Sayfalar

30 Haziran 2010 Çarşamba

G20’nin Mesajı: Altta Kalanın Canı Çıksın

Mustafa Sönmez

30.06.2010, Çarşamba
Uzlaşmaz iç çelişkilere sahip, çok katmanlı, eşitsiz gelişen kapitalistlerin devletleri üstünden, krizdeki kapitalist sistemi ayakta tutmak için anlaşmaları kolay mıydı? 26-27 Haziran 2010’daki G20 zirvesi gösterdi ki, kaostan çıkış, merkezi bir iradeyi, planlamayı gerektirir, oysa ortada, fırsatını bulsa diğerinin gözünü çıkaracak kurtlar sofrası var. Ve zirveden özetle şu mesaj çıktı: Yangın büyük, herkes canını kurtarsın…Bunu, şöyle de okuyabilirsiniz: Altta kalanın canı çıksın !..

G20 zirvesinin önemli bir gündem maddesi banka işlemlerinin vergilendirilerek banka iflasları riskine karşı fon kurulmasıydı. Vergilendirmeye G-20'nin çevre-yükselen ülkelerinin (Türkiye dahil) karşı olduğu biliniyordu. Sonuçta, ortak bir irade çıkmadı, her ülke kendi karar versin denildi. Yakın gelecekte, dillendirilmeye korkulan başka bir banka krizi var. Küresel fırtına ABD’de banka krizi olarak başladı, bu yangını söndürmek için bütçe kaynaklarını boca eden devletlerin mali krizi ikinci perde idi. Şimdi ise yeniden bir banka krizi gündemde. Başta Yunanistan olmak üzere bütçe açığı büyük devletlerin bonolarını ancak Avrupa Merkez Bankası ile IMF finanse ediyor. AB’den bu amaçla harcanmış para 440 milyar Avro olarak ifade ediliyor. Ancak, derde derman olmuş değil bu alımlar. Yeni fırtına ne? Yeni fırtına, batık devletlerin bonolarını almış Alman, Fransız ve diğer yabancı bankaların alacaklarının sıhhat ve afiyetsizliği ile ilgili…PIGS’in, yani Portekiz, İrlanda,Yunanistan ve İspanya’nın Fransız ve Alman bankalarına borçları toplamda 1 trilyon dolara yakın. Yine diğer yabancı bankaların İspanya ve İrlanda’dan alacakları 2 trilyon dolar!...Şimdi gündemde, bu borçları çeviremeyecek ülkelerin, alacaklı bankaları dibe çekmeleri kabusu var…

Kurtlar sofrasında, “kemer sıkmayı bırakın, büyümeliyiz” diye inleyen ABD’ye Avrupa’nın cevabı, kemer sıkmak, bütçe açığı ve kamu borçlanma yükünü makul düzeye çekmek şeklinde oldu. Gerekçeler makul. Yeni bir banka krizine doğru evrilen gidişatta, büyümeyi kim düşünür…Bu da belki yeni bir depresyona götürecek uzun bir resesyon demek…Özellikle G8’deki patronların tek dileği var; Hiç olmasa kimse içe kapanmasın, korumacı davranmasın. Bunun da bir dilek olarak kalma ihtimali çok yüksek…

-------------------------------------
Çift Küçüldü, Çift Büyüdü
-------------------------------------


2010’un ilk çeyrek büyüme verisi bu sabah saat 10’da TÜİK tarafından açıklanacak(açıklandı). Beklenen, yüzde 12’lik bir büyümeydi. Bunun AKP hükümeti ve yandaşlarınca şamatası çok yapılacak. Ama züğürt tesellisi…Böyle çift rakamlı büyüme, tamamen “baz etkisinden”…


Kaynak:TÜİK,GSYİH veri tabanı, 2010 ilk çeyrek tahmini %12, ikinci çeyrek % 5 varsayıldı

Yani, 2010’un ilk 3 ayında üretilmiş mal ve hizmeti, 2009’un ilk 3 ayında üretilenle karşılaştırınca yüzde 12 gibi bir artışa varıyorsunuz. Ama o karşılaştırdığınız nokta, 2008’in ilk çeyreğine göre yüzde 14,5 gibi tarihi bir çöküş mevsiminin noktasıydı. Yani, yüzde 14,5 küçüldüğünüz yerden yüzde 12 gibi bir hızla çıkmak bir önem taşımıyor. Sonuçta, yüzde 12 de büyüseniz, 2008’in ilk çeyrek pastasına ulaşamamış durumdasınız.

***

2010’un ikinci çeyreğinin büyümesini de yüzde 5 olarak tahmin edenler çoğunlukta. AB’deki daralmaya rağmen, ikinci yarıda büyüme sürer de 2010’un tamamında, büyüme yüzde 5 olursa, mal ve hizmet üretim seviyesi ancak 2008’deki düzeyine çıkmış olacak. 1998 fiyatlarıyla, 2009’da 97 milyar TL’ye gerilemiş milli geliri, 2010 sonunda 101,9 milyar TL’ye çıkmış olacak. Yani 2008’de üretilen milli gelir seviyesine…Ama unutulmaması gereken bir şey var: Pasta 2008’deki büyüklüğe getirilse bile, o arada nüfusun her yıl yüzde 1,5 arttığını, neredeyse nüfusa her yıl 1 milyon kişinin eklendiğini hatırlayın. 2008’in pastasını, 71,5 milyon kişi üretip paylaşıyordu. 2010’un aynı büyüklüğe çıkacak pastasını ise bu kez 73,5 milyon kişi paylaşacak. Yani sofraya 2 milyon kişi daha katıldı. Bu da kişi başına dilimin biraz daha küçülmesi demek.

Özetle, yüzde 5 büyüme, 2008’e dönüşten başka bir şey demek değil, bir. Büyümüş pastanızı da 2 milyon artmış yeni nüfusla paylaşınca eskiye göre yoksullaşmış sayılırsınız, iki…

28 Haziran 2010 Pazartesi

Kürt Sorununda Yanlışlar: Bölgecilik ve Ekonomizm

Mustafa Sönmez

28.06.2010, Pazartesi
Hem Kürt hem Türk tarafında “Kürt Sorunu” tartışılırken ısrarla tekrarlanan iki temel yanlış var. Bunlar;

1-Kürt kimliği ile ilgili tartışmalara “bölge” nosyonunu katmak, coğrafya temelinde Kürtlerin demokratik haklarını savunmaya çalışmak;

2-Bölgesel eşitsizlikten kaynaklanan ekonomik yoksulluk ve yoksunlukları “Kürt olma”ya ve Kürt sorununun çözümünü de “kalkınma”ya, yatırıma indirgemek.
Bunların üstünden gidelim. Kürtlerin demokratik hak ve özgürlüklerini talep etmeleri, kültürel hakları için mücadeleleri doğrudur,saygındır. Ancak, bunu Türkiye’nin belli bir bölgesine sıkıştırıp, o bölgelerde, son zamanlardaki “demokratik özerklik” yaftası ile yapmaya kalkışmak yanlıştır. Çünkü, 2000’lerin Türkiye’sinde iyice ortaya çıkmıştır ki, Kürtler sadece Güneydoğu ve Doğu’daki 21 ilde değil, tüm Türkiye illerinde yaşamaktadırlar.

