerse, fazla çalıştıkları sürenin karşılığını para olarak değil “tatil” olarak da kullanabilirler. 4857 sayılı İş Kanununun 41’nci maddesinde fazla çalışma ve fazla sürelerle çalışmada, işçi isterse zamlı ücret yerine, fazla çalıştığı her saat karşılığı 1 saat 30 dakikayı, serbest zaman olarak kullanabilir. Örneğin, bir haftada 5 saat fazla çalışma yapan işçi, dilerse-mesela- izleyen hafta, 45 saat yerine, 7,5 saat daha az, yani 37,5 saat çalışarak hakkını tahsil edebilir. Bu da yasal hakkıdır. İşveren, hak ettiğiniz serbest zamanı, size 6 ay içinde kullandırmak zorundadır. Daha fazla erteleyemez.

***

Bunlar iş yasalarının- sendikalı olsun olmasın- tüm ücretlilere tanıdığı haklardır. İşverenler, bu ödemeleri yapmazlarsa Çalışma Bakanlığı (calisma.gov.tr) web sitesine girin, teftiş ile ilgili birimlere ulaşın ve ilgililere şikayet edin. Ya da toplu olarak bir avukat bulun, vekalet verin, dava açın.

Diyebilirsiniz ki, “Şimdi bu haksızlığı gidereceğiz diye işimizden olmayalım. Patron kendisine dava açan bir işçiyi işte tutar mı?” Unutmayın, haklarınız için mücadele etmeden hiç bir şey kazanamazsınız. Ağlamayan bebeğe meme yok!...Hem korkmayın; Şikayet halinde yasa sizi koruyor. Eğer bir işçi, patronunu herhangi bir nedenle dava etmiş ve patron bu dava etme olayından sonra işçiyi işten çıkarmış ise bu "kötü niyetli" bir davranıştır. İşveren bu "kötü niyetli" davranış karşılığında diğer yasal haklarının yanında, ihbar tazminatının 3 katı kadar "kötü niyet tazminatı" öder.

Tatil yapanlara hoşça vakit, çalışanlara iyi mesailer dileğiyle herkese iyi bayramlar…

13 Kasım 2010 Cumartesi

Kış İşsizliği Döndü: Eylül’de 3 Milyon İşsiz…

Mustafa Sönmez

Ağustos ayının işsizlik-istihdam verileri, yaz sezonundan kaynaklanan istihdam artışının erken bittiğini ve hem genel işsizlik hem de tarım dışı işsizlikte tırmanmanın başladığını ortaya koyuyor. TÜİK verilerine göre, Temmuz’dan Ağustos’a işgücü ordusundan 94 bin kişi eksilmiş ve işi olan nüfus da 283 bin kişi eksilmiş. Bu durumda, işsiz sayısının 1 ayda 189 bin arttığı ve işsiz sayısının 2 milyon 971 bine çıktığı anlaşılıyor. Yani işsizlik oranı 1 ayda yüzde 10,6’dan yüzde 11,4’e çıktı. Tarım dışında işsizlik oranı da yine 1 ayda yüzde 13,6’dan yüzde 14,5’a çıkmış görünüyor.



Temmuz’dan Ağustos’a yaşanan 283 bin istihdam kaybının nerelerden kaynaklandığı, “kışa erken giriş”i de gösteriyor. Verilerden anlıyoruz ki, işini kaybedenlerin 100 bini tarımdan, 50 bini turizmden, 90 bini de inşaattan. Bunlar, mevsimlik sektör istihdamları. Yani 240 bin istihdam kaybı bu 3 sektörden, hem de erken vakitte yaşanmış durumda. İmalat sanayisinden de 48 bin kişi işini kaybetmiş 1 ayda. İmalat sanayinin bir ayda 50 bine yakın işçi çıkarmış olması dikkat çekici ve endişe verici sayılmalı.

***

Ağustos verilerinden hareketle, krizde yaşanan büyük daralmanın ardından, özellikle hızlanan sıcak para girişi ile büyüyen ekonominin kayıp istihdamı ne ölçüde geri getirdiği sorusunu tartışabiliriz. 2010 Ağustos’undan 2009 Ağustos’una, yani yeniden büyüme noktasından kriz noktasına bakacak olursak, 2009 yazında yüzde 13,4 olan işsizliğin 12 ay sonra ancak yüzde 11,4’e indiğini görüyoruz. Tarım dışı işsizlik de ancak yüzde 17’den yüzde 14,5’a inmiş durumda. Sayı olarak ifade edersek 2009 yazında 3 milyon 430 bine yaklaşan işsizlerin sayısı bu Ağustos’ta 2 milyon 970 bine inmiş. Yani 429 bin azalma olmuş krizden büyümeye geçişte.

Ancak, gerçek iş-istihdam kayıplarının telafi edilip edilmediğini anlamak için kriz öncesinin 2008 Ağustos’u ile bugünü karşılaştırmak gerek. Bunu yaptığımızda 2008 Ağustos’unda yüzde 10,2 olan işsizliğin , büyümeye geçilen bugünün ağustos’unda yüzde 11,4 olarak gerçekleştiğini, aynı dönemde tarım dışı işsizliğin de yüzde 12,9’dan yüzde 14,5’a çıktığını görüyoruz. Bu ne demektir? Bu, krizden büyümeye geçilse de işsizlik basamak çıkmış demektir. Yani kat edilen büyüme, beklenen istihdam artışını yaratamamış, kriz öncesine göre “resmi işsizler ordusuna” yaklaşık 470 bin kişi daha katılmış ve işsiz sayısı 2 milyon 970 bini bulmuştur. Eylül ayında sadece 30 bin işsizin eklenmesi ile Eylül işsiz sayısı 3 milyon kişiyi aşacaktır ve bu, bugünden bellidir.

***

Hükümetin, SGK prim yükünü üstlenerek işverenleri istihdama özendirmesi ile ilgili yeni bir paketten söz ediliyor. Yazılanlara bakılırsa, 200 bin kişinin istihdamı için 1 milyar 163 milyon TL’lik bir paket hazırlanmış.Böyle bir uygulama vardı zaten. 2 yıldır SGK’ya bütçeden böyle bir kaynak aktarılıyor. İşverenler, kadın ve genç istihdam ederlerse yüzde 5’lik primlerini devlet ödüyor. Bunun için bütçeden 2009’da 3,5 milyar TL, 2010’un 9 ayında da 2,7 milyar TL , bütçeden aktarılmış bulunuyor. Ne kadar işe yaradığı ortada. Bu teşvikler, belki genç ve kadın istihdamına tercihe yarıyordur ama toplamda işsizliği azaltmaya yetmiyor, yine öyle olacağa benzer.

12 Kasım 2010 Cuma

Sanayide Büyüme İddiası ve Ahmaklık…

Mustafa Sönmez

Ocak-Eylül döneminde, yani ilk 9 ayda sanayi üretiminin, 2009’un aynı dönemine göre yüzde 13,5 arttığı açıklandı. Bu durum, tek başına olumlu bir gelişme gibi görünse de, dış ticaret verileri ile birlikte analiz edildiğinde, hala olumluluktan sözedilebilir mi? Zor. Büyüme, sorunlu, kırılganlıkları artırıyor. Önce şu soruyu soralım: Sanayi, kriz öncesine dönülebildi mi? 2010’un ilk 9 ayında, sanayi üretiminin, kriz öncesinin hala yüzde 4 gerisinde olduğunu görüyoruz. İmalat sanayisini tek başına analiz edersek, hala yüzde 5 geride imalat. Özellikle sermaye mallarında, yani yatırım mallarında 2009’a göre yüzde 25’e yakın artış var ama kriz öncesine göre üretim, hala yüzde 20’ye yakın geride.



Kaynak:TÜİK sanayi üretim veri tabanı

Kriz öncesini geçebilenler, dayanıklı tüketim malları, yani otomobil, beyaz eşya, ev elektroniği, mobilya üretiminin, kriz öncesini geçtiğini görüyoruz. Bunda da ihracattan çok, tüketici kredileri musluğunun açılmasıyla, kışkırtılan taksitli satışlarla hızlanan iç tüketimin etkili olduğu söylenmeli.

***

Şimdi analize dış ticaret verilerini katalım ve soralım: Sanayinin niteliğinde, örneğin, ithalata bağımlılığında iyileşme var mı ? Bu sorunun cevabını araştırdığımızda, “eski tas, eski hamam”la karşılaşıyoruz. Sanayide ithalata bağımlılığın, cari açık yaratıcı özelliğin değişmediğini görüyoruz.

2010’un ilk 9 ayında ihracat 82 milyar dolara yaklaştı. Bu ihracat, 2009 düzeyini geçse bile kriz öncesinin yüzde 23 gerisinde. Bu yılın ilk 9 ayında ithalatın ise 130,5 milyar dolara çıktığını, dolayısıyla dış ticaret açığının 49 milyar dolara yaklaştığını görüyoruz. Yani, sanayide büyüme, ancak ithalat artışıyla gerçekleşiyor. Çoğunu sanayinin kullandığı , enerji ve enerji dışı ara malları ithalatı, ilk 9 ayda 94 milyar doları bularak toplam ithalatın yüzde 72’sini oluşturdu. İlk 9 ayın cari açığı ise 32,5 milyar doları buldu. Geçen yıl 10 milyar bile değildi. Bu yılın sonunda bu açığın 45 milyar doları bulması çok muhtemel.

Ahmak, ışıkla alevi karıştırır ve kendisini her yakanı güneş sanır, demiş Cenab Şehabeddin . Sanayide her tür büyümeyi olumlu sanıp, onun ithalat artışına, dışa açığa, cari açığa yol açma gibi bedellerini görmemek ahmaklık değilse, nedir?

10 Kasım 2010 Çarşamba

Zam ve Vergiye Rağmen ‘Ben, İçerim, Kime Ne?’

