Sayfalar

5 Mart 2011 Cumartesi

Yeni Adres

http://mustafasonmez.net/

Açıklama

Dün akşam saatlerinde blogun kapatıldığını duyurmuştum. Bugün yaptığım incelemeler sonunda kapatılan sadece benim blogum değil tüm blokların olduğudur. Buna sebep olarak da dijitürk’ün Diyarbakır’da bir blog üzerine açtığı dava sonucunda bloğun kapatıldığı ve bununla yetinilmeyip tüm blogların kapatılması olarak mahkeme kararı çıkardığı yönündedir.

Bu alınan karar da yanlıştır. Suç kişisel olup tüm kesimleri bağlamamaktadır. Bu kararı alan mahkeme ve bunu ortaya koyanlar da bundan tabii haberdardırlar.

Öyleyse gelin biraz paronaya yapalım. Nasıl olsa bizler “PARONAYAK’IZ” ya bunu hareketlendirelim.

Adamın biri çıkıyor maç yayınlarını blog üzerinden nasıl yapıyorsa yapıp yayınlıyor. Dikkat edin burası Diyarbakır ve yayın yapılan merkez başka bir adres değildir. Arkasından tespitler yapılıyor. Kişiler ve kişi neyse mahkemelik oluyor cezalandırılıyor. Dijitürk buna itiraz ediyor ve tüm blogların kapatılmasını istiyor. Mahkeme de bunu onaylıyor.Peki, bugün sesini duyurabilecek ve yazılarını tüm dünyayla paylaşabilecek vasıta olan bu blogların kapatılması neyi ortaya çıkarmıştır sizce?

Susturulan ve göz ardı edilen Aydınların sesi bu şekilde kesilmiştir.

Yazılı, Görsel ve sesli medya organları artık rahat bir şekilde diledikleri ve taraftarlarını konuşturabileceklerdir. Ve bunlara karşı cevap verecek bugün tek kesim kalmıştı, o da ellerinden alındı.

Yakında facebook, google gibi arama motorları ve iletişim ağları kesilir ve engellenirse hiç şaşırmayın çünkü güneyde yaşanan olayların organizasyonların internet üzerinden ve sosyal paylaşım ağları üzerinden başarıldığını düşünürsek bugün hükümetin bunu yaptırması ve bilinçli şekilde kontrol ediyor olması tesadüf değildir.Sonuç bu uygulamanın arkasında şirket ya da kuruluş aramaya gerek yoktur.Bu işin arkasında Hükümet vardır.Ve bu bağlamda çalışmalarını sürdürecektir.Bizler yine bir yolunu bulacak ve sizlere ulaşacağız. Yapılacak tüm engellemeler ve yıldırma çalışmaları bizi yolumuzdan asla ceviremiyecektir.Oluşan bu tablodan dolayı sizlerden özür dilemekteyim.

Mustafa Sönmez
mustafasnmz@hotmail.com
Beyodaları Sok. 4/6 Gümüşsuyu-Taksim…
0532 323 35 700212 251 36 19

2 Mart 2011 Çarşamba

Gelir Utancıyla Yüzleşememek…

Mustafa Sönmez

Yıllardır bölüşüm ile yazdıklarımı izleyenler bilirler; TÜİK’in , özellikle 2002’den bu yana yıllık olarak tekrarladığı “Gelir dağılımı araştırmaları”na, yine bu ankete bağlı olarak üretilen tüketim harcamaları, yoksulluk araştırmalarına ihtiyatla yaklaşılmasını öneririm. Rezerv koymamın nedeni, TÜİK’in izlediği metodoloji ile ilgilidir. TÜİK, araştırmasının “metaveri” kısmında izlenen yöntemle ilgili şöyle yazar: “ Hanehalkı Gelir Dağılımı’na ilişkin verilerin dayanağını hanehalklarının beyanları oluşturmaktadır.”