***
Doğu ve Güneydoğu illerimizde doğan nüfusa isteyen (abartılı bir ifade olması bahasına) “Kürt” nitelemesinde bulunsun , isteyen kısaca Doğu doğumlu nüfus desin, 2009 verileri şu gerçekliği sergiliyor; 2009 Adrese Dayalı Nüfus Sayımı sonuçlarına göre, 21 doğu-güneydoğu ilimiz doğumlu nüfus 18,5 milyona yakın. Bu, toplam Türkiye nüfusunun yüzde 25,6’sı demek.

18,5 milyonu aşan Doğulu nüfusun 7,5 milyon ya da yüzde 40,5’a yakını, Doğu ve Güneydoğu illerinde değil, Batı , Orta ve Güney Anadolu illerinde yaşıyorlar. Yani doğdukları topraklardan bu coğrafyalara göçmüşler. Daha detay bir analiz yaptığımızda, 7,5 milyondan 7 milyonunun 17 büyük merkezde yaşadığı anlaşılıyor



Daha çarpıcı olan İstanbul’un durumudur; “Bölge” dışında yaşayan 7,5 milyon Doğulunun 3,2 milyonu İstanbul’da hayatını sürdürüyor. Bu anlamda “En büyük Kürt kenti İstanbul !” tezi hiç abartılı değil...İstanbul’u takiben Çukurova’nın, yani Adana ve Mersin’in barındırdığı Doğulu nüfus 850 bini geçmiş buluyor. G.Antep’i katarsanız sayı 1 milyon 150 bini buluyor. Bu illerdeki Doğulu nüfus, toplam il nüfuslarının yüzde 23’ü dolayında.

İzmir’de 750 bini aşkın Doğu ve Güneydoğu doğumlu nüfus var ve onlar İzmir nüfusunda yüzde 20’ye yakın paya sahipler.

Görüldüğü gibi,birçok ülkede gözlenen etnik kimliklerin belli bir coğrafyada yaşadıkları gerçeği, (İspanya’da Basklılar, Katalanlar örneğinde olduğu gibi) Türkiye için geçerli değil. Dolayısıyla, Kürt siyasi mücadelesini ısrarla Güneydoğu’nun beş kentine odaklayıp oradaki belediyelerde “özerkçilik oyunları” oynamak, Batı’ya yerleşmiş yüzde 40’lık “Kürt nüfusu” umursamamak değilse, nedir? Kürt sorunu, bölgesel bir sorun değildir, Türkiye coğrafyasının her parçasını ilgilendiren, sadece Kürtlerin değil, kendini demokrat sayan Türklerin de sorunudur. Kürt siyasi mücadelesinin bölge esaslı yapılması, iflah olmaz bir “ayrımcılığa” sürükler, Türk-Kürt kutuplaşmasını artırır ve akabinde de Batı illerindeki Kürtleri hedef alan çılgınlıklara sürükler.

***

İkinci yanlış, Kürt sorununu, bölgenin azgelişmişliğine, yoksulluğuna indirgemekle yapılıyor. İşadamlarına ve CHP’nin önemli bir kısmına hakim olan bu dar ekonomizme göre, bölgede iş-aş meselesi halledilince Kürt meselesi de hallolacaktır. PKK, yoksul halkı ve işsiz gençleri kandırarak terörü sürdürmektedir. Bu indirgemeci yaklaşım da Kürt kimliğini küçümseyen, inkar eden damardan geliyor. Etnik kimlik mücadelesi sadece bölgesel yoksulluk meselesi olsaydı, İspanya’da en zengin bölgeler olan Katalunya ve Bask bölgesinde “özerklik”le sonuçlanan ulusal mücadeleler olur muydu? Kürtler tarihsel olarak Güneydoğu’yu değil, Güney Marmara’yı yurt edinmiş olsalardı bile, bugün Kürt sorunu bu zengin havalide boy verirdi, hiç kuşkunuz olmasın.

Kürt meselesini bölgecilik ve ekonomizm yanlışlarına düşmeden soğukkanlılıkla ele almak şart.

26 Haziran 2010 Cumartesi

G20, Resesyon ve Sokak

Mustafa Sönmez

26.06.2010, Cumartesi
Küresel kapitalizmin ömrünü finansal balonlarla uzatmaya çalışmanın yol açtığı büyük krizde, ikinci bir dibe düşmesek de, uzun bir resesyon dönemine geçtik sayılır. Devletlerin kapitalizmi ayakta tutmak için yangına boca ettikleri kaynaklar, 60 trilyon dolara yaklaşan dünya milli gelirinin yüzde 7’sine ulaştı sadece 2009’da. Ama bitmedi, 2010’da kurtarma operasyonları sürüyor. Toparlanma yılı ilan edilen 2010’da, evdeki hesap çarşıya uymuyor, bu kez bütçe açığı büyümüş ve kamu borçlanması hızla artmış AB ülkelerinin uyguladığı mali disiplin, kemer sıkma politikaları, dünya ekonomisini genişleme platformuna taşıyamıyor. Krizdeki merkez-gelişmiş ülkeler, onların tedarikçisi büyük çevre ülkelerin oluşturduğu G20 (Group of Twenty), bu hafta sonu, “Ne olacak bu kapitalizmin hali?” sorusunu tartışacak.

***

1997’deki Asya krizinin ardından, “patronlar kulübü” olan G7’nin bir kararıyla 1999 sonunda oluşturulan G20, ABD, Japonya, Kanada, Avustralya, Avrupa’nın dört büyüğünden oluşan “merkez ülke”lerle, irice 11 “Yükselen piyasa ekonomisi”nden oluşuyor: Bunlar; Arjantin, Brezilya, Çin, Endonezya, Güney Afrika, Hindistan, G. Kore, Meksika, Rusya, S. Arabistan. G20’ye AB Komisyonu da üye. Böylece, dünya milli gelirinin yüzde 85’ini ve dünya nüfusunun yüzde 80’ini temsil eden G20, sorunlara çözüm arıyor. Gelin görün ki, bu demokratik görünümlü yapıda, esas borusu öten G7, yani merkez ülkeler. Türkiye dahil, diğerleri, sadece alınacak kararlara yardımcı olmaları ve kararları meşrulaştırmaları beklenen “konu mankenleri”. Doğrusu, G20 üyesi her ülkenin temel sorunu ve krize yakalanma pozisyonunda farklar var. Birçok merkez ülkenin krizi yatıştırmak için uyguladığı maliye politikaları, büyük bütçe açıkları ve borç yükleriyle sonuçlandı. Türkiye’nin dahil olduğu çevre ülkelerde de bütçe açığı ve yüksek kamu borçlanma sorunu var ama “merkez”deki kadar değil.