Mustafa Sönmez

AKP Hükümeti, içkiyi zam ve vergi ile adeta dövüyor, mahalle baskısı ile içki içmeyi caydırmaya çalışıyor. Bahçeşehir Üniversitesi’nin araştırma kuruluşu Betam, içkideki fiyat ve vergi artışlarını ortaya koyarken, tüketimin bunun etkisiyle azalma eğiliminde olduğunu öne sürdü. Fiyat artışı ve vergi artışları konusunda Betam’a katılmakla birlikte tüketimin azaldığı sonucunu paylaşmadığımı kendilerine bildirdim, okur ile de paylaşmalıyım. Aslında bunu, 8 Mayıs tarihli yazımda ifade etmiştim. Güncelleyerek yeniden ortaya koymak iyi olur. Çünkü, içki gibi politik ve ideolojik anlam yüklü bir malın pahalılaştırılarak tüketiminin caydırılıp caydırılmadığı önemli.

***

Betam, 2003 - Eylül 2010 döneminde TÜFE’nin yüzde 79 artmasına karşılık alkollü içecek fiyatındaki artışı yüzde 129 olarak belirlemiş.

Yine Betam’a göre, alkollü içeceklerden alınan ÖTV gelirlerinde de dönem boyunca hissedilir artışlar gerçekleşti. Alkollü içeceklerde yapılan son vergi değişikliği göz ardı edildiği takdirde bile, 2010 sonunda alkollü içeceklerin satışından elde edilen toplam ÖTV gelirinin, 2008 fiyatlarıyla, yaklaşık 2,5 milyar TL olacak. Bu rakamlar, analize konu dönemde yüzde 64 oranında reel ÖTV gelir artışına işaret ediyor.

Peki zamlar, vergiler içki tüketimini azalttı mı? Betam, tüketim ayağında TÜİK’in Hanehalkı Bütçe Anketi ve TÜİK’in üretim, tüketim verilerini kullanarak, biraz da sinekten yağ çıkararak, tüketimin azaldığı sonucuna varmış. Oysa, bir başka güvenilir kaynağa bakılsaydı, resmin daha net görüntüsü elde edilebilirdi. Kısa adı TAPDK olan Tütün Alkol Piyasası Denetim Kurulu verilerine bakılırsa, Türkiye’nin içki tüketimi pek de azalmıyor. Nüfusumuza ek olarak konaklayan 20 milyon küsur turisti de hesaba katsak bile tüketimde azalma eğilimi çok yavaş. Rakı, şarap, bira, Türkiye’de en çok tüketilen içkiler. 2004’te rakı tüketimi 42 milyon litre iken, izleyen yıllarda biraz dalgalanmış ve en son 2009’da 42,2 milyon litre olmuş. Yani nüfus artıyor ama rakı tüketimi yeterince artmamış. Ama bu arada şarap ve biranın tüketimi hızlanmış görünüyor. Esas patlama birada. 2004’te 761 milyon litre olan bira tüketimi, özellikle son 3 yıl hızla arttı ve 2009’u 825 milyon litre ile kapattı.




Kaynak:TAPDK veri tabanı

İçkide eğilim, rakıdan şarap ve biraya doğru . Muhafazakar AKP iktidarı, fiili yasaklamalar, mahalle baskıları ile içki satan yerleri, lokantaları sindirse de genelde, “içmeye devam!” deyip Türkiye halkı içkide pek geri adım atmamıştır. Bu durum 2010’un ilk yarısında da fazla değişmemiştir. 2010’un ilk yarısında 469 milyon litreye yaklaşan tüketim, 2009’un aynı dönemine göe yüzde 1,5 azalsa da bu, dikkate alınacak bir gerileme değildir. Hatta, rakı ve şarap tüketimi artmıştır. Bu arada, artan içki fiyatlarına gücü yetmeyen gençlerin hap kullanımına yöneldiği iddiası üstünde hassasiyetle durulmalıdır. Kaçak içki üretim ve tüketimi bir başka tehlikeli eğilimdir.

***

AKP iktidarı, zam ve vergi politikalarıyla, özelleştirme furyasıyla, temel damak tadımız olan , rakıyı daha da metalaştırmış, “sulandırmıştır”. İçilebilir rakı pahalı hale gelince, gücü yetmeyen, rakı hayal ederek, biraya dayanmıştır. Herşeye rağmen, halkın tercihi Kul Nesimi’nin dediği gibidir:


Sofular haram demişler/Bu aşkın şarabına/Ben doldurur ben içerim/
Günah benim kime ne…

8 Kasım 2010 Pazartesi

Kriz ve Kurtlar Sofrası

Mustafa Sönmez

2008 sonunda başlayıp 2009’a uzanan küresel kaynaklı krizimizin, özellikle büyük sermaye kesiminde fazla memnuniyetsizlik yaratmaması, onu, 2001 ve 1994 krizlerinden ayırt eden önemli bir özellik. Hatırlayın, hem 1994 hem de 2001 krizlerinde, yük, her krizde olduğu gibi, ücretli sınıfa, emeklilere, esnafa, tarımdaki küçük üreticiye yıkılırken büyük banka, holding, sanayi şirketleri arasında da, bu kurtlar sofrasında da güçsüz düşenin güçlüye yem olması hadiseleri yaşandı. Bu yıllarda bazı sermaye kesiminde şikayetler, sızlanmalar yükseliyor, firmalar, bankalar sektöründe iflaslar, el değiştirmeler, birleşmelerle sermaye yeniden yapılanıyordu. Özellikle kriz konjonktürlerinde hızlanan bu süreci, Marks, , “Kapitalistlerin kapitalistler tarafından mülksüzleştirilmesi” olarak adlandırır.

Çiller Başbakanlığında yaşanan 1994 krizi öncesi, yüksek tutulan faizin çektiği sıcak para, tıpkı bugün olduğu gibi ,TL’yi aşırı değerlendirdi, düşük kur, ithalatı kamçıladı ve hızla cari açığı büyüttü. Açığın finanse edilemez boyuta erdiği fikri sıcak paraya hakim olduğu anda, dışa kaçışlar başladı ve IMF’ye müracaat , yüksek oranlı devalüasyon kaçınılmaz hale geldi. Bu kur şoku, döviz açığı olan birçok bankanın tökezlemesine yol açtı. 1994 krizinde, İbrahim Betil’in Bank Ekspres’ini Doğuş aldı. Çukurova ve Eliyeşil Grubu’na ait İmpex Bank, Lapis Holding'ini sahibi olduğu TYT Bank, battı. Netbank, Besim Tibuk tarafından önce Atilla Uras'a satıldı ve adı Marmara Bank olarak değiştirildi ama o da 1994 krizinde battı.

***

Asıl deprem ise 2001 krizinde yaşandı. Ceylan Grubu’nun Bank Kapital’i, Kamuran Çörtük’ün Bayındırbank’ı, Cıngıllıoğlu ailesinin Demirbank’ı, Murat Demirel’in Egebank’ı, EGS Grubunun Egsbank’ı, Tarişbank, Cavit Çağlar’ın İnterbank’ı, Erol Aksoy’un İktisat Bankası, Zeytinoğlu’nun Esbank’ı, Dinç Bilgin’in Etibank’ı, Süzer’in Kentbank’ı, Yaşar Grubu’nun Tütünbank’ı, Gariboğlu’nun Sümerbank’ı, Sürmeli Ailesinin Sitebank’ı, Halis Toprak’ın Toprakbank’ı, Çukurova’nın Pamukbank’ı ve birkaç banka daha devlete, TMSF’ye devredildi. TMSF, 20’yi aşan bu bankaların zararları için Hazine’den 30 milyar TL’ye yakın kaynak kullandı. IMF’den borçlanılan ve faizleriyle 50 milyar TL’yi bulan bu kaynak, uzun yıllar, iç borç ana para ve faizleri biçiminde topluma ödetildi. Nasıl? Bütçe disiplini adı altında halktan daha çok vergi alıp halka daha az harcama yapılarak. Bankaları hortumlayanlara kayda değer bir ceza gelmezken, el konulan bankaların bazıları birleştirilerek yeni alıcılarına satıldı. Mesela Yapı Kredi Koç’a, Bank Ekspres Tekfen’e, Sitebank Yunanlı bir bankaya satıldı. Bir banka da Oyak’a verildi. Uzanlara ait banka ve şirketlere operasyon ve Uzanların mülksüzleştirilmesi ise RTE iktidarına nasip oldu. Bunlar, belki de Türkiye sermaye birikimi tarihinin en büyük çaplı sermaye içi, eleme, el değiştirme operasyonlarıydı. Kurtlar sofrasındakilerin bir kısmı, kurulmakta olan AKP’ye destek verirken RTE’den de beklentilerini saklamadılar(*).

***

Finans sektöründeki 2001 operasyonlarının da etkisiyle 2008-2009 küresel krizinin sert dalgaları, Türkiye’nin bankacılık kesiminde pek tahribat yaratmadı ama sanayi firmaları, ciddi yaralar aldılar. Anadolu’da, özellikle Denizli’de iflaslar yaşandı. Kapasiteler yüzde 50’lere gerilerken, sıkıntı olduğu gibi çalışanlara yıkıldı. Krizin başlangıcında işini kaybedenler 1 milyona ulaştı. İşte tutulanlara da eski, hatta düşürülmüş nominal ücretlere boyun eğmeleri dayatıldı. AKP iktidarı, büyük bütçe açıklarını ve kamu borçlanmasını göze alarak kamu kaynaklarını, krize karşı yangın söndürücü olarak kullandı. Bu sayede sermaye kesiminde ciddi dökülmeler yaşanmadı. ÖTV-KDV indirimleri, bazı vergi muafiyetleri, sübvansiyonlu kredi kullanımı, sigorta primlerine destek, artırılan kamu harcamaları vb. önlemler, irili-ufaklı birçok firmanın iyi-kötü ayakta kalmasına yaradı. Dahası, toplamı 16 milyar doları bulan ve ödemeler dengesine “net- hata-noksan” olarak geçen, kaynağı belirsiz döviz girişi, kur şokunun erken atlatılmasında etkili oldu. Sermaye içinde, bazı ihracatçıların, izlenen kur politikasından hoşnutsuzlukları ise AKP havuzunda yumuşatılıyor, başka parti adreslerine taşırılmıyor.