Peki yüz yüze görüşmede, hanelerin beyanlarına ne kadar güveneceğiz ? Örneğin, piramidin en tepesinde olan ve 2009 gelir pastasının yüzde 30,4’üne el koyduğu söylenen “krema”, yıllık gelirinin yaklaşık 65 bin TL olduğunu belirtmiş. Bu, “krema”nın hanesine –dikkat edin haneye diyorum, tek kişinin geliri demiyorum- aylık giren gelirin 5 bin 500 TL olduğu anlamına gelir. Şimdi buna inanacak mıyız? O zaman, kıdemli bir kamu görevlisi, bir doktor, bir mühendis, avukat, TÜİK haberlerini sayfasına koyan gazetenin editörü, bu araştırmayı sorgulamadan ahkam kesen köşe yazarının ailesi, bu toplumun “yüzde 10’luk kreması mıdır?
***
Devam edelim. TÜİK araştırması, ortalama aile gelirini, yıllık 21 bin TL olarak açıklıyor. 18,3 milyon hane olduğuna göre , paylaşılan pasta 390 milyar TL dolayında. İyi de, dönüp 2009’un GSYİH’na, yani milli gelirine bakalım ne kadar? 952 milyar TL. Diyelim ki, bunun yüzde 80’i, yani 761 milyar TL’si “kullanılabilir gelir” olarak hanelere girdi. Peki 761 milyar TL nere, TÜİK’in gelir dağılımında bölüşüldü, dediği 390 milyar TL nere? Arada tam 370 milyar TL fark var. Yani TÜİK anketörlerinin yüz yüze görüşüp ailelerin beyan ettiklerinin üstünde 371 milyar TL var. Bu kadar beyan edilmemiş geliri yok sayarak, beyan edilenin gruplar arasında dağılımının “Bilimsel araştırma” olarak topluma , dünyaya açıklanmasını nasıl makul karşılayabiliriz?
***
Açık ki, gelirini saklayan, beyan etmeyenler üst gelir gruplarıdır. Alttaki işsiz ya da düşük ücretli gelirini niye saklasın, ne kadarını saklasın ? Ama biliyoruz ki, üst gelir grupları, eve, kar, faiz, kira geliri olarak giren gelirlerini beyan etmez. Bu gelirlerin önemli bir kısmının vergiden kaçırılmış gelir olduğu sır değildir. Anketöre beyan edip de başını mı ağrıtsın krema? Çoğu, anketöre kapı bile açmaz.

Gelir dağılımı araştırmaları, medeni ülkelerin çoğunda böyle yapılıyor. Ama, bizim gibi “vergi cenneti” olmayan ülkelerde bu araştırmalar daha inandırıcıdır. Gelirleri, zaten kayıt alında olanlar , niye yanlış beyanda bulunsun? Bir de bu yolla elde edilen bilgilerin çapraz bulgularla test edilmesi gerekir. Biz de bu işlem de yapılmıyor. Dolayısıyla, en üstteki yüzde 10 gelir grubu ile en alttaki yoksul yüzde 10’un geliri arasında 100’e 8 olarak açıklanan gelir uçurumu , eksik beyan edilen gelirler dikkate alınsa, gerçekte çok daha büyüktür.




Türkiye, gelirin adaletsiz dağıtıldığı bir ülke. Bu kesin. Nüfusun çalışabilir olanının yüzde 51’i işgücü değil bir kere, yani mal ve hizmet üretmiyor. İşgücü tanımına girenlerin de 3 milyonu yani yüzde 12’si resmi işsiz, yüzde 8 kadarı , yani bir 2 milyonu da “kahve işsizi”. Gerçek işsizlik yüzde 20 dolayında. Ev kadını sayılıp eve tıkılan kadın sayısı 12 milyon. İşi olanların yüzde 65’i ücrete, maaşa talim ediyor. Ama ücretlilerin sendikası yok, toplu sözleşmesi yok…Böyle bir toplumda gelir, biraz olsun adil bölüşülüyor olabilir mi? Üstelik yıllardır iyileşen bir şey yok. İşte krizde geçen, 2009’da, bırakın reel ücretleri nominal ücretler bile geriletildi. İşsizlik arttı. Sonuçta, bu şaibeli araştırma bile gösteriyor ki, sadece “Top 10”in geliri artmış, diğer dilimler kriz öncesine göre gelir kaybetmiş.