Krizin üssü ABD, büyüme ivmesi yakalamanın önünde, AB’nin izlediği daraltıcı maliye politikalarını engel görüyor ve şikayetçi. Özellikle Almanya’nın bütçe açığı ve kamu borçlanma durumunu düzeltme çabasının, dünyada uzun bir durgunluk dalgasına yol açmasından şikayet ediyor. ABD, Çin’in iç tüketimini artırmamasından, bunun için de Yuan’ı değerlendirmemesinden de şikayetçi. “Rezervin bol, harca, aç pazarını ki, bizim çarklar dönsün” beklentisi içinde. Çin, Yuan ile ilgili bu beklentiye baskılar karşısında biraz olsun karşılık verdi ama yetmiyor. G20 içindeki çevre ülkelere, kamu harcamaları ile iç tüketimini harcama gücü olanlara, “harcayın” tavsiyesi, bu hafta sonu da yapılacak ama buna Türkiye benzeri örtülü mali kural uygulayanların pek takati yok.

Bankacılık sisteminde, hem yeni balonlaşma niyetlerinin terbiye edilmesi, spekülasyonların önünün alınması, hem de olası yeni banka batışlarına karşı “sigorta fonu” oluşturulması gündemde. Bunun parası nereden gelecek, bankalardan alınması düşünülen vergilere, hangi ülke nasıl tavır gösterecek?

Özellikle AB’de yaşanan resesyonun uzun sürmesi, Avro’nun zayıflaması Türkiye için kötü haber. İhracatının yarısını bu bölgeye yapan Türkiye’de ihracatın Temmuz sonrası ivme kaybetmesi bekleniyor.

***

Krizin sosyal yükü alt-orta sınıflara yıkıldıkça sosyal çalkantılar da artıyor. Daraltıcı maliye politikalarının 2010’u sokağın yılı yapacağını birkaç kez yazmıştım. Özellikle Avrupa’da sokak kaynıyor. Yunanistan’da “anarşist gruplar” bombalı eylemlere başladılar. İtalya’da genel greve gidildi. Fransa’da da sendikal emeklilik reformu protesto edildi. İtalya’da çalışanlar 2 Temmuz’da yine sokağa çıkacak. Portekiz’de de 8 Temmuz’da genel greve gidilecek. Esas büyük eylem ise Avrupa çapında 29 Eylül’de yapılacak. Sendikal üst örgüt ETUC tarafından çağrısı yapılan "Avrupa Eylem Günü"nde Brüksel'de kitlesel, ortak bir yürüyüşle ve kıtanın farklı ülkelerinde sokak gösterileri, iş bırakma eylemleri, grevler gerçekleştirilmesi bekleniyor.

Bizim sendikalar, sendikacılar mı? Onlar, tatil bavullarını hazırlıyorlar.

25 Haziran 2010 Cuma

İşsizlik, Güneydoğu, Çukurova ve Sanayi İllerini kavurdu

Mustafa Sönmez

25.06.2010, Cuma
12 Eylül’de erken seçim ihtimali her gün daha çok ağırlık kazanıyor. Seçim düzleminin ana temalarından biri yüksek işsizlik olacak, bu da belli. İşsizlik yüzde 13-14 basamağına yerleşirken, bazı coğrafyalarda daha yakıcı boyutlarda. TÜİK, daha önce 2008 için açıkladığı illere göre işsizlik oranını, 2009 için de açıkladı. Böylece, küresel krizin etkisiyle artan işsizliğin ilden ile ne kadar arttığına dair bir “resmi veri”ye sahibiz. Eldeki işsizliğin illere göre değişimini TÜİK, keşke bir de tarım ve tarım-dışı olarak verse, daha doğru dürüst analizler yapmak mümkün olurdu.

2008’de ortalama yüzde 11 olarak ölçülen Türkiye geneli işsizlik ortalaması, 2009’da yüzde 14’e çıktı. Ancak bu oran, bazı illerde ortalamanın çok üstünde gerçekleşirken bazı illerde de tek haneli işsizlik biçiminde yaşandı.
İlk elde görünen şu: İşsizliğin en yoğun olduğu illerinin, Çukurova ve o bölgeye sürekli göç veren Güneydoğu-Doğu illeri olması hemen dikkat çekiyor. 2008’de Adana’da yüzde 20,5 olarak ölçülen işsizlik, 2009 kriz yılında tam 6 puan artarak yüzde 26’ya fırlamış. Yanındaki Mersin’de de işsizlik bir yılda 4,5 puan artarak yüzde 17,6’yı bulmuş. Çukurova’ya göç veren illerden Diyarbakır’daki resmi işsizliğin 5 puan artarak yüzde 21’e yaklaştığı anlaşılıyor. Hakkari, Ş.Urfa, Osmaniye, Hatay, Tunceli, Elazığ, Adıyaman, Bingöl işsizlik oranları, yukarıdaki önermeleri tamamlıyor.

***

En yakıcı işsizlik patlamasının ise Kırıkkale’de yaşandığı anlaşılıyor. Tam bir yılda 8 puan artışla Kırıkkale’de yüzde 19’u aşmış işsizlik.



Bekleneceği gibi, işsizlik, işten çıkarmaların yoğunlaştığı önemli sanayi illerinde ciddi artışlar kaydetti. Başta İstanbul ve hemen dibindeki Kocaeli ve Yalova’da işsizlik yüzde 17-18 bandında. Bir başka sanayi üssü Bursa’da işsizlik, artan tensikatlarla yüzde 15’i geçmiş. Ege’de, İzmir’in, Aydın’ın işsizliği ise yüzde 16’nın üstünde.

***

2009 krizi, işsizliği genelde 3 puan artırıp yüzde 14 basamağına yerleştirmekle beraber, bazı illerde işsizlik tek hane olarak gerçekleşti ve yine bazı illerde oran geriledi. İşsizliğin tek haneli olduğu illerin çoğu, Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz illeri. Bu iller, yoğun göç verdikleri için, işgücü piyasasındaki insan da az, işsiz de. Hele ki nüfusun önemli kısmı kırlarda ise, onlar da tarım işgücü gibi görünüyor, dolayısıyla işsizlik düşük çıkıyor.




İşsizliği 2009’da hafiflemiş görünen illerden Şırnak, 5 puan hafiflemeye rağmen yüzde 17 işsizlikten muzdarip. Şırnak’taki göreli gerilemeyi, Irak ile artan ticari ilişkilere, mal-ziyaretçi trafiğindeki artışa bağlamak mümkün. Aynı şey, işsizliği 4 puan hafifleyen Mardin için de söylenebilir.