Bu dönemde, kapitalizmin “doğal seleksiyonu” için yeterli iklim oluşmasa da AKP iktidarı, tercihleriyle sermaye içinde farklılaşma yarattı. Bu, özelleştirmelerden, belediye,TOKİ yatırımlarından, kamu satın almalarından, islami burjuvaziye daha çok öncelik verilmesi biçiminde gerçekleştirildi. Kollama ve batırmanın en bilinen örneklerini ise Çalık ve Doğan Grupları oluşturdu. Çalık’a, Sabah-ATV kompleksi TMSF, Ceyhan rafineri lisansı EPDK marifetiyle verilirken biata direnen Doğan Grubu, vergi cezaları ile önemli ölçüde küçültüldü.

(*) Detay için bkz: M. Sönmez,Filler ve Çimenler,İletişim Yayınları, 2003

6 Kasım 2010 Cumartesi

Doğan’a Neler Oldu? Medya Verdi, Medya Aldı…

Mustafa Sönmez

Doğan Grubu’nun, tarihindeki en büyük operasyonu, Özelleştirme İdaresi’nden Petrol Ofisi’ni alması olmuştu. Bu alımda, başlangıçta İş Bankası en büyük payandaydı. Kamu bankası Vakıflbank’tan kullanılan kaynaklar da önemli bir yer tutmuştu. Petrol Ofisi ve müstakbel enerji yatırımları, Doğan için “Yeni vizyon”du. PO’ya kısa sürede Avusturya enerji devi OMV ortak alındı. İş Bankası da PO’daki hisselerini Doğan’a sattı ve çekildi. Hedefte rafineri kurmak vardı. Koç’un talip olduğu Tüpraş’a bile niyet edildi ama olmadı. Bu kez, Ceyhan’da kurulacak rafineri hedef seçildi. Ayrıca, elektrik dağıtım özelleştirmelerine dair planlar yapılıyordu.


2007 öncesine kadar genelde TÜSİAD’ın, özelde de Doğan’ın AKP ile ilişkileri pek de şeker renk olmadı. TMSF, Uzan’ın Star TV’sini bile verdi Doğan’a. Emekli Sandığı’nın Hilton’u, Ray Sigorta da özelleştirme ile alınmıştı. Ama, 2007 sonrası hava değişti. RTE, “Esas gündem”ine Doğan medyasından destek görmedikçe, içinden, Aydın Doğan’a, “Dur kendime yer edeyim, bak sana neler edeyim” diyordu herhalde. Doğan, yavaş yavaş AKP’den dirsek yemeye başladı. Ceyhan rafinerisi için lisans talepleri geri dönüyordu. Ortak OMV’nin kulağına fısıldandı; “Doğan’ı bırak, git Çalık’la anlaş” …OMV, Kuzey Irak’ta da faaldi, PO ortaklığı yetmiyordu. Irak petrolünü işleyecek rafineri peşindeydi.Ama , Doğan ortaklığı, ayak bağına dönmüştü.

Elektrik dağıtımı özelleştirmesinde de Doğan’a hiç umut verilmiyordu. Dahası üst üste vergi denetimleri ile sindirme zamanı gelmişti. Aydın Doğan, önceleri “Kültürümüzde biat etmek yok” filan dedi ama, yumruklar insafsızca karın boşluğuna indikçe, gardı düşmeye başladı. Milyarları bulan vergi cezaları ile Doğan bunaltıldı. Bu vergi dayağı, “herkese ibret” olarak kullanıldı. TÜSİAD’daki yoldaşları, Arzuhan Doğan’ın başkanlığına rağmen, “sınıf dayanışması” gösteremeyip sindiler.

***

Doğan’ın, medya ve medya dışı işlerini büyütmesinde medyadaki hakimiyeti tabi ki etkili olmuştu. İş Bankası’ndan 1990’ların başında Dışbank’ı alırken medya forsu elbette önemliydi. Dışbank, kısa sürede büyütülüp Fortis’e satılmış, hedeflenen elektrik özelleştirmeleri için büyük nakit istiflenmişti . Sonra, PO’nun Özelleştirme İdaresi’nden alınması, medya dükası olmasa mümkün olur muydu acaba?

2000’li yılların ortasında öyle bir Doğan Grubu vardı ki, medyanın, toplam cirosundaki payı sadece yüzde 20 idi ama esas para Petrol Ofisi’nden geliyordu. Ama gün olup kazandıran medya, şimdi başa bela olacaktı. Silah geri tepmişti. RTE, insafsızca bileğini büküyordu Aydın Bey’in…Artık küçülme , zamanıydı .

Özelleştirme’den alınan Petrol Ofisi’ndeki payların diğer ortak Avusturyalı OMV’ye satışını, yine özelleştirme ile Grub’a katılmış Ray Sigorta’nın Avusturyalılara satışı izledi. Doğan’ın Hilton’u büyütme projesi ile ilgili hayalleri suya düştü. Geride ne kaldı? Medya? Onun toplam cirodaki payı yüzde 20 idi. Hem de medya kar getiren bir alan değil. Doğan’ın, Hürriyet ve Kanal D dışında karda olan medya şirketi olduğunu sanmıyorum. Şimdi, daha büyük medya şirketi satışlarına hazırlanıldığı konuşuluyor.

Uzatmayalım; Türkiye’de günümüzün medyası , kar saiki ile hareket eden yabancıların, hatta yerlilerin heves edeceği bir sektör değil. Fox’u, CNN’i hatırlayın. Geldiler de ne oldu? Hele ki medyanın –şimdilik- yarısının Fethullah Gülen cemaatince , AKP iktidarınca, RTE’nin doğrudan müdahalesiyle ele geçirildiği ve politik hedefler doğrultusunda fütursuzca kullanıldığı bir alan durumuna getirildiği hatırlandığında...Bu verili şartlar altında, Doğan medyasına bu saatten sonra talip olacakların, medya endüstrisinin sağlayacağı ekonomik getirileri değil , politik bilançoyu hesaba katması kaçınılmazdır. Böyle bir alıcı, baştan ya AKP’ye biat edecek, onu rahatsız etmeyecek biri olacak ya da Doğan’dan daha dişli biri olacak. Çatışmayı göze alacak. Olmazsa ne olur? Bu kez Doğan’a, medyada da iyice küçülmekten başka yol kalmaz. Bu da AKP iktidarını ziyadesiyle memnun eder ama onların da unutmamaları gereken bir Arap atasözü var: Men dakka dukka...(Çalma kapım, çalınır kapın…)

5 Kasım 2010 Cuma

Mutfakta Enflasyon Kaynıyor…

Mustafa Sönmez

Ekim’den Ekime 12 aylık tüketici fiyat artışı yüzde 8,6’yı buldu. Merkez Bankası, 2010 için yüzde 6,5 enflasyon hedefi koymuştu ama yılı yüzde 7,5 ile bitirmeye razı. Acaba böyle bitecek mi yıl ? Ekim’de fiyatları en çok yukarı çeken mal grubu giyim-ayakkabı oldu. Yeni sezonluk giyim-ayakkabı fiyatları Ekim’de yüzde 7,6 arttı. Giyimdeki fiyat artışı, Kasım’da da sürebilir ama genelde sürmez. Giyimin enflasyon borusu yılda iki kez öter, o kadar. Ama gıda için öyle konuşamayız. Gıda fiyatlarının, önlenemez yükselişi sürüyor ve 3 aydır, ayda ortalama yüzde 4’lük artışlar gösteriyor. Gıdada 12 ayın fiyat artışı da yüzde 15’e yaklaşmış durumda.



***



Gıda fiyatlarının seyri, özellikle alt-orta gelir grupları için enflasyonun seyri demektir. Çünkü, gıda-içecek, alt-orta gelir gruplarının bütçesinde yüzde 35 dolayında yer tutar. Böyle olunca, bize yıllık yüzde 8,6 olarak açıklanan resmi enflasyon ve yüzde 14,6 olarak açıklanan resmi gıda fiyatları , nüfusun çoğunluğunu oluşturanların hissettiklerinin altında rakamlardır. Bu kesim, hem genel fiyatları, hem de bütçesinin en önemli kısmını götüren gıda fiyatlarındaki artışa daha duyarlıdır.





Keza, alkol ve sigara tüketenler açısından da bu kalemlerdeki fiyat artışları önemlidir. İçki ve sigara fiyatları son 12 ayda yüzde 24’e yakın artış göstererek tiryakilerin canını fena yakmıştır.
Gıdanın, yani sebze-meyve, et vb. deki fiyat artışları, lokanta yemeği fiyatlarını da yukarı çekmekte, dışarıda yemek yemenin faturası hızla kabarmaktadır.

Alt-orta sınıflar için mutfaktan sonra, en önemli harcama kalemi, konut harcamalarıdır. Yani, kira, su, elektrik, gaz harcamaları. Aileler, bütçelerinin yüzde 32’sine yakınını barınmaya ayırırlar. Bu kalemdeki fiyat yükselişlerini derinden yaşarlar. Yine ulaştırma için harcamalar bir diğer önemli halk tüketim kalemidir ve bütçedeki payı yüzde 15’e yaklaşır. Konut ve ulaştırmada fiyat artışları , şimdilik genelin altında seyrediyor. Buna neden de özellikle ham petrol, doğal gaz fiyatlarının düşük seyridir. İthalatla karşılanan bu enerji kaynaklarının fiyatları, dünyadaki krizin etkisiyle düşük seyrediyor. Yarın, bu enerji fiyatlarının başını kaldırması halinde, umulan tek haneli, hele ki 2011 ve 2012 için hedeflenen yüzde 5-5,5’luk enflasyon hedefleri hayal olur.