Yoksulluğun ve adaleti olmayan bölüşümün fotoğrafı bile çekilemiyor. Ama ne gam!..Böyle bir ayıpla yüzleşmek niye ? Ayıbı, utancı zaten yaşıyoruz, ölçsek ne olacak? Değiştirebiliyor muyuz bu zulmü, onu konuşalım…

28 Şubat 2011 Pazartesi

Libya’nın Çöl Fırtınası…


Mustafa Sönmez

2010’un şamatalı yüzde 8 büyümesini ancak tarihi 48,5 milyar dolarlık döviz (cari) açığı ile becerebilen AKP iktidarı, Libya’dan sonra her şeyin çok farklılaştığını görecek mi acaba? Bu cari açıkla, hedeflenen yüzde 5’lik 2011 büyümesi zaten zor, peki ne olur? Bilinen şu ki, Libya sonrası dünya ahvali yine karışacak. Çöl fırtınası, yeni bir topoğrafya yaratmaya aday. Fırtına ilk olarak enerji fiyatlarını yukarı çekerken enerjide ithalata göbekten bağımlı Türkiye, birçok yönden olumsuz etkilenecek. .


Kaynak TÜİK Dış Ticaret veri taban ve Hazine M.

Ham petrol fiyatları en iyi ihtimalle 2008’deki düzeyine (varili 93 dolar) çıksa ve orada kalsa bile Türkiye’nin sadece enerji ithalat faturası o yılın 47 milyar dolarlık düzeyinden az olmaz. Bu, ithalata ağır bir yük ve akabinde de cari açığı daha da artırıcı bir unsur. Türkiye’nin “enerji” olarak konsolide ithalatında ham petrol ve doğalgaz yüzde 60 pay alırken kok kömürü ve işlenmiş petrol ürünleri yüzde 14’lük, diğer kömür türleri de yüzde 4’lük pay alıyor. Tüm enerji kalemlerinin fiyatları yukarı yönlü gelişiyor.

***

Gelelim Libya çöl fırtınasının ihracat üzerindeki etkilerine. Türkiye’nin küresel krizin kopuşu ile birlikte , en büyük yara alan kanadı, dış pazar oldu. Özellikle AB’ye olan ihracatta ciddi azalma yaşandı. Kriz öncesi yıl 2008’de 132 milyar doları bulan ihracatta, AB(27)’nin payı yüzde 48’di. Kriz yılı 2009’da ihracat 102 milyar dolara kadar düşerken AB’nin payı da yüzde 46’ya geriledi. AKP iktidarı, “İslami kredileri” de kullanarak yüzünü Afrika ve Orta Doğu pazarlarına döndü ve kayıpların bir kısmını oralardan telafi etmeyi denese de büyüme yılı 2010’da ihracat ancak 114 milyar dolara çıkabildi. Yani kriz öncesinin hala yüzde 14 gerisinde kaldı.


Kaynak: Dış Ticaret Müsteşarlığı veri tabanı

Artan petrol fiyatları, AB’nin belini doğrultmasını bir kez daha, bir başka bahara erteletecek. Türkiye’nin ihracatı açısından AB pazarında bir iyileşme ufukta görünmezken bu kez de Libya’daki gelişmeler nedeniyle Afrika ve Orta Doğu pazarlarına ihracatın olumsuz etkilenmesi söz konusu. Bu bölgelere malı satsanız bile para tahsilatı sıkıntı yaratacak. İhracat sigortası olmayan bu bölgeler artık daha da riskli. Bir de inşaat işlerinin akibeti var. Yeni bir Libyazede grubu ortaya çıkacak gibi: Hem işçilerde, hem müteahhitlerde.