İşsizliğin illere göre analizi, bir gerçeği daha gözler önüne seriyor: Güneydoğu ve (Batı’daki tacizlerden yılarak) göç etmekten korkan diğer Doğu illerinde işsizlik en yakıcı sorun ve o işsizlik geleneksel göç adresi Çukurova’ya da taşınıyor. Başta İstanbul ve çevresi olmak üzere, sanayi illeri ise 2009 krizini ağır işsizlik bedelleri ödeyerek geçirmişler. İşsizliğin bu derin coğrafyalarında, seçmen tercihlerinde AKP’nin de ağır bedeller ödeyeceği sır değil.

23 Haziran 2010 Çarşamba

Sevgili İlhan Abi

Mustafa Sönmez

23.06.2010, Çarşamba
Sevgili Cumhuriyet çınarı, 48 yıldır açık olan “Pencere”ni dün kapattın. O pencerenin ve senin adın Cumhuriyet’le özdeşleşmişti. Ömrünü Anadolu Aydınlanması adını verdiğin Atatürk ilke ve devrimlerini, Cumhuriyet değerlerini anlatmaya, aydınlatmaya verdin.

Yarım asırlık çizgini eğmedin,bükmedin. İnandığın gibi yazdın, inandığın gibi yaşadın.

Türkiye, Ziverbey Köşkü’nü, işkenceyi 12 Mart faşizmini senden öğrendi. İşkencecinle oturup konuşacak kadar çelebi bir adam olduğunu gösterdin.

Zor ekonomik koşullarda Cumhuriyet gazetemizi yaşatmak için büyük çaba gösterdin. Gazetenin bağımsızlığını koruyabilmek için Cumhuriyet Vakfı’nı kurdun. Ekonomik krizlere rağmen Cumhuriyet’i ayakları üzerinde tutmak için büyük gayret sarf ettin.

12 Mart faşizminin yaptıklarını 37 yıl sonra yine bu kez Ergenekon tezgahı ile yapmaya kalktılar. 84 yaşında 21 Mart 2008 günü sabah 04.30’da evinden alındın. Bu cüret, kamuoyunda tepkiyle karşılandı.

23 Mart 2008’de serbest bırakıldın ama incinmiştin, kırılmıştın. Bir hafta sonra rahatsızlandın. Daha önce iki kez kalp krizi geçirmiştin.2009 Mart’ında bana Cumhuriyet’te yazma sorumluluğu verdiğinde iyi görünüyordun. Küresel krizi, “Tayyip teğeti”ni ne kadar yakından izlediğini şaşkınlık ve hayranlıkla izlemiştim. Bana “atış serbest” komutu verdikten birkaç hafta sonra kalbin üçüncü kez tekledi. 15 Nisan’da ağır bir baypas ameliyatı geçirdin. Ameliyat sonrası ziyaretimde yine anladım ki, gerçek Cumhuriyet çınarıydın. Yerkürede ve ülkemde olanlara üzülüyordun ama yine de direnmek gerek, diyordun. Ergenekon davasından aklanmayı görmek istiyordun, “Aklandığımı görmeden gitmek istemiyorum” diyordun. Davanın sonucunu öğrenemedin.Turhan Abinin vefatını da öğrenemedin. O da senin pencereyi kapatışından bi haber. İkiniz de kardeş acısı yaşamadınız.

Sevgili yazı ustası,Türkçe virtüözü…Bıraktığın her emanete kıskançlıkla sahip çıkılacağını bilerek, rahat uyu.
-----------------------------------------
İnadına Barış, İnadına Diyalog
-----------------------------------------


PKK baskınları, “demokratik açılım”ın iflasını perçinledi. Çözümü “olağanüstü hal”de, “sıkıyönetim”de aramak ezberi de bir o kadar müflis yaklaşım. Daha dün gibi…1990’lar Türkiyesinde askeri önlemlerle “PKK bitirilemiyor” yargısı pekişmişti. Özel timlerin de devreye sokulmasıyla köyler boşaltılmıştı, PKK terörü ile devlet terörü arasında kalmış Kürtlerin de hedef alındığı, faili meçhullerin, yargısız infazların yaşandığı bir savaş hüküm sürüyordu. Susurluk skandalı, gösterdi ki Güneydoğu’dan çeteleşmiş unsurlar bir de mafyatik, kirli bir savaş doğurmuştu.

***

Daha dün gibi…1999’da Abdullah Öcalan yakalandıktan sonra hayat normale dönmeye başladı. Elde şimdi Kürt sorununu çözme fırsatı vardı ama ıskalandı, zaman hovardaca harcandı. AB sürecinde başlatılan reformlarla yol alınabilirdi, ıskalandı. 2005sonrası AKP iktidarında, hayat ikinci bir fırsatı AKP’nin ayağına sundu. Ama yine bir şey yapılamadı. PKK’nın dağdan indirilmesi ve silahsızlandırılması için AKP, kendi başına, muhalefet partilerini es geçerek ne idüğü belirsiz, suya tirit bir açılım türküsü tutturdu. Bugün gelinen yerde ise açılım denen safsatanın iflası belgelendi . Sonuç sürpriz değil. Neden mi? Sorunu anlamada yanlışlık var, o nedenle üretilen çözümler sonuçsuz. Karşı karşıya bulunduğumuz sorun, dilimize pelesenk ettiğimiz basit bir terör sorunu değil. Karşımızda silahlı Kürt hareketi var. Bu hareketi PKK başlatmadı, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana süren isyanların bir devamı bu. PKK, sorun askeri alanda kaldığı sürece Güneydoğu’da taraftar toplamakta, dağda çarpışacak militan bulmakta zorlanmıyor. Sorunu “şiddet” boyutunda ele almak, sadece ve sadece sorunu askere havale etmek kolaycılığı. Siyasi çözümlerden kaçan kaçana. Oysa mesele, siyasi çözüm üretmekte. Belli oldu ki, AKP’nin bu sorun ile ilgili çözümü yok, vizyonu yok, hele ki oy kaybı kaygısıyla, cesareti hiç yok.

***

Olağanüstü hal vb. gibi işin kolayına kaçmadan ve geriye gitmeden , muhalefet, siyasi çözüm önerilerini dillendirmelidir. Temel hak ve özgürlüklere sahip çıkan, silaha yer vermeyen, misaki milli sınırları içinde iş-aş sorunlarına, kültürel haklara, Kürt kimliğini tanımaya, gelişim iklimi yaratmaya dayalı bir çözümü üretmek, önümüzdeki temel gündemdir.

Belli oldu ki, bugüne kadar oturup konuşulanlar, doğru bir diyalog değilmiş. Barış üretememiş, kardeşlik üretememiş. Tersine, kardeş kavgasını körüklemiş, kutuplaşmayı hızlandırmış.

Yeniden oturulmalı, yeniden konuşulmalı. Şişik egolar terbiye edilmeli, beyhude politikalarda ısrar edilmemeli, yangını söndürmek için gerçek muhataplarla yüz yüze gelmekten,tartışarak çözüm üretmekten yılmamalı.
İnadına barışa, inadına diyaloğa sahip çıkılmalı.

21 Haziran 2010 Pazartesi

Nerede İş Var?