***

Enflasyon, iyi-kötü, geliri olanlar için önemli. Memur,işçi, emekli, aldığı maaşın, ücretin, çarşıda pazardaki mal ve hizmetlerin ne kadarına yettiğine bakar. Tarım üreticisi, ürün geliriyle ne kadar tüketebildiğine bakar. Ev sahibi, kira geliriyle ne alıp ne alamadığına bakar. Bankadan faiz geliri alıp onunla geçinmeye çalışan, faiz gelirini, TÜFE artışıyla kıyaslar, onun altında mı üstünde mi kaldığına bakar. Ya işsizler, yani hiç geliri olmayanlar? Onların resmi sayısı 2,7 milyon. Sayılmayanlarla beraber, gerçek işsizler 6 milyona yaklaşıyor. Yani 6 milyona yakın bir nüfus var ki, iş bulmak, para kazanmak istiyor ama bulamıyor. Gelir olmadıktan sonra, fiyatlar düşmüş, artmış, onlar için fark etmiyor…İşte esas hiç unutulmaması gerekenler onlar ve bakmakla yükümlü oldukları aileleri...

3 Kasım 2010 Çarşamba

Vur Ücretliye, Emekliye…



Mustafa Sönmez

Ekonominin büyümekte olduğunu, işsizliğin hız kestiğini, ihracatın arttığını iddia edenler, nedense madalyonun öteki tarafı ile yüzleşemiyorlar. İhracat artıyor da, ithalat ne oluyor acaba? Krizde işini kaybedenler, yeniden işe başlıyorlar da hangi ücretten başlıyorlar? Sayıları 8 milyona yaklaşan memur-işçi emeklileri kaç parayla, nasıl geçiniyorlar acaba?

Devlet Planlama Teşkilatı (DPT), her 3 ayda bir kez, sanayi ücretlilerinin enflasyon öncesi ve sonrası ücretlerini hesaplayarak “birim sanayi ücret” endeksini yayımlıyor. Görüntü ne biliyor musunuz? Küresel krize girilen 2008’in sonbaharından sonra sanayi ücretleri dehşetli gerilemiş ve yeniden büyüme yaşanan son 3 mevsimde de eski düzeyine dönememiş. Buradan da anlıyoruz ki, Türkiye bugün sıcak para girişi ile bir üretim yapıyorsa ve bunun bir kısmını ihraç edebiliyorsa, bu ancak ve ancak sanayi işçisinin ücretleri geriletilerek yapılıyor. 2010’un ikinci çeyrek gerçek birim ücretlerinde kriz öncesine göre yüzde 13 gerileme var.



Kaynak:DPT,TÜİK

Çakma ihracatçılar ihracatlarıyla boşuna övünüyorlar her ay... Gerçek ücretleri, insanları işsizlikle korkutup yüzde 13 oranında gerileterek, bundan rekabet gücü buluyorlar. Yine de düşük kar marjlarıyla satış yaparak ayakta kalmaya çalışıyorlar. Ücretlinin sırtına vurarak ihracat yapmanın neresiyle övünür insan? Sanayi işçilerinin sayısı öyle, böyle değil, 5,5 milyonu buluyor. Yani yaklaşık 13 milyon tarım dışı ücretlilerin yüzde 40’ı. Sanayi işçisinin gerçek ücretlerinin geriletilmesi gerçeği, çoğu ticaret ve hizmet ücretlileri için de söz konusu. Bu nasıl oluyor? Basit: Ücretli sayısı 13 milyon ama , sendikalı sayısı 3 milyonu, toplu sözleşme yapan sayısı 1 milyonu bulmuyor. Sendikalar kuyruklarını kısıp oturuyorlar. Sevsinler böyle sendikasız demokrasiyi…

***

Sefalet, emekliler için farklı mı? Sayıları 2 milyona yaklaşan ve 5 milyon nüfusu geçindiren memur emeklileri ortalama bin 80 TL maaşla geçinmeye çalışıyorlar. Sayıları 5,5 milyonu bulan işçi emeklilerinin aylıkları ne kadar dersiniz? Ortalama 780 TL…Ve baktıkları aile ferdi sayısı yaklaşık 10 milyon…Düşünün, 1080 TL aylıklı 2 milyon memur emeklisi 5 milyonluk ailesi ile; 780 TL aylıklı 5,5 milyon işçi emeklisi yaklaşık 10 milyon nüfus ailesi ile geçinmeye çalışıyor. Ve gerçek ücretlerin bu kadar geriletildiği, emeklilerin bu kadar sefil emekli maaşına talim ettirildikleri bir ülkede, her şeyin güllük gülistanlık olduğu ve dünyanın bu ülkeye gıpta ile baktığı arsızca konuşuluyor, yazılıyor, çiziliyor…Edep yahu!...

1 Kasım 2010 Pazartesi

BÜYÜK KENTLERDE, İSTANBUL ARENASINDA SINIF MÜCADELESİ…

MESELE DERGİSİ, KASIM 2010 SAYISI

MUSTAFA SÖNMEZ

Kentsel dönüşüm projelerine bir milat vermek gerekiyorsa, sanırım bunu da 24 Ocak 1980 kararlarına bağlamak gerekiyor. Bugünün projeleri o günden öngörülüyordu ve buna uygun olarak siyasi bir rota çizildi. Siz bu süreci nasıl tanımlıyorsunuz?

1980, hem dünyada hem Türkiye’de ekonomik , politik,kültürel, tam bir dönüşüm sürecine işaret ediyor. Sermaye birikiminin kaynağı değişmese de kulvarı değişiyor. 80 öncesinde daha çok sanayi üzerinden artı değer elde edilir, sanayi üzerinden birikim sağlanırken sonrasında sanayiden ziyade finansallaşma üzerinden spekülasyon ön plana çıkıyor ve birikim bunlar üzerinden devam ediyor.

Bu kulvara geçişi özetleyebilir miyiz? Ne oldu, kapitalizm nerede tıkandı da sermaye birikimi sanayileşmeden finansallaşmaya yöneldi?

Kapitalizm, sürekli biriktiren bir üretim biçimi. Biriktirdikçe de sermayenin belli bir yerde, belli kâr oranlarını koruması gerekiyor ama öyle bir an geliyor ki biriktirdiği sermayeye göre elde ettiği kâr oranı -bulunduğu sektör ve emekle olan ilişkileri itibariyle- düşmeye başlıyor, o zaman kriz hali yaşıyor ve bunu aşmak için kulvar değiştirmesi, emekle olan ilişkisini, bölüşümü, sermayenin kendi içinde iş bölümünü gözden geçirmesi gerekiyor ve dünya kapitalizmine hükmedenler, dünyadaki iş bölümünü değiştiriyorlar. 80 sonrası, dünyada sanayi, metropol diye bildiğimiz merkezlerden, ağırlıkla Asya’ya doğru kaydırıldı. Kâr oranı düşmüş sektörler ya da o sektörlerin emek yoğun kısımları, kirli sanayiler, yavaş yavaş Asya’ya; Güney Kore’ye, 90’dan sonra da Çin ve Hindistan’a kaydırıldı. Bunların arasında Türkiye de var. Sanayi bu şekilde çevre ülkelere kaydırılırken merkez ülkeler, kendilerinde daha çok finans sektörünü, bilişim, iletişim gibi kâr oranları yüksek sektörleri ya da sanayinin katma değeri daha yüksek kısımlarını- planlama, tasarımla ilgili aşamalarını- alıkoydular.

Türkiye’de nasıl bir kaydırma yapıldı, sanayi kendisine nasıl bir yol çizdi?

Türkiye 80 öncesinde daha çok ithal ikameci bir sanayileşme çizgisi izliyordu. Gümrüklerle korunuyordu, devlet himayesinde bir bebek sanayi yaratılıyordu. 60’larda palazlanan, 70’lerde olgunlaşan sanayi ile büyük sermaye, hatırı sayılır bir birikime ulaştı. Bu sermaye yavaş yavaş İstanbul’dan çevre illere, Adapazarı, Bursa, Kocaeli, Tekirdağ’a doğru yayıldı. Yatırımlarının büyük ve kârlı kısımlarını elinde tutarak, kârsız kısımlarını Kayseri, Denizli, Antep gibi kentlerdeki KOBİ’lere bıraktı, yeni bir yapılanmaya yeni sektörlerde yoğunlaşarak geçti. Büyük sermaye, ağırlıkla finans,enerji, AVM, plaza işletmeciliği, İstanbul rant yatırımlarına daha çok yönelirken karlılığı düşmüş sanayileri küçük ve orta işletmelere bıraktı.

Sanayinin mekânları İstanbul’dan kaydırınca gecekondularda oturan işçilere de ihtiyaçları kalmadı, gözler onların yaşadığı yerlere çevrildi…

O döneme kadar- 70’ler- sanayide birikimin elde edilmeye başlandığı döneme kadar, büyük sermaye kent toprağına bu kadar göz koymamıştı, kırdan gelenlerin kent toprağını gecekondu için işgal etmeleri pek de umurlarında değildi. Tersine bu işlerine geliyordu. Konut meselesini bir şekilde halletmiş olan işçinin ücret talebi de ona göre düşük olacaktı. Dolayısıyla gecekondulaşmayla o dönemin sanayileşmesi arasında bir uyum vardı. Hükümetler de oy kaygısıyla buna göz yumuyorlardı. Özellikle İstanbul, Ankara ve İzmir’de kent dokusu daha çok sanayinin, ticaretin ön planda olduğu, fabrika çevrelerinin gecekondularca kuşatıldığı bir görünüme sahipti. İstanbul için konuşursak Zeytinburnu, Haliç, İstinye, Beykoz, Paşabahçe , Mecidiyeköy ve Levent’teki ilaç endüstrisinin arka semtleri Gültepe,Seyrantepe, Anadolu yakasında Maltepe, Kartal,Tuzla, Pendik, Fikirtepe vb. önemli gecekondu bölgeleriydi.

Bu 80 sonrası ters yüz oldu. Büyük özelleştirme ihalelerinden en kârlı olanlarını alan sermaye, İstanbul’u da bir küresel kent olarak dünya ekonomisine eklemleme ve onun rantından faydalanma noktasına geldi. İstanbul’u mümkün olduğu kadar sanayiden arındırılmış, hizmet, finans, turizm, kültür -medya endüstrilerinde uzmanlaşmış bir metropol olarak tasarlamaya,dönüştürmeye başladı. Tam da burada, eski sanayi işçilerinin işgal ettiği, kentin eski ama merkezde olan, Tarlabaşı, Tophane, Haliç, Levent aksı üzerindeki gecekondu mahallelerinin arsaları hızla değer kazandı. Aynı şekilde Ankara, İzmir gibi büyük kentler de kent rantı üzerinden ön plana çıkmaya başladı.