Bir de sıcak paranın ne yapacağı sorusu var. Merkez Bankası’nın iştah kesici reçetesi ile , Başkan’ın söylediğine bakılırsa 10 milyar dolarlık sıcak para çıkmış. Arap dünyasındaki hayhuy, Türkiye’nin sıcak para için cazibesini azaltıcı yeni bir etken olabilir. Bu da cari açığı tarihi boyutlara ulaşan Türkiye’de, cari açığın finansmanın da zorlaşacağı yeni bir dönem demek. Olacakları tahmin etmek zor değil: Enflasyonda başkaldırı, faiz artışı , küçülme, işsizlikte büyüme……

AKP iktidarının bu çöl fırtınasının etkilerini seçime gidinceye kadar topluma hissettirmemesi mümkün mü? Çaba o yönde olacak ama hoşnutsuzluklar hissedilmeyecek gibi değil. Dahası, seçime 100 gün var... O zamana kadar Pandora’nın Kutusu’ndan neler çıkar kim bilir?...

26 Şubat 2011 Cumartesi

Turizmde Antalya, Muğla: 4 İstanbul,İzmir: 3

Mustafa Sönmez

Kum-deniz-güneş turizmi, 2010’da da hakimiyetini korudu ve Antalya-Muğla distinasyonları , toplam girişlerden yüzde 42 pay alırken, kültür turizmini temsil eden İstanbul ve İzmir’in payı yüzde 28’de kaldı. Böylece 4 büyük destinasyon, 2010 girişlerinden yüzde 70’e yakın pay alırken, geri kalan yüzde 30’luk girişi Türkiye’nin diğer 77 ili paylaştı.




Kaynak:Kültür ve Turizm Bakanlığı veri tabanı

Yabancı turist sayısı durmadan artıyor ama gelir o ölçüde artmıyor. Nitekim, 2010’da turist artışı yüzde 4’ü geçti ama gelirler yüzde 2 geriledi. 2009’da 580 dolar olan turist başına gelir 2010’da 530 dolara düştü. Yani fiyat kırarak, ucuza satarak otellerin doluluk oranı belli bir seviyede tutulmaya çalışıldı. Düşük kar oranları ile turizm varlığı yine üç-on paraya satıldı.

Kum-deniz-güneş turizminin merkezi Antalya’nın 2009’da yüzde 31’e yaklaşan payı, 2010’da 1 puan artarak yüzde 32’yi geçti. Buna karşılık 2010 Avrupa Kültür Başkenti avantajını arkasına alan İstanbul, turist artışı yerine gerileme gösterdi ve 2009’a göre 550 bin daha az yabancı ziyaretçi ağırladı ve payı yüzde 3 puan geriledi, yüzde 24’e düştü.

İstanbul girişlerinde azalmanın açıklaması, kayıtların değişmesi ile yapılıyor. 2009’da transit uçuşların İstanbul’a yazıldığı için rakamın yüksek çıktığı, 2010’da bunun değişmesi ile, azalma olduğu iddia ediliyor. Azalma, bu kayıt-kuyut işiyle açıklanıyor. Öyle de olsa ortada 550 bin bir azalma var ve bunun izahı, sadece bu kayıt-kuyutla yapılamaz. Ortada, net bir gerileme olduğu açık. Özellikle İstanbul’a, AB menşeli yabancı ziyaretçileri 2010’da azaldı. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti rüzgarını hiç iyi kullanamadı.