Mustafa Sönmez

21.06.2010, Pazartesi
Resmi olarak yüzde 14’te kemikleşme eğilimi gösteren, sayılmayan işsizlerle birlikte, sayıda 6 milyonu, gerçek oranda yüzde 24’ü bulan işsizlik kasırgası, umudunu korusun, korumasın, birçok iş arayana, “Nerede iş var?” sorusunu sordurtuyor. TÜİK, 2009 Mart’ından 2010 Mart’ına işi olan, yani istihdam edilen insan sayısının ,yeniden 1,5 milyon artarak 21 milyon 740 bine çıktığını saptadı. Yani, krizde işini kaybedenlerin bir kısmı yeniden işine dönmüş. Bazı sektörlerde de yeni iş imkanları açılmış. Nerelerde?

Başta bir ayıklama yapalım. Mart 2009’dan Mart2010’a yüzde 8’e yakın artmış görünen ve toplamda 1,5 milyon kişiyi bulan yeni istihdamın yüzde 40’ı tarımda yaratılmış görünüyor. Birileri size “tarımda istihdam artıyor” derse, buna inanıp kırlarda kendinize iş aramayın sakın!…Büyümeyen tarım sektöründe istihdamın hem de bir yılda 636 bin artmasının hiçbir mantıki açıklaması yok, hiç bir iç tutarlılığı yok. Hiçbir objektif yorumcu böyle bir artışı makul bulamaz. Tamamen bir hurafe…İşsizliğin gerçek boyutlarını kamufle eden, klasik bir TÜİK ayıbı bu…Bunu geçelim.



Tarım-dışı sektörlere baktığımızda, son bir yılda 957 bin kişilik istihdam artışı olmuş. Peki nerelerde? Öncelikle imalat sanayisinde 282 bin kişi yeniden işine dönmüş ve imalat sanayi, 4 milyon 30 binlik istihdama çıkmış, tarım-dışı istihdamda da payı yüzde 24,4 olmuş. Ama, bu hemen “imalat sanayi istihdam yaratıyor” yanılgısına sürüklemesin. Bugün 4 milyon 30 bin kişiye ekmek kapısı olsa da imalat sanayisinde 2008 Mart’ında istihdam 4 milyon 206 bindi.. Yani imalat sanayisi, uzun vadeli baktığınızda istihdam yaratmıyor. Azaltılmış istihdamla dönme eğiliminde. İmalata yakın diğer sektörlerden madencilik ve elektrik-su –gazda ise görece istihdam artışları yaşanıyor. Bir diğer üretken sektör inşaatın , son 12 ayda 151 bin istihdam yarattığı anlaşılıyor. Bunun da inşaat sezonunun açılması ve göreli bir toparlanmanın başlaması ile ilgisi var. 1 milyon 263 bin kişinin çalıştığı inşaat sektörü, tarım dışı istihdamda yüzde 8’e yakın bir pay sahibi ve önümüzdeki aylarda da istihdam artışı sürecek gibi.

Bir diğer “mevsimsel” yanı ağır basan konaklama ve yiyecek hizmetleri, yani geniş anlamda turizmde ise yine sezonun açılması ile görece bir istihdam artışı var. 1 milyon 64 bin kişinin çalıştığı bu sektörün tarım dışı istihdamdaki payı yüzde 6,4. Sektörün Temmuz ayına kadar istihdamını yukarı tırmandırdığı, sonra azaltarak Aralık’ta dip yaptığı biliniyor. Yani, önümüzdeki aylar içinde turizmde iş var.

***

Tarım dışı istihdamdaki payı yüzde 20’ye yaklaşan ve 3,2 milyon kişinin çalıştığı ticaret sektörü, henüz iş konusunda umut vermiyor. Sektör, toparlanma yılında bile 26 bin istihdam kaybına uğramış.

Merkezi bütçeyi, yerel yönetimleri kapsayan kamu yönetimi ve savunma sektöründe 102 bin iş kapısı açılmış son 1 yılda. Sağlık 10 bin istihdam kaybı yaşarken eğitime 50 bine yakın eleman alınmış. Ama, esas umut bağlanacak sektörlerin finans,bilişim-iletişim gibi iyi eğitim,donanım isteyen sektörler olduğu anlaşılıyor. İdari ve destek hizmetlerinde de önemli istihdam artışı olduğu dikkati çekiyor. Mart’tan Mart’a istihdam kaybı olan sektörlerin arasında ticaret ve sağlık sektörünün yanında kültür, sanat, eğlence ile gayrimenkul sektörünün yer alması dikkat çekici.

19 Haziran 2010 Cumartesi

Fiyasko: Avrupa Kültür Başkenti’ne Turist % 5 Azaldı

Mustafa Sönmez

19.06.2010, Cumartesi
Ne diyorlardı , bakın: “İstanbul’un sadece tarihi birikimi ile değil, kültür sanat etkinlikleri ile de uluslararası arenada etkin tanıtımın yapılması sayesinde, gerçek bir kültürel deneyim yaşamak isteyen ziyaretçilerin İstanbul’a yönlendirilmesi ve ziyaretçilerin kentteki ortalama kalış sürelerinin uzatılması, hem İstanbul’un tanıtımına katkıda bulunacak hem de çeşitli ticari faaliyet kollarında daha fazla gelir elde edilmesini sağlayacaktır.Bu durumun sonucu olarak da İstanbul, ekonomik anlamda turizm hareketliliğinden daha fazla yararlanabilecektir.”

Peki ne oldu? Geldik yılın yarısına…İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti ilan edilmesinden beklenenlerin başında, 2010 Ajansı tarafından yukarıda ifade edilen turizm hareketinden daha fazla yararlanma hedefi, ilk 5 ay itibariyle bir fiyasko ile sonuçlanmış durumda. Çünkü, ülke genelinde turist girişi geçen yılın ilk 5 ayına göre yüzde 6’nın üstünde artarken İstanbul’da yüzde 5’in üstünde düşmüş durumda.

İstanbul İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nün verilerine göre, ilk 5 aylar itibariyle 2010’da 2,4 milyona inen İstanbul’a turist girişi, 2009’a göre yüzde 5 düştü ve 130 bin kişi azaldı. İstanbul’a turist girişi 2008’in ilk 5 ayında 2,6 milyondu. Bu durumda 2 yıl öncesine göre de 200 bin gerileme var.

***

İstanbul’a, AB ülkelerinden turist girişinin azalması daha dikkat çekici. İlk sıradaki Almanya’dan yüzde 14’e yakın gerileme var. İngiltere’den de benzer oranda bir düşüş var. Fransa’dan gerileme yüzde 15, Hollanda’dan da yüzde 15’e yakın. Avusturya ve İsviçre’den de büyük oranlı düşüş gözleniyor. Buna karşılık önemli bir artış yüzde 21 ile Rusya’dan, daha çok da İran’dan; yüzde 36!... Japonya ve G.Kore’den girişler de dikkat çekici. Ancak toplamda, daha çok kültür turizmi için gelen AB kökenli turistlerde dikkat çekici bir azalma, hem de Avrupa Kültür başkenti yılında yaşanıyor. Eksen kaymasını Avrupalılar, herkesten önce mi algıladı bilinmez ama, bu tam bir fiyasko!...