Kentsel dönüşüm adı altında bu eski alt sınıf mekânlarının, bu mekânlarda oturanların tahliyesi gündeme geldi. Mutenalaştırma, soylulaştırma yoluna gidildi, üzerlerine gökdelenlerin, alışveriş merkezlerinin, muhtelif lüks konutların, sitelerin yapılması planlandı. Aynı ölçüde olmasa da Ankara ve İzmir de bu süreç yaşandı, yaşanıyor. İzmir’de Kadifekale gibi yoksulların yaşadığı bölgeler, Ankara’da havaalanına giden yolun iki tarafındaki gecekondular, Mamak, Dikmen vadisi bu kapsamdaki alanlardı. Kentsel dönüşüm adı altında kent arsasını daha çok metalaştırmak ve onun üzerinden büyük birikimler elde etmek üzere bir yol açıldı, bugün de bu yol üzerinde devam ediyoruz.

Söz konusu yıllar için, yani altmışlar, yetmişler için İstanbul’a bir sanayi kenti diyebiliyor muyuz? Sanayiden finansal alanlara kayan şirketler nasıl bir rota izlediler?

Elbette bir sanayi kentiydi ama mesela otomotiv sanayinin, petrokimya sanayinin kurulması aşamasına gelindiğinde- bütün o sanayileşme tarihinde- anlaşıldı ki bunlar İstanbul’a kurulamaz, İstanbul bunu kaldırmaz. O dönemlerde holdinglerin merkezi İstanbul’daydı ama otomotiv Bursa’daydı, petrokimyayı Kocaeli’ne yaptılar. Ama bunlar coğrafi olarak yakın olduğu için İstanbul’dan idare ediliyor. Büyük holdingler –Koç, Sabancı- esas olarak sanayiciydiler. Sermayelerini sanayiye yatırıyorlardı ve birikimi öncelikle oradan sağlıyorlardı. Sonra ne oldu? Şu an Koç kendisini daralttı. Tüpraş’ı özelleştirmeden aldı. Tüpraş, otomotiv, finans –Yapı kredi- beyaz eşya duruyor, diğer pek çok şeyden çekildi. Sabancı’ya bakınca; finans- Akbank-, biraz sanayi -lastik- ve enerji var. O da bu şekilde yapı değişikliği geçiriyor. Diğer gruplara tek tek bakınca da durum böyle. Vestel mesela, elektronik sektöründen birden karayollarının binasını alıp Levent’te devasa bir gökdelen yatırımına girişti. İş Bankası- Eczacıbaşı, Levent’te Kanyon’u yatırım olarak seçtiler. Levent-Maslak-aksındaki büyük gökdelenlere, alışveriş merkezlerine baktığımızda esas olarak büyük sermayenin yatırımları olduğunu görüyoruz.

Şimdi gündemde Haydarpaşa ve Galataport var. İstanbul’u bir finans merkezi yapmaya yönelik niyetler var. Turizmde de hatırı sayılır yatırım var. Nitekim son on yıldır İstanbul’a baktığımızda yatırım alanı olarak inşaatı görüyoruz, büyük alıveriş merkezleri, büyük konut siteleri, gökdelenler; geleceğe dönük olarak da Galataport gibi daha büyük çaplı işler… Dolayısıyla yoksulların, dar gelirlilerin işgal ettiği kent merkezindeki alanlar da İstanbul dünya ekonomisinde nereye, nasıl konumlandırılıyorsa ona uygun yerler haline getirmeye çalışılıyor. Medya ve kültür endüstrisi için Beyoğlu seçilince, Beyoğlu’nun arkasında Galata’nın mutenalaşmasını gördük, bu yavaş yavaş Tophane’ye seyretti, şimdi Tophane’den Salı Pazarı’na doğru inecek ve Galataport projesi ile bütünleşecek. Yani bütün bu alan öngörüldüğü gibi medya ve kültür endüstrisinin, eğlence endüstrisinin mekânı haline gelecek. Dolayısıyla orada bütün-onlara göre-köhne yapılar, alt ve orta sınıfların oturduğu yapıların hepsinin dönüşümü gerekiyor!

Dönüşümde öncelik tanınan yerler de sözünü ettiğiniz yerler, Balat, Galata, Tarlabaşı, Tophane… Baktığımızda hemen hemen dönüşümle paralel dönemde bu semtlere önce sanatçı ve aydınların ya da eğlence sektöründe olan isimlerin girdiğini görüyoruz. Sermaye de onların ayak izinden ilerliyor gibi. Bu bir tesadüf mü?

Bu tanımladığınız kesimi Fransızlar Bobo diye adlandırıyorlar, yani Bohem burjuvazi. Aslında sınıfsal olarak da baktığınızda çok kazanan iş sahibi, iş adamı, iş kadını veya üst düzey yönetici, reklam sektöründe, medyada, finansta iyi kazanan kesimler bunlar. Bohem yaşantı da söz konusuysa eğlence merkezlerine yakın konutları tercih ediyorlar. Ve kentin o eski dokusunun değerini bilecek kadar da entelektüel birikimleri var. Doğru, bu mutenalaşmayı ilk onlar başlattılar. Ama zaman içerisinde büyük sermaye grupları onların açtığı bu yolun daha sistemli, büyük ölçekli, daha sermaye birikimi sağlayabilecek modellerini düşünmeye başladılar. Prestij yatırımları için -galeriler, kültür merkezleri müzeler- o bölgeleri seçtiler.

Tophane’de geçen günlerde yaşanan olaylar, mahalle sakinlerinin bohem burjuvaziye tepkisi ya da sezgiyle başına gelebilecekleri algılama ve buna refleks göstermeleri olarak okunabilir mi?

Okunabilir tabii. Boğazkesen Caddesi’nde sağlı sollu, boydan boya galeriler, mağazalar açılmaya başladı. Hatta daha ileriye dönük yatırımlar yapılıyor, Galataport ile birlikte kazanacağı değeri dikkate alarak çok hızlı bir şekilde daireler eldeğiştiriyor. Orada yaşayan alt gelir gruplarının bir kısmı kiracı. Satış söz konusu olunca evlerinden çıkarıldılar. Mülk sahipleri de burada olan bitenden endişe duydular. Muhafazakâr yaşam tarzları da vardı. Onunla da didişen bir rüzgârın esmekte olduğunu ya da daha hızlanacağını fark ettiler ve bu reaksiyon görüldü, çok sürpriz değil. Ama her yerde aynı durum olmuyor. Sulukule’de Romanlar neredeyse kazınarak yerlerinde edildiler. İstanbul’un dışında toplama kampını andıran blokların içine yerleştirilmek istendi. Kaldı ki o mekânlar o insanların kültürünün bir parçasıydı. Dolayısıyla bu tür planlar alt gelir gruplarının barınma hakkına tecavüz noktasına kadar gidiyor, her zaman her şey sulh içinde olmuyor. Bir taraftan bu iş parayla yapılıyor ama diğer taraftan da ciddi devlet zoru kullanılıyor.

Sizce İstanbul’da böyle bir kentsel dönüşüme gerçekten ihtiyaç var mı? Mimarlar ve şehir planlamacıları, bu tür dönüşümlerin semtte yaşayan halkın da karara katılmalarıyla olabileceğini söylüyor. Böyle bir demokratik tavır ne kadar ne kadar mümkün, böyle bir kararda yoksulun söz payı nedir?

İstanbul’un, İzmir’in, bir ölçüde Ankara’nın kültür varlıkları Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra, azgın sanayi kapitalizmi yıllarında ciddi ölçüde tahrip edilmiş. Haliç semtlerine, Silahtarağa’ya, sırf ulaşım kolaylığı var, gemiler rahat yanaşıyor diye termik santrali ve fabrikalar kurmuşlar. Ve birdenbire o güzelim doğa parçası kirlenmiş, bozulmuş. Orada çalışmak için Anadolu’dan gelen insanlar tepelere gecekondular yapmışlar. O birikim süreci içinde o doku zedelenmiş. İstinye koyunda tersane, güzelim deresinin etrafına fabrikalar derken gecekondular kurulmuş. Fabrika atıkları o dereden İstinye koyuna akmış, ziyan olmuş. Nereye baksanız, o sanayi üstüne sermaye birikimi sürecinde İstanbul hırpalanmış. Bu zararın neresinden dönülse kârdır. İstanbul’un tekrar asli dokusuna kavuşturulması, bütün bu kirlenmenin, midye kabuğu gibi İstanbul’a yapışmış atıkların temizlenmesi gerekir. Ama bütün bunlar, “siz nasıl bir İstanbul istiyorsunuz?” sorusundan geçiyor. Siz nasıl bir İstanbul istiyorsunuz, başkaları nasıl bir İstanbul istiyor? İşte orada İstanbul’a yaklaşım farklılaşıyor. Herkesin arzuladığı İstanbul farklı. Sermaye sahipleri İstanbul üzerinden para kazanmak ve İstanbul’a öyle bakmak, dönüştürmek istiyorlar. Haliç’i sanayiden arındırdılar. Ama bütün bunlar para kazanmak üzerine, kültüre sahip çıkmak değil, kültür endüstrisi kurup onun üzerinden para kazanmak üzerine… İstanbul’un kültürel varlıklarını, tarihi dokuyu koruyup iyileştirmek değil, bir tür metaya dönüştürüp onun üstünden para kazanmak amaçlı. Böyle bakıldığında onların dönüştürmek istediği İstanbul başka bir şey. Ama siz başka bir şekilde yaklaşabilirdiniz. İstanbul bir azman sanayi kenti olmamalıydı, baştan böyle kurulmamalıydı. Aklıselim sahibi insanlar başlangıçta buna izin vermemeliydi. İstanbul’u kirleten, Haliç’i o hale sokan, İstanbul’da denize girilmez hali yaratanlar, başlangıçta buna izin vermemeliydiler ama sermaye birikimi bunların hiç birisini dinlemiyor. Dolayısıyla bu saatten sonra bizim de farklı bir İstanbul görme isteğimiz var.