İstanbul Kültür ve Turizm Müdürlüğü, İstanbul’un 2011’e iyi bir başlangıç yaptığını müjdeledi. 2010 ocak ayına göre İstanbul’a yabancı girişi Ocak ayında yüzde 28’in üstünde artarak 378 bini geçmiş. Bu, geçen Ocak ayına göre 84 bin artış demek. Umalım, sonraki aylarda da bu tempo sürsün.

Öte yandan, Antalya’nın 2010 performansına bakıldığında, 2009’dan daha iyi yaşanan dönemin, Mayıs-Ekim dönemi olduğu görülüyor. 2010’da 9,3 milyon yabancının ziyaret ettiği Antalya’da trafik, Mayıs ve Haziran’da en hızlı artışı göstermiş görünüyor.

***

Kültür turizmi potansiyeli açısından Türkiye’nin en zengin destinasyonlarından biri olan İzmir ise, ne yazık ki, hakkettiği turisti çekemiyor.

2005’te 780 bin olan turist girişinin 2010’da 1 milyon 155 bine çıkmış olması olumlu görünmekle beraber, İzmir’in potansiyelleri açısından yetersiz ve hayıflandırıcıdır. Kaldı ki, 2010 girişlerinde üçte bire yakın giriş, günübirliktir. Alsancak Limanı’ndan 2010’da 350 binin üstünde günübirlikçi kruvaziyer turizm gezgini İzmir’i ziyaret etti.

Efes,Yamaç Evleri,Bergama Akropol, Asklepieıon, Bazilika, Çeşme Müzesi gibi çok önemli müze ve ören yerlerine sahip olan İzmir’de yerli ve yabancı turistler öncelikle Efes’i geziyorlar. 2010 yılında 9 milyon TL’ye yaklaşan müze ve ören yerleri gelirlerinin üçte ikisi Efes’ten gerçekleşirken ikinci sırayı Akropol, üçüncü sırayı Yamaç Evleri aldı.

Turizm işletme belgeli 135 tesisinde 27 binin üstünde yatak varlığı olan İzmir’in turizmde iddiasının daha büyük olması, bunun için de Bakanlığın tanıtım konusunda daha büyük destek vermesi gerekiyor.

25 Şubat 2011 Cuma

CHP’nin Yönetime Katılma Projeleri Olmalı


Mustafa Sönmez

AKP’den birçok anlamda farkını koymak durumunda olan CHP’nin bir tek “Aile Sigortası” projesinin bile, AKP’yi nasıl hop oturtup hop kaldırdığı görüldü. CHP, AKP’nin yapamayacağı, kendi kimyasına uygun yeni projeler üretmeye devam etmeli, seçim meydanlarına bu projelerle çıkabilmeli. Bunlardan biri yolsuzluklara, keyfiliğe karşı, demokrasiyi güçlendirmeye de yarayacak kamu kuruluşlarının yönetimine çalışanların katılımını sağlayacak projeler olabilir.

Demokratikleşmenin yaşanabilmesi için kamu yönetiminde, saydamlık, katılımcılık, hesap verebilirlik, tutarlılık gibi çağdaş kavramlar hayata geçirilmeli. AKP iktidarı, bu saydıklarımızdan fersah fersah uzak. Artık gizlenmeyen bir ajande ile sivil bir dikta, adım adım inşa ediliyor. Yolsuzluklar örtbas ediliyor. Yargının iyice ele geçirilmesi ile, rüşvet, kayırmacılık, yolsuzluk önünde hiçbir engel kalmayacak.

CHP’nin, AKP iktidarına, demokrasi alternatifi ile karşı çıkışı lafta kalmamalı, halka, özellikle çalışan sınıfa, emeklilere somut projeler önerilmelidir. Yerel yönetimleri güçlendirmek ve daha çok söz ve karar sahibi yapmak, yerel yönetimlerde mahallelere kadar inen demokratik yapıları kurgulamak ve işletmek, bir projedir mesela.