Avrupa Kültür Başkenti kartının, daha çok turist girişinde kullanılamadığı çok açık. Nitekim 2010’un finansal tabloları, özellikle tanıtım konusunda başarısızlığı belgeliyor. 2010 Ajansı’nın, 2010 Nisan sonu verilerine bakılırsa, 325 milyon TL’si genel bütçeden aktarılmak üzere 344 milyon TL gelir toplanmış Ajansın kasasında. Sivil mali destek neredeyse sıfır!...Gelirin henüz, yüzde 56’sını oluşturan 195 milyon TL harcanmış. Araştırılsın, harcamanın çoğu, eş-dost firmalarından, cemaat çevrelerinden yapılan mal ve hizmet alımına çıkacaktır…

***

Harcamalar ne için yapılmış? Bugüne kadar harcamaların yüzde 32’si “Proje uygulamaları”na ayrılmış. Harcamalardan tanıtıma ayrılan tutar ikinci sırada ve 44 milyon TL ile yüzde 23 paya sahip. Yani, 344 milyon TL geliri olan Ajans, bunun ancak yüzde 12’sini tanıtıma harcamış. Tabii, tanıtım da nasıl bir tanıtım, ayrı tartışma konusu. Ama, görünen o ki, 2010 kartı bozuk para gibi harcanmakta, İstanbul’a daha çok geceleyecek, para harcayacak kültür turisti çekilememekte, bunun için etkin bir tanıtım da yapılamamış durumda. Ajans, gelirin yüzde 16’sını Kültür ve Turizm Bakanlığına kullandırmış. Yüzde 8 pay da Topkapı Sarayı’nın temizliğine ayrılmış. Çoğu, eş-dost, cemaat mensuplarından oluşan genel yönetim, harcamalardan yüzde 12 nasiplenmiş şimdiye kadar.

Nereden bakarsanız bakın, bu, tam bir başarısızlık, beceriksizliktir.
Başka bir izah tarzı varsa, birileri çıkıp açıklasın, biz de öğrenelim…

18 Haziran 2010 Cuma

Bütçe’deki Keramet, Sıcak Paradaki Zulmet…

Mustafa Sönmez

18.06.2010, Cuma
İktidar ve yandaşları büyük bir panik içinde. Açıklanan her göstergeyi öyle eğip büküp hayra yorma telaşındalar ki, bu telaş, “önlenemez düşüşün “ ruh hali aslında. Samimiyetsizlik, Mayıs ayı bütçe verileri açıklanırken de yaşandı. İktidar, yandaşları ve yağdanlıkları ile sığ yorumcular, bütçede faiz dışı fazlanın 14 milyar TL’ye çıktığı müjdesini(!) verdiler. Bütçe geliri 102 Milyar TL’ye çıkmış, faiz dışı giderler 88 milyar TL’de kalmış böylece 14 milyar TL faiz dışı fazla ortaya çıkmıştı. İyi de gelirler nasıl artmış, giderler nasıl bu düzeyde kalmıştı? Giderlerin üzerinde durmayalım ama bakın gelirler yüzde 20 nasıl artmış. Burada da vergi gelirlerine eğilelim, görünen ne?


Kaynak:Maliye Bakanlığı veri tabanı

Vergi gelirleri bu yılın ilk 5 ayında yüzde 25 artmış ve 83 milyar TL’ye yaklaşmış. Yani, geçen yıla göre 16,5 milyar TL vergi artışı. Peki nasıl?
Cevap çok basit: İthalat kamçılanmış ve vergideki artışın üçte biri ithalattan gelen KDV’den kaynaklanıyor. İkincisi, iç tüketim uyarılmış ve 2,3 milyar TL’lik artış dahilden alınan KDV’den, 5 milyar TL’lik artış da ÖTV’den gelmiş.
Yani, bütçedeki “iyileşmenin” sırrı, bu 3 dolaylı vergideki 12,2 milyar TL’lik artışta. Bu 3 vergi türü, vergideki artışın dörtte üçünü açıklıyor.

***

Peki, bu ithalata dayalı büyüme sürer mi ve onun vergi çeşmesi hep akar mı? İşte bu zor…Türkiye, sıcak para morfinmanlığından kurtulamıyor. Sıcak para akışıyla ithalat ve ithalata bağımlı üretim-ihracat çarkı dönüyor, ama hemen dış açık büyüyor, akabinde de cari açık, yani döviz açığı büyüyor, tahribat artıyor.
Türkiye’ye , hisse senedine, son zamanlarda daha çok devlet kağıtlarına ve mevduata gelen sıcak paranın net girişleri 2009 sonbaharından itibaren hızlandı. Sıcak para stoğu, 90-95 milyar dolar dolayında. Aylık net girişler artıyor, en son Nisan ayında 20 milyar dolara yaklaştı.


Kaynak:TCMB ,İMKB, SPK veri tabanları

Sıcak paranın dünyada demir atacağı limanlar dönem dönem genişleyip dönem dönem azalıyor. Şu sıralar, Türkiye, sıcak paranın fink attığı korumasız bir alan. Son aylarda artan sıcak para girişi, dövizi bollaştırıp kuru aşağı çekiyor ve düşük kur, ithalatı kamçılıyor. Hem, tüketim malı ithalatı hem de hammadde ithalatı artıyor. Bu ithalat, yurt içinde kışkırtılan kredi kartı harcamaları ve tüketici kredileri ile kasılmış iç talepte kısmi bir canlanma yaratıyor ancak, sürekli dış açığı da büyütüyor, dolayısıyla sürekli cari açığı yeniden ve yeniden büyütüyor, ekonomideki kırılganlığı, tahribatı hızla artırıyor…

***

Cari açığın yıllıklandırılmış boyutu, çok değil, 2009 Eylül’ünde 15 milyar dolara kadar inmişti..Unutmayın, Türkiye’nin küresel krize giriş tarihi, miladı olan 2008 ekim’inde cari açık 47 milyar dolardı. Sonra, ekonomi küçüldükçe, ithalat da daraldı ve cari açık, 2009 Ekim ayında 12,5 milyar dolara (yıllık) kadar düştü. Ama o tarihten sonra, hızlanan sıcak para girişi, düşük seyreden kur ile birlikte artan ithalat, cari açığı da büyütmeye başladı ve Nisan 2010 için yıllıklandırılmış boyutu 24,6 milyar dolara çıktı bile…

Bu kurgu sakat. Bütün dünya, bu sıcak para girişine ve bağımlılığına karşı önlem peşinde. Yüzde 1’lik Tobin vergisini ya da benzer kontrolleri birçok ülke uygulamaya başladı, Türkiye içinden de yerli üretimi ve istihdamı tahrip eden sıcak para bağımlılığına itirazlar var ama yapılan bir şey yok.