Siz nasıl bir İstanbul istiyorsunuz?

İstanbul’un Türkiye’den kopuk ele alınmaması lazım, ki hakim anlayış, tersidir, küresel kent İstanbul anlayışıdır. Türkiye’den kopuk ele alındığında, sanki burası ayrı bir coğrafyaymış gibi davranıldığını bunun üzerinden nasıl en iyi birikim sağlanır, nasıl dünya ekonomisine en iyi entegre edilir, diye bakılıyor İstanbul’a. Buna odaklanıldığında, Türkiye’nin geriye kalanı ve onun planlanması unutulduğunda, İstanbul eskisinden daha fazla cazibe merkezi oluyor, daha fazla sermaye, daha fazla göç çekiyor ve kent, içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Dolayısıyla İstanbul’a ait tahayyülünüz, Türkiye’nin geri kalan kısmının tahayyülünden kopuk olamaz. Bir Türkiye tahayyülünün, Türkiye’ye dair bir gelişme perspektifinin, bir vizyonun olması lazım. Doğu, Güneydoğu, Karadeniz, Akdeniz ne olacak? Bütün buralardaki gelişme perspektifi nasıl sağlanacak? Buraların , bütündeki rolleri ne olacak? Buralarda insanların göçmemeleri için, iş aş meselelerini bulundukları yerlerde halletmeleri için ne yapmamız gerekir, bunu planlamak ama bu bütün içinde İstanbul’a da bir rol vererek ilerlemek gerekiyor. Bunun için de unutulan demokratik bir planlama, bölgesel dengeyi ve gelişmeyi de dikkate alan bir planlamaya ihtiyacımız var. İstanbul’un yükü, ancak bu yapıldığı zaman azalır.

İstanbul’un şu anki resmi nüfusu 12.5 milyon. Onun üstüne durmadan gelen nüfus, bu nüfusla beraber müthiş bir otomobilleşme var. Bu da beraberinde üçüncü, dördüncü köprüleri, arsa rantlarını getiriyor. Bu da İstanbul’u doğrultmak yerine daha da sorunlu bir metropol haline getirmekten başka bir şeye yaramıyor. Ama bu, bunu yapanların umurunda değil, onlar günü kurtarmanın, günün kârının derdindeler. İstanbul’u iyileştirmek için İstanbul’un üstündeki göç baskısını kaldırmak gerekiyor.

Bunun planlamasında öncelik size göre ne olmalı?

Göç baskısını kaldırabilmek için göç eden insanları kendi bölgelerinde mutlu kılmak gerekiyor. Onlara kendi yerlerinde iş- aş temini ile kendi bölgelerinde kalmalarını sağlamak, sermayenin İstanbul’a üşüşmemesi için başkaca cazibe merkezleri yaratmak zorundayız. Ondan sonra İstanbul’u yaşanabilir bir yer haline getirmek mümkün. Bunun için de doğal ve tarihi dokuya iyi davranan, bölüşümü adilleştiren, kentin alt ve orta sınıflarına da yaşama hakkı veren, özellikle bugün metalaştırılmak istenen Galata’dan Haydarpaşa’ya kadar olan bölgeleri biraz daha halkın kullanımına açan, halka meydanlar, nefes alma alanları sunan bir anlayışın benimsenmesi şart. İktidarların kentin bütününde barınma hakkını kutsal bir hak olarak tanımak, alt ve orta sınıfın da bu hakkını sorumluluğu var.

Çizdiğiniz panaroma bugünün uygulamalarından oldukça farklı bir planlama içeriyor. Bu çok büyük bir ekonomik planlama ve sosyal bir devletin varlığını zorunlu kılmıyor mu?

Eğer sorunu çözmek istiyorsak buradan başlamak zorundayız. Diğer bölgelerde kendi özelliklerine göre yatırımlar yapılmak durumunda. Örneğin Karadeniz’e sanayi yazıktır. Karadeniz’e turizmini ve tarımını geliştiren bir perspektif sunmak gerekir.

Karadeniz de HES’lerle tüketiyor.

Buna direnmek lazım. Orada şu an enerji kaynaklarına dönük yatırımlar doğaya büyük zarar veriyorlar. Sinop’ta nükleer santral, Rusya’dan ithal kömürle çalışacak termik santral kurmak istiyorlar. Karadeniz ciddi bir tehdit altında. Güneydoğu’nun hali belli. O savaş ikliminin barış iklimine dönüştürülüp, sınır ticareti, tarımın, hayvancılığın geliştirilmesi gerekiyor. Her bölgenin kendi öyküsü ve potansiyeli var. Bunları planlamadan İstanbul rahatlatılamaz. Bütün bunları tamamen unutup yüzünüzü İstanbul’a döndüğünüzde kent, göçlerle kendisine gelemez, yıpranmaktan kurtulamaz. Durmadan nüfus geliyor, otomobilleşme artıyor, kamu kaynakları kullanılıp alt geçitler, üst geçitler, viyadükler yapılıyor. Kaynaklar paragözlerin yatırımlarının ortaya çıkardığı ulaşım sorunlarını çözmeye harcanıyor. İstanbul halkının eğitimine ve sağlığına harcanması gereken para, buralara gidiyor. Bu anlamda da ciddi bir eşitsizlik ortaya çıkıyor. Kamu kaynağı ne içindir? O ulaşım sarmalı ortaya çıkmazsa, ihtiyaç kendisini dayatmazsa, oraya yatırım yapmak yerine insanların sağlığına, eğitimine yatırım yaparsınız.

Türkiye’nin sanayiden tümüyle elini ayağını çektiğini söyleyebilir miyiz?

Türkiye’de şu anlamda sanayisizleşme oldu, artık büyük, iddialı ağır sanayi yok, petro kimya tesisleri, ileri teknoloji kullanan sanayi tesisleri yok, ama harcıalem sanayi var. O geliştiriliyor, büyütülüyor. Anadolu’da; Gaziantep, Kayseri, Denizli gibi kentlerde bu esas olarak KOBİ’lerle yürütülüyor. Bunların büyük bir kısmı İslami sermaye dediğimiz kesim tarafından icra ediliyor. Ayrıca Anadolu’nun muhtelif bölgelerinde değişik sanayi yapıları var, olmaya da devam edecek.

KOBİ’lere ekonominin taşıyıcısı gözüyle mi bakmalıyız, bu yapı ne kadar istihdam sağlıyor, gelişim vaat ediyor?

Sanayinin bu yapısı da kabul edilebilir bir yapı değil, yoksullaştırıcı bir yapı. Neden? Büyük ölçüde ithal hammadde kullanıyor, yeterince istihdam yaratmıyor ve rekabet gücünü sadece ucuz emekten alıyor. Düşük kâr oranlarıyla bir birikim sağlamıyor. Bu tür sanayileşmenin, sadece bu rolü bize bırakanlara faydası var. Farklı bir sanayi yapısına, teknolojiyi daha geliştiren, ileri teknoloji kullanan, bunun için gerekirse kamu sektörünü yeniden sanayi alanına sokan bir sanayileşme anlayışına ihtiyacımız var. Dolayısıyla sanayi stratejisini yeniden gözden geçirmek, daha ileri teknolojilerden istihdam yaratan bir sanayi sistemi bulmak gerekiyor. Bunun lokasyonları ortaya çıkar, nerede ne geliştirilecek, ne yapılacak araştırılır. Bir kere buradan da ilerlemek gerekiyor. İşe hem ekonominin omurgası olan sanayinin hem de yan unsurları olan tarım, enerji, çeşitli hizmet sektörlerinin en iyi şekilde planlanmasıyla başlanmalı. Bu planlamada sanayinin istihdam ve katma değer yaratan bir kimyaya kavuşturulmasına, sonra da bunların hangi coğrafyalarda geliştirileceğine karar verilmeli. Bütün bunların kâr ve sermaye birikimi esasına göre değil, insanı odağa koyan, insanların iş- aş meselelerinin gelişmesini dikkate alan, gelişimi adilleştiren, insanların katılımını sağlayan, demokratik bir plan içerisinden yapılması, bunun hedeflenmesi gerekiyor.

Kentsel dönüşüm projeleri, alt ve alt orta sınıfları şehrin dışına itiyor. Orta sınıf derken kimi anlamalıyız? Özal döneminde orta sınıfın eridiği konuşuluyordu, bugün yeni bir orta sınıf mı var, bu sınıf nasıl türedi, bu sınıfın temel belirleyicileri neler?

Ben emeği ile geçinen ücretli kesimi kastediyorum. Orta sınıftan ziyade, ücretli ya da iş bulamayan kesim söz konusu. İşsiz ler,ciddi bir topluluk, ayrıca kayıtsız, güvencesiz çalışan insanlar var. Bunlar ya işportada ya da muhtelif işletmelerde ücretli ama güvencesiz çalışıyor. Bunların barınma hakkını dikkate almak gerekir. Kimse bu insanlara sırtını dönemez. Bir kent, mekan paylaşımı söz konusu olduğunda, bu sınıfsal bir tercihtir. İstanbul gibi arsa rantı çok yüksek olan bir yerde bu saydığımız kesimler tutunamaz, duman olur. Ya İstanbul’a gelemeyecek en dış çeperlerine atılacak ya da tutunamayacak, barınamayacaklar...

Yoksulların yerine yapılan konutlara yerleşenleri ya da mütevazı sayılabilecek sitelerde oturanları sınıfsal olarak nereye konumlandırmak gerekiyor?

İstanbul Türkiye’nin milli gelirinin neredeyse yüzde 30’unun yaratıldığı bir metropol. Diğer kentlerden bu anlamda ayrışıyor. Pastanın üçte biri burada paylaşılıyor. Dolayısıyla en zenginler de, o zenginlerin etrafına tutunmuş işçi aristokrasisi ya da muhtelif emek aristokrasisi dediğimiz kesimler, dünya ekonomisinin getirdiği yeni sektörlerde; finans, kültür, turizm, medya endüstrisinde çalışan beyaz yakalı grup da burada. Belki bunlar da ücretliler ama yüksek ücretliler. Bir anlamda patronun vekililer. Böyle bir katman var İstanbul’da. Niye bu kadar eğlence merkezleri, yeme içme mekanları, mağazalar, alışveriş merkezleri var? Kim tüketiyor? Elbette böyle bir metropolde bunu da tüketen, geliri yüksek bir sınıf var.

Tüketimin de esasını oluşturan bu sınıfın nüfustaki oranı nedir?

Nüfustaki oranları çok değil. Nüfusu, yirmişerlik gruplara ayrıldığında en üstteki yüzde yirmi, Türkiye genelinde gelir pastsının yüzde ellisini alıyor. Geriye kalan yüzde seksenlik nüfusa, pastanın yüzde ellisi kalıyor. Böyle adaletsiz bir paylaşım var. Ama bu İstanbul’da daha da adaletsizdir. En varlıklılar, sermaye sahipleri ve kurmayları İstanbul’da olduğu için onların elde ettikleri gelir daha yüksektir ama orta sınıf da var. Orta sınıftan kastımız küçük esnaf, küçük ticarethane sahipleri, muhtelif hizmet işletmecileri. Ama İstanbul’un yüzde yetmiş beşi yoksul kesimdir.

Yapılan konutlarda yüzde yetmiş beş pek hesaba katılmıyor ya da yapıldığı yerler en azından bugün için rant taşımıyor…

Muhtelif konutlar var. Rezidanslar, özel korumalı siteler, havuzlu villalar yapılıyor. Hedef kitlesi daha varlıklı, beyaz yakalı kesimler. Bir de TOKİ’nin yaptığı daha alt orta sınıfların satın alabileceği konutlar var. Burada da tüketici-konut kredisi devreye giriyor, bankalar tarafından teşvik ediliyor. Dolayısıyla İstanbul’da hatırı sayılır miktarda konut yapılıyor. Bazıları da paralarını değerlendirmek için konutları alıp kiraya vererek kira geliri elde ediyorlar. Bunlara dönük konut sektörü faaliyeti söz konusu. Son yıllarda iyice büyüdü.

İstanbul bu kadar konutu taşıyabilir mi? Televizyonlarda alt ya da orta sınıflara değil, üst gelir grubuna yönelik konutların satış ilanları var, hatta artık Ağaoğlu gibi şirket sahipleri de bir reklam yıldızı gibi ekran da görülüyor. Duvarlarla çevrili siteler ise doğanın bir şekilde kendini koruduğu yerlerde yapılıyor… Bu da kenti alt üst etmiyor mu?

Anadolu’yu ihmal ettiğimizde İstanbul ciddi çekim merkezi oluyor. Coğrafyası, jeopolitiği açıcından da şanslı bir metropol. Balkanlar’dan, Ortadoğu’dan, Doğu Akdeniz’den, Kafkasya’dan insanlar ya turist olarak geliyorlar, ya burada iş yapıyorlar ya da kaçak çalışıyorlar. Bu kadar çekim merkezi olan bir metropolün konut ihtiyacının devam etmesi normal. 70’li yılların yapılaşması çok çürük. Bu nedenle bir taraftan da kentte bir yenilenme yaşanıyor, kentin çeperlerinde, yeşil alanlarında inşa edilen siteler, konutlar gibi kentin merkezinde de yenilenme var. Üsküdar, Salacak taraflarında binalar sürekli yıkıp yeniden yapılıyor. Zamanında, o günün şartlarında yapılmış asansörsüz, kalorifersiz yapılar yıkılıp yerine daha lüks yapılar oluşturuluyor ve çok yüksek rantlar elde ediliyor. Bunlar daha çok, küçük müteahhitler tarafından yapılıyor. Herkese de konut-inşaat üzerinden ekmek çıkıyor.

Her tarafta ciddi bir yenilenme oluyor. Boğaz hattında özellikle, Beşiktaş çarşısı, Cihangir, Haliç’in iki yakasında, Süleymaniye gibi geleneksel İslam mekanlarında, Üsküdar’da, Boğaz’ın diğer taraflarında, bir yenilenme, bir konutlaşma var. Bir de Beylikdüzü, Çekmeköy gibi imara yeni açılan alanlara bloklar yapılıyor. Yani her gelir grubuna hitap eden bir faaliyet sürüyor. Ama talep var ki yapılıyor. Talep, bir yenilenmeden dolayı, iki bir yatırım aracı olarak var, bir de gerçekten bu çark içinde kazanan bir kesim var. Herkes kazanmıyor ama onlar kazanıyor. Onlar için de taleplerine uygun bir inşaat faaliyeti sürdürülüyor. Bu sadece İstanbul için geçerli değil aslında, gözümüze daha çok gazetelerdeki tam sayfa ilanlardan dolayı öyle görünüyor ama İzmir’de de, Ankara’da da, Anadolu’da da inşaat faaliyeti var.

Türkiye çok hızlı bir kentleşme süreci yaşadı. Şu an nüfusun yüzde 75’i kentlerde yaşıyor. Son sekiz yılda kırlar çok boşaldı. Bu, tarımın ihmalinden, desteklerin azaltılmasından da kaynaklandı. Doğu’da, Güneydoğu’da savaş ortamı da göçe yol açtı. Bugün Batman ve Diyarbakır’da kentleşme oranı Türkiye ortalamasının çok üzerinde. Dolayısıyla kırdan kente göçle beraber konut ihtiyacı ortaya çıktı. Hem yeni gelenlerin hem de eski kentlilerin yeni konut ihtiyacı sektörü besliyor. İstanbul’da bir de deprem faktörü, depremden dolayı yenilenme ihtiyacı var.

Batman ve Diyarbakır da böyle bir kentleşmeye hazır değildi, zorunlu göçler dinamikleri yönlendirmedi mi?

Biz başlayalım istim arkadan gelsin, diye düşünülüyor. Bunların alt yapısı var mı yok mu? Belediye bunlara yetişmeye çalışıyor. Önce siteler, binalar yapılıyor, sonra yollara, kaldırımlara kanalizasyona yetişmeye çalışılıyor. Ama öncelikle insanların konut talebine yanıt vermek adına müteahhitlerin yoğun bir uğraşısı var. İnşaat sektörü bu anlamda son on yılda çok hızlı gelişen ve büyüyen, birikimin de kanalize olduğu bir alt sektör oldu.

Alt sektör mü, ana sektör olmaya aday mı?

Sanayi hâlâ ön planda. Muhtelif hizmet sektörleri, haberleşme, ulaştırma, iletişim, turizm sektörleri var ama inşaat ciddi bir yer tutuyor. İnşaat sektörünün milli gelirde payı yüzde on civarında. Türkiye’de bu dağılım, sanayi için yüzde 25, tarım için yüzde 10 diğerleri içinse yüzde 18 kadardır.

Şimdiye kadar çizdiğimiz kentsel dönüşüm, inşaat sektörü haritasında küresel sermayenin durumu, payı nedir?

Küresel sermaye her şeyden önce borç vererek bu büyümede, gelişmede etkili oluyor. Borç derken bu yatırım yapma değil, sıcak para olarak şeklinde oluyor. Bugün bir çok sektörde büyüme oluyorsa, bu küresel sermayenin sıcak para olarak borsaya gelişi, devlet tahvili alışı olarak gerçekleşiyor. Bu sıcak paradan borsadaki inşaat firmaları, borsadaki bütün firmalar yararlanıyor. Çünkü yabancı sermaye onların da hisselerini satın alıyor. Onların da ihtiyacı olan kaynak buradan temin ediliyor. Bu da döviz kurlarını aşağı doğru indiriyor. Bu, ithalatı da kamçılıyor. İnşaat malzemelerinin çok önemli bir kısmı ithal edilmeye başlandı. Muhtelif yapı elemanları, armatürler, camlar vs. bunlar yurt içinde üretilenlerden daha ucuza geliyor. Yabancı sermayenin bu şekilde bir katkısı oluyor. Bankalar bu kaynağı kullanıp daha fazla tüketici kredisi, konut kredisi veriyorlar. Dolayısıyla ortaya bir talep de çıkarmış oluyor. Özellikle inşaat sektörüne doğrudan bir yatırımcı olarak gelmiyor ama büyük yatırımlarda ortak olabiliyorlar. Galataport için, Haydarpaşaport için, İstanbul’un gayrimenkul rantından yararlanmak üzere geliyorlar.

Ne kadar önlenebilecek Galataport ve Haydarpaşaport?

Bu tamamen kentin metalaşmasını, yeni komplekslerle ticaretleşmesini, İstanbul sokaklarının paraya dönüştürülmesini istemeyenlerin muhalefetiyle önlenebilir. Bu sokaktaki muhalefetten başlayıp, meclisteki muhalefete kadar devam eder. İlk rauntta başaramadılar ama bu anayasa değişikliğinden sonra, bir ölçüde bu muhalefeti de önlemiş oldular. Bunlar doğrudan özelleştirme idaresine bırakılmış projeler. Özelleştirmeye gidildiğinde Mimarlar Odası, kitle örgütleri, şehir planlamacıları Danıştay’a başvurdular, itiraz ettiler ve yolu kestiler. Şimdi Galataport’u özelleştirme hazırlığı içindeler. Sonunda bu kadar kolay olmamalı, olmaz da herhalde. Keza üçüncü köprü var, onu planladılar, sırada dördüncü köprü duruyor. Marmara Ray’ı da unutmamalı. Bunlar bir taraftan da kamu kaynaklarını eğitimden, sağlıktan, sosyal alanlardan çekip, paraya tahvil edilecek alanlara hizmet sunacak. Tekrar olacak ama bu ülkenin, bu şehrin, üçüncü köprüden, tünelden çok eğitime ve sağlığa ihtiyacı var. İstanbul gibi bir yerde ilk,ortaöğrenimde hâlâ 70 kişilik sınıflar var. Bir kesim var el bebek gül bebek okuyor, bir kesim var sürünüyor. Bunların düzeltilmesi gerekiyor.