***

Bir başkası, çalışan sınıfı doğrudan ilgilendiren kamu kuruluşlarında çalışanların temsilini içeren yönetim projeleri ile seçmenin karşısına çıkmaktır. Hangileridir bu kuruluşlar ? Başta, 16 milyon çalışanın sigorta primleri ile ayakta duran Sosyal Güvenlik Kurumu. 2010 yıllık harcaması 112 milyar TL ile merkezi bütçenin yüzde 40’ına ulaşan bu kurumda, çalışanların, emeklilerin ve onların ailelerinin hiçbirinin söz hakkı yok. Bu devasa kuruluş, RTE’nin has adamı Çalışma Bakanı Ömer Dinçer’in iki dudağının arasındaki tasarruflarla yönetiliyor. AKP’li belediyelerin, yandaş şirketlerin prim borçları hasır altı ediliyor. “Sağlıkta Dönüşüm” mahreçli Dünya Bankası ürünü neoliberal icraatta, SGK büyük bir keyfilik içinde yönetiliyor. Bu kurumda, sigortalıların, emeklilerin, yeşil kartlı yoksulların, yardıma muhtaç yaşlıların, özürlülerin temsilcileri yer almalı.




CHP’nin yönetim biçimine müdahil olması, çalışan sınıfın, onların sendikalarının ivedi olarak yönetimine girmelerini önereceği bir kurum da İşsizlik Sigortası Fonu. Yine, AKP iktidarının çiftliği gibi kullanılan bu kurumda, çalışanlardan kesilen primler çarçur ediliyor. AKP iktidarı, son torba yasası ile, 3 yıldır tepe tepe kullandığı İşsizlik Fonu kaynaklarını iyice hortumlamanın yasal altyapısını da hazırladı. Son 3 yıldır buradan bütçeye aktarılan kaynaklar neredeyse 10 milyar TL’yi buldu. GAP yatırımlarında kullanıyoruz, teranesiyle, bütçe açığına yama olarak kullanılan bu fonun şu anda 46 milyar TL varlığı var ve bu fonlar, yeni talanlara amade. Fondan, işsizler için işçiler için bugüne kadar kullanılmış kaynak 5 milyar TL’yi bulmuyor bile ve bunların bir kısmı da yandaş firmalara, eğitim vs. gerekçesiyle kullandırıldı, kullandırılıyor.

CHP’nin çalışanların yönetimine açmayı vaat edeceği iki diğer kamu kurumu grubu, kamu bankaları ve KİT’ler. Üç kamu bankası Ziraat, Halkbank ve Vakıflar Bankası’nın 46 bin çalışanı var. Kamu bankalarının özellikle kredi kullanımında AKP iktidarının doğrudan müdahalesi söz konusu. Sabah-ATV medya grubu, RTE’nin damadının yönettiği Çalık’a 1,1 milyar dolara satılırken 10 yıl vadeli 750 milyon dolarlık kredinin, talimatla, kamu bankalarına verdirildiğini unutmayın. Bu kamu bankalarının özelleştirilmesine karşı çıkılmalı ve keyfiliklere, usulsüzlüklere, kamu bankası çalışanlarının örgütlerinin yönetime ve denetime müdahalesiyle engel olunmalıdır. Haraç mezat satılan onca KİT’ten geriye 28 kuruluş kaldı. Bunların da 6 tanesi de satılmak üzere tezgahta. Bu kuruluşlar da iktidarın çiftliği gibi kullanılıyor. 188 bin kişinin çalıştığı bu KİT’lerin yönetim ve denetimlerinde işçi konseylerinin söz ve karar sahibi olması sağlanmalı.

CHP’nin ilkeleri arasında olan “yönetime katılma”, bu tür somut projelerle seçmene sunulabilmeli.