Geçtiğimiz hafta Viyana’da yapılan Uluslararası Finans Kurumu (IIF) toplantısında yatırımcıların yakından takip ettiği ,adı birçok şaibeli işe karışan spekülatör George Soros, sıcak paranın gelişmekte olan ülkelere daha çok akacağının sinyalini verdi. Akış arttıkça, cari açık da büyür. TL daha da değerlenir ve ihracatı, büyümeyi düşürür.

İktidar, uçuruma gidişi değil, sandığı düşünüyor. Ama sandığın akibeti de canını şimdiden fena sıkıyor.

Nasıldı o türkü: Azrailin Gelir Kendi/ Ne Ağa Der Ne Efendi/ Sayılı Günler Tükendi/ Yolun Sonu Görünüyor

16 Haziran 2010 Çarşamba

Büyüme Varsa da İstihdam Yok, Tarımla İşsizlik Maskeleniyor…

Mustafa Sönmez

16.06.2010, Çarşamba
Mart ayının işgücü-istihdam-işsizlik göstergeleri, 2010’un ilk çeyreğinde iki haneye ulaştığı iddia edilen büyümenin beklenen istihdamı yaratamadığını ortaya koyuyor. TÜİK’in mevsimsel etkileri izale etmeden yayınladığı göstergelere bakılırsa, 2010 Mart’ında resmi işsizlik yüzde 13,7, tarım dışı işsizlik ise yüzde 16,7 olarak gerçekleşti. Bu, 2009 Mart ayına göre işsizliğin görece düzeldiğini gösterse de kriz öncesine göre işsizliğin bir üst basamakta kemikleşmekte olduğunu gösteriyor. 2008 Mart’ında resmi işsizlik yüzde 12’ye yakındı, bu Mart’ta ise yüzde 14’e yakın. Yine kriz öncesi mart ayında tarım dışı işsizlik yüzde 13,4 idi, kriz sonrasının Mart(2010) ayında ise yüzde 16,7. Dolayısıyla, işsizlikte, Türkiye bir üst basamağa sıçramış durumda. Bunu, mevsimsel etkilerden arındırdığımızda da görüyoruz. Kriz öncesinde yüzde 10’da basamak yapan işsizliğin, 2010’un ilk çeyrek toparlanmasına rağmen yüzde 13 basamağına yerleşme eğiliminde olduğu görülüyor.



Mevsimsel etkileri dikkate alıp başka bir değerlendirme yapan TÜİK’e göre, 2008 Mart ayında yüzde 10,1 olan işsizlik, kriz yılı 2009’un Mart ayında yüzde 14,8’e, sayı olarak da 3 milyon 613 bine çıkmıştı. 2009 sonu ve 2010 Mart’ında başlayan büyümeye rağmen, mevsimlik etkilerden arındırıldığında işsizliğin kriz öncesine dönemediği ve yüzde 12,7 bandına yerleştiği, sayının da 3 milyon 276 bine çıktığı görülüyor.

***

Mart ayında resmi işsizlik yüzde 13,7 görülse de “umudunu yitirip” iş aramayanları, eksik istihdamı ve mevsimlik çalışanları eklediğimizde bulunan gerçek işsizliğin yüzde 24’ü bulduğunu görüyoruz. Resmi işsiz sayısı 3 milyon 438 bin iken 876 bin eksik istihdam var ve 2 milyon 321 bin de sayılmayan işsizler var. Bunlar alt alta toplandığında gerçek işsiz sayısının 6 milyon 635 bine çıktığını, işgücünün de 27,5 milyona çıkmasıyla gerçek işsizliğin yüzde 24’e vurduğunu görüyoruz.

***

Şaibeli bir görüntü ise istihdamda yatıyor. Toplam istihdamın kriz öncesinin 2008 Mart’ında 20 milyon 389 iken kriz Mart’ında(2009) 241 bin gerileme gösterdiğini görmüştük. Kriz sonrasının Mart 2010’unda ise istihdamın 21,7 milyona kadar çıktığı anlaşılıyor. İyi de bu artış hangi sektörde yaşanmış, hangi sektör istihdam yaratmış bu kadar ?



Şeytan ayrıntıda gizli değil midir? Sektörel olarak bakıldığında istihdam artışının tarım sektöründe olduğu görülüyor. Tarımın 2 yılda istihdamını yüzde 15 artırdığı, yani tarımda 700 bin kişinin iş edindiği öne sürülüyor. Bu mümkün mü? 2002-2009 döneminde tarımda büyüme yıllık yüzde 1’i ancak bulurken, nüfus, kırdan kente hızla akarken tarım nasıl iş yaratıyor? Kentlerden kırlara geri dönüş mü başladı? Başladıysa, peki üretim nerede, katma değer artışı nerede? Belli ki, burada bir “alicengiz oyunu” var…

Büyümeyen tarım istihdam yaratmış görünürken sanayideki (imalat sanayi,madencilik ve enerji toplamı) istihdamın kriz öncesine dönemediği görülüyor. Kriz öncesi Mart ayında 4,4 milyon olan sanayi istihdamı, bütün son aylardaki büyüme iddialarına rağmen, kriz öncesinin 100 bin altında. Yani, sanayi, istihdamsız büyüme hastalığını aşamıyor.

Bu yılın Şubat’tan Mart ayına gerçekleşmiş 474 binlik istihdam artışının bile üçte biri tarımda istihdam artışından kaynaklanıyor. Benzer bir oran da inşaat için geçerli ama sanayide bir ayda yine 7 bin istihdam azalması görünüyor. Tarımda bu istihdam balonunu kim, nasıl açıklıyor? Bu balon ile işsizliğin maskelendiği açık değil mi?

Şişir tarımda istihdamı, düşür işsizliği…

15 Haziran 2010 Salı

Yeni Kitap : Teğet'in Yıkımı




YORDAM KİTAP
Küresel kapitalizm, 1980 sonrasında sermaye birikimi sürecini neoliberal model çerçevesinde sürdürmek için kolları sıvadı. Küreselleşme, özelleşme, ticarileşme ile el ele ilerleyen bu liberalleşme sürecinde "piyasa" her derde deva, her şeye kadir bir ilahi güç olarak takdim edildi. 1980 sonrası dönem, küreselleşen kapitalizmin hızla sermaye biriktirdiği, ama hızla da balonlaşarak kendi kuyusunu kazdığı bir zaman dilimi oldu. Bölgesel, ulusal krizlerin sıklaştığı bu dönemde küresel krizin de 2007'de ucu göründü. Küresel kriz bütün haşmetiyle 2008'de baş verdikten sonra 2009'da da bütün dünyaya bulaştı ve her coğrafyayı sardı. Küresel krizin etkileri, Türkiye'de de şiddetle hissedildi. Bu kitapta 2008 ve 2009'un tamamında küresel krizin, "teğet geçerken" Türkiye ekonomisinde yarattığı enkazın envanteri yer alırken, önümüzdeki dönemde emekçi sınıfları bekleyen tehditlere ve fırsatlara değiniliyor.Küresel krizin dünyada merkez ülkeleri ve çevre-bağımlı ülkeleri nasıl etkilediği, kapitalist devletlerin müdahale biçimleri ve bunların sonuçları, krizin Türkiye kapitalizmine etkileri ve AKP yandaşı sermaye kesimi ile geleneksel sermaye kesimleri arası çelişkiler mercek altına alınıyor. Krizin emekçilere yansıması, işsizlik ve güvencesizleştirme, yoksullaşma, gelir dağılımının daha çok bozulması gibi sorunlar üzerinde özel olarak duruluyor.Petrol-İş Sendikası'nın Yordam Kitap'la birlikte sunduğu bu kitap, günümüz krizine ilişkin çalışmalar içinde özel bir yer tutacak nitelikte.(Tanıtım Bülteninden)

14 Haziran 2010 Pazartesi

Habur, 2’nci Kapı Oldu…

Mustafa Sönmez

14.06.2010, Pazartesi
Hep turist gelecek değil ya, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları da çeşitli amaçlarla yurt dışına seyahat ediyorlar. Yurt dışına çıkışlarda kullanılabilen 127 kapı var. Ama, bazıları aktif değil, bazıları ise bayramlarda açılıyor. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının tercih ettikleri sınır kapıları, yurt dışı seyahat niyetleri hakkında da bir fikir veriyor. Türkiye vatandaşlarının yurt dışı çıkışları 2000’lerin başlarında 5 milyonlarda iken 2009’da 10 milyonun üzerine çıktı.




Kaynak:Emniyet Genel Müdürlüğü veri tabanı

Bizim yurt dışı seyahatlerimizin çoğunu hemen yanı başımızdaki İran, Irak, Suriye’deki eş dost ziyaretleri oluşturur, kimi pasaportlu kimi pasaportsuz. Neden pasaportsuz? Soruya en güzel cevabı Ahmet Arif’te bulursunuz; “Kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız/ Karşıyaka köyleri, obalarıyla/ Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu,/Komşuyuz yaka yakaya/ Birbirine karışır tavuklarımız/ Bilmezlikten değil,/ Fıkaralıktan/ Pasaporta ısınmamış içimiz/ Budur katlimize sebep suçumuz,/ Gayrı eşkiyaya çıkar adımız/ Kaçakçıya/ Soyguncuya/ Hayına…”

***

Çıkış yapılan kapılarda Habur’un ikinci sırayı alması dikkat çekiyor. 2010’un ilk 4 ayında ise çıkış yapan vatandaş sayısının 3 milyona yaklaştığı görülüyor. Bu, yılın kalan üçte ikisindeki seyahatlerle çıkışın rahatlıkla 11 milyonu bulacağına işaret. Bu artışta, yurt dışı seyahat eğilimlerindeki göreli artış kadar, Irak, Suriye, İran gibi komşu ülkelere seyahatin kolaylaşmasının ve artan ilişkilerin de rolü var.

Çıkış yapılan kapılarda ağırlık tabi ki İstanbul’un. Atatürk Hava Limanı yüzde 32’lik, Sabiha Gökçen yüzde 8’e yakın bir payla, toplamda yüzde 40 pay sahibi.



Ama ilgi çekici olan Irak sınır kapısı Şırnak-Habur’un ilk 4 aydaki 315 bin çıkışla ikinci sırayı almış olması. Özellikle Kuzey Irak ile artan ilişkiler bu ülkeye seyahatleri de hızlandırıyor. Habur’un payı yüzde 11’e yaklaşmış durumda. İran’a açılan Ağrı Gürbulak ile Hakkari Esendere , bölgenin dışa açılan önemli kapıları ve payları yüzde 4 dolayında.

Suriye’ye sınır kapısı Hatay Cilvegözü, dışa çıkışlarda dördüncü önemli kapı durumuna geldi ve payı yüzde 5,6’yı buldu. Kilis Öncüpınar’ın da payı yüzde 3,8. Hatay Yayladağ’ın payı yüzde 1,2 ; Ş.Urfa Akçakale’nin ise yüzde 3’e yakın. Mardin Nusaybin yüzde 1,1’lik payıyla Suriye’ye açılan bir diğer önemli kapı. Suriye’ye açılan bu 5 kapının payının toplam çıkışlardaki payının yüzde 14’ü geçtiğini belirtelim.

Böylece, Irak,İran ve Suriye’ye çıkışların toplamının yüzde 30’a yaklaştığı görülebiliyor.

Kuzey’de ise Artvin Sarp’tan bu yılın ilk 4 ayında 111 bin kişi (yüzde 3,8) çıkmış görünüyor. Daha çok Batum ile trafik bu yoğunlaşmada etkili gibi görünüyor.

12 Haziran 2010 Cumartesi

Bu Bağımlılıkla Eksen Kaydırılabilir mi?

Mustafa Sönmez

Yeni bir şehir efsanesi boy attı. Türkiye eksen kaydırıyor. Duy da inanma. Kim kaydırıyormuş ekseni? Dış krediden, yabancı sermayeye, ihracattan ithalata ağırlıkla Merkez ülkelere bağımlı, onların inisyatifinde gelişip onların dağıtımına itiraz etmeden rolüne boyun eğen ve bunu esnetme şansı,gücü de olmayan bir çevre kapitalizminin neoliberal muhafazakar hükümeti mi?…

Taha Akyol , 11 Haziran tarihli Milliyet’te, “..yükselen ülkelerden biri olarak Türkiye’nin Davutoğlu’nun deyimiyle ‘bölgesel düzen kurucu ülke’ülke olma ihtirası bana heyecan veriyor’ diyor. Taha Akyol kusura bakmasın ama bu bir kifayetsiz muhteris heyecanı.

Dönüp kendinize bakmayı bilmez misiniz Tanrı aşkına. 600-700 milyar dolarlık milli geliri bulsa da bu ekonomi hangi kaynakla, kimlerin parasıyla büyüyor, dönüyor. Kimlerin kaynaklarını kullanıp, kimlerin pazarına satıyorsunuz ve bunlardan mahrum kalırsanız, ekseni kaydırdığınızı iddia ettiğiniz bölge bu boşluğunuzu doldurabilir mi? Moda deyimle büyük fotoğrafı hatırlayın:

***

Türkiye’nin ihracatı , tamam 100 milyar doların üstünde ama ithalatı da bunun yüzde 40 üstünde. Yani, müzmin bir dış açık ve açığı kapatmak için kaynak bağımlılığı… İhracatta, krizle birlikte payı azalsa da AB’ye yarı yarıya bağımlısınız. İthalatta da AB’den enerji dışı hammaddeler,sermaye malları alıyorsunuz