Politik çıkışı nerede görüyorsunuz? Toplumda böyle bir politik talep var mı?

Sonuçta bu politik bir mücadele. Buna iri gövdeli bir ana muhalefet partisinin öncülük etmesi gerekir, ama sivil inisiyatifin, yerel çabaların da çok önemli olduğuna inanıyorum. Muhtelif çevre hareketleri olsun, kent hareketleri olsun, bunların tabandan gelen örgütlenmeleri sıhhatli. Ama bunların biraz daha motive olmaları, dayanışmaları, halkın bütün kesimlerine katılmaları gerekir. Buna dönük İstanbul’da hatırı sayılır bir girişim, duyarlılık olduğunu düşünüyorum. Bunların mutlaka beslenmesi, motive edilmesi, yan yana getirilmesi, büyütülmesi çok daha önem taşıyor. Mücadele çok yönlü elbette. Mecliste, parlamentoda, sivil toplum örgütlerinde, meslek örgütlerinde, sendikalarda, bizzat insanların yaşadıkları sokaklarda büyütmek gerekiyor. Bu bir sınıfsal mücadele son tahlilde. Kentte, kent toprağı üstüne verilmiş bir sınıfsal mücadele. Siz toprağı sahiplenmezseniz onlar gelip alacaklar, rantını tepe tepe kullanacaklar. Bu toprağa, kent toprağına, bize ait olana sahip çıkmak gerekiyor.

Sınıf mücadelesi derken (İstanbul için) nasıl bir sınıfsal harita çıkarıyorsunuz, hangi sınıfların dayanışmasından söz ediyorsunuz?

İstanbul enteresan bir metropol. Her sınıf yan yana yaşıyor. Bu, 80 öncesi sanayileşme sürecinin getirdiği bir durum. Mesela şimdi Levent, Maslak aksı iş alanı ama hemen arkası gecekondu. Gecekondularda yaşayanlar da, varlıklılar da, rezidansta kalanlar aynı muhtar için oy kullanıyor. İstanbul’un çoğu yeri için bu böyle. Salacak’ta deniz gören kısımlarda belli bir gelir grubu yaşar ama arka sokakları ücretliler grubunundur ve aynı muhtarı seçerler. İstanbul, bu anlamda sınıfsal olarak büyük ölçüde ayrışmış bir yer değil. Bunun tarihsel bir nedeni var, eski gecekonduların şimdi sitelerle komşu olmaları gibi bir hal. Dolayısıyla bu toprak rantı bu dip dibe duranların mücadelesi şeklinde cereyan eder. Ama bazı yerlerde bu farklı sınıflar-orta sınıflarla, alt sınıflar- kentin meydanı için, üçüncü köprü için ittifak yapabilirler. Burada yan yana gelme alanları var. Galataport’un halkın daha rahat kullanabildiği geniş bir meydan yapılması için Cihangir’deki her sınıf, Tophane’deki, Salı Pazarı’ndaki her sınıf bir araya gelebilir. Bu ortak yaşanan bir mekan için mücadele. Bunu sağlayabilir.

Şehirde otomobilleşmenin azaltılması, toplu taşımanın öne çıkarılması yönündeki bir tercihte de bütün sınıflar ittifak yapabilirler. Daha yeşil bir kent,daha temiz, daha bakımlı bir şehir için çabalayabilirler. İstanbul’un rantına göz koyanların bundan nasiplenmek isteyenler azınlık ama güçlü.. Piramitin tepesindeki oligarşi bunlar. Geri kalan kesimlerin daha rahat yaşanabilir bir kent için epey bir ortak mücadele alanları var, bunu görmek, bunun farkında olarak bir mücadele hattı oluşturmak lazım. Belediye seçimlerinde bu imkân ortaya çıkıyor. Neoliberal bakışlı değil, daha halkçı belediyeler, halk için hizmet veren, vatandaşı müşteri gibi değil, yurttaş gibi gören belediyeler bütün bu sözünü ettiğimiz sınıfların ittifakıyla olmuştur. İstanbul’da yaşayanların bunu tesis etmeleri lazım.

İstanbul’daki ücretlinin profilini çizer misiniz?

Ücretlilerin yüzde 40’ sanayi işçileridir. İstanbul sanayiden arınmasına rağmen hâlâ çok ciddi tekstil gücü, konfeksiyon atölyelerinden dolayı ciddi bir sanayi işçisi var. Ama onun yanı sıra sanayi sitelerinde çalışan ücretliler de bu orana dahil. İkinci planda da hizmet sektörü geliyor. Orada da, ticaretten finansa, turizmden muhtelif kent hizmetlerine kadar ücretli bir sınıf var. Genel olarak İstanbul yüzde 70-80 oranıyla bir ücretli şehri.

Çağrı merkezlerinde çalışanlar gibi görmediğimiz, sessiz kalan, yeni yeni seslerini duyurmaya çalışan iş kolları neler?

Küresel sermayeyle lokasyondan dolayı yeni iş kolları yaratıyor, eski iş kolları da sürüyor. Yeni iş kolları içinde iletişim sektörü, medyanın alt kolları ortaya çıkıyor. Bilişim, iletişim, turizm, yeme-içme, eğlence sektörlerinde hatırı sayılır oranda genç nüfus çalışıyor.

İşsizlik?

İstanbul tarım dışı işsizlikte bugün yüzde 15 gibi yüksek bir orana sahip. Part time, umudunu yitirmiş iş aramayan , dolayısıyla işsiz sayılmayan işsizlerle bu oran yüzde 20’yi geçiyor. Çok yüksek rakamlarda kaçak işçi olduğunu, hatta yabancı kaçak işçi olduğunu biliyoruz. Bu anlamda İstanbul, niteliklilerin yanında niteliksiz, vasıfsız iş gücünün de toplandığı bir kent.

Sona doğru bir gidiş olduğunu, neoliberal politikalardan toplumun yıldığını, alternatif olarak yeniden bir sol politikanın etrafında örgütlenebileceğini düşünüyor musunuz?


Bu şehrine göre değişiyor. Bir kesim var ki, buna inanarak, biraz da buna mecbur kalarak, muhafazakâr liberal yaklaşımdan uzaklaşmıyor. Bu kesim, uygulanan “cemaatçi yardım politikalarından nasiplendiği için” bir oy deposu olmaya devam ediyor. Ama yerel yönetimlerde seçmen davranışları bir sürü şeye göre farklılaşabiliyor. Bence Türkiye enteresan bir süreçten geçiyor. Hem kentler düzeyinde, hem makro siyaset üzerinden bir ayrışmaya doğru gidiyor. Ya muhafazakâr liberal çizgi biraz daha güçlenmiş olacak ya da buna direnenler süreci domine etmeye başlayacak. Bunun çetin bir mücadele olduğu ve olacağı kesin.

Burada şöyle bir ters durum yok mu? AKP, yani neoliberal politikaların uygulayıcısı yoksulluğun yaratıcısı, ama yoksullara en doğrudan ulaşabilen parti de o. Yoksullarla dil kurabiliyor, politik temasları yapılandırabiliyor.

Bu, yoksulları , sol- sosyal demokrat partiler, gruplar ihmal ettikleri için yaşanıyor, bunu kendileri de kabul ediyor. Gecekondulara gitmedik, merkezlere çekildik, beyaz yakalıları özellikle seçmen olarak seçtik, geri kalanları da AKP örgütledi, diyorlar. Onlara bir gelecek vaat ederek değil, günü kurtarmak için, günlük ihtiyaçlarını görerek yaşanan böyle bir siyaset var. Şimdi neresinden dönülse kâr. CHP bunu fark etmiştir herhalde. Onların ayağına gitmeye, dertlerini dinlemeye başladı mı, nasıl bir sonuç alır, bilemiyorum. İaşe politikaları, cemaatler üzerinden verilen sadaka politikaları yerine daha bir sosyal devlet olup, sosyal devlet olarak ihtiyaçlara yönelmesi, kalıcı olarak iş üretmesi gerekiyor. Bunları yapamayan, bu insanlardan uzak kalır. Sayıca çoğalan bu insanlar biraz mecburiyetten, biraz muhtaçlıktan, bu yapıların, cemaatlerin içine giriyorlar. Onların istediği muhafazakâr hayat tarzını da, politikaları da yaygınlaştırıyorlar. Giderek tarafı olmaya başlıyorlar.

Şu an yaşananların, kentsel dönüşümle yerlerinden edilenlerin tepkilerinin henüz ciddi bir öfkeye dönüşmediğini görüyoruz. Böyle bir risk var mı? Yoksula bakış açısı da bu süreçte değişti, bugün yoksulların yaşadıkları mekanlar şiddetin ürediği yerler, yoksullar da güvenliği tehdit eden gruplar olarak görünüyor. Bu yeni çatışmaların önünü açar mı?

Etki de olsa tepki de olsa her şey örgütlenmeye bağlı. Örgütlü olmadıktan sonra artan yoksulluk, artan baskı, hiçbir zaman kendiliğinden bir şeylere yol açmaz. Onun için yoksulların örgütlenmeleri gerek. Bu kesimler için İstanbul’da hayat gerçekten çok zor. Kira da, ulaşım da, temel gıda maddeleri de diğer kentlere göre daha pahalı…Barınma hakkı, ulaşım hakkı, ucuz su, temiz çevre, yeşil alan beklentileri olan, bunların arayışı içinde olan kentlilerin örgütlenmesi gerekiyor. Bu anlamda kenti yeni baştan örgütlemek gerekiyor. Kentsel dönüşüm yüzünden mağdur bırakılan, ulaşım, elektrik, doğalgaz, su fiyatlarının yüksekliğine maruz bırakılan kesimlerin – özellikle en yoksul kesimden başlayarak - örgütlenmesi gerekiyor.