23 Şubat 2011 Çarşamba

Özelleştirme ile Al-Sat Vurgunu

Mustafa Sönmez

2003’te özelleştirilen ve kısa sürede iki kez el değiştirerek, özelleştirme fiyatının 10 katına varan değere ulaşan kamunun ,Tekel’in içki fabrikasının serüveni, özelleştirme soygununu bir kez daha gözler önüne seriyor. Kamudan 292 milyon dolara satın alınan Tekel İçki, Mey İçki adını aldı, bir miktar yatırımla allayıp pullandı ve 2006’da ABD'li Teksas Pacific Group'a (TPG) 810 milyon dolara satıldı ve 5 yıl geçkmeden bu kez İngiliz içki şirketi Diageo’ya 3.3 milyar liraya yeniden satıldı. Kamunun rakı kuruluşu, kamuya verilen paranın nereyse 10 katına ABD'lilerden İngilizlerin mülkiyetine geçmiş oldu.

Sadece Mey İçki’den mi ibaret, “özelleştir, zenginleştir” furyası? İş Bankası ile birlikte Doğan Grubu’nun özelleştirmeden satın aldığı Petrol Ofisi de şimdi Avusturya kökenli OVM’nin portföyünde. Bundan 10 yıl önce 2001 krizinde devletin kucağına bırakılan Sümerbank , 2001’de Oyak’a satılmış ve 2002 de Oyak Bank A.Ş. ile birleştirilmişti. Peki sonra ne oldu? "Yeni" Oyak Bank A.Ş. yurt sathına yayılmış 359 şubesiyle 2008'de Hollanda'nın ING bankasına 2 milyar 600 bin dolara yaklaşan bir fiyatla satıldı.

Karayolları’nın Zincirlikuyu’daki arsası Vestel’in sahibi Zorlu’ya 800 milyon dolara satıldı. Şimdi yolunuz düştüğünde birinci köprü yakınından, kafanızı çevirip bakın orada kaç 800 milyon dolarlık gökdelen yükseliyor…

2001 krizinde IMF-Dünya Bankası telkiniyle Kemal Derviş’e hazırlatılan, icraatı ise AKP iktidarınca gerçekleştirilen özelleştirme yağması ile kamu malları bir avuç yerli-yabancı firmaya peşkeş çekildi. Tabi ki bunlarla kalmayacak bu serüven, bekleyin bakın kamu malları elden ele kimlere neler kazandıracak… Bazı yorumcu dostlar ise, köşelerinden bütün bunlara “başarı öyküsü” deyip, şapka çıkarıyorlar. Canları sağolsun!...


----------------------------------------------------------

Hovarda Beşiktaş, Mirasyedi Cimbom

Belalımız Beşiktaş , hepimizi hasta ediyor. İnönü Stadı’nın başına getirilen Fi’ye mi yanalım, Kulübü onca borca soktuktan sonra hem ligde hem Avrupa’da atılan havlulara, Fener’e altın tepside sunulan galibiyete mi yanalım. Hangisine ? Alman kökenli transfermarkt.de, futbol endüstrisini sayılarla izlemek isteyenler için çok iyi bir kaynak. Türkiye’deki kulüplerin futbol kadrolarının piyasa değerlerini alt alta yazıp, bu yatırımla ligde 34 maç oyananacağını varsaysanız, şimdiye kadar 22 maça yapılan yatırım çıkıyor. Bunu, her takımın aldığı puana bölseniz, her puan için harcanmış yatırıma ulaşırsınız. Ve bakın 1 puan için en ekonomik yatırım harcamasını kim yapmış? Karabük. İkinci Manisa ve üçüncü Bucaspor.





Karabük, 1 puan için 100 birim yatırım yaparken Beşiktaş ancak 511 yatırım ile 1 puan alabilmiş, Galatasaray da yaklaşık 500 birim yatırıma 1 puan alabilmiş. Fener de başarılı sayılmaz, yaklaşık 400 birim yatırıma 1 puan ve Trabzon 226 birim yatırıma 1 puan. Alkışı ve ıslığı kimler hak ediyor dersiniz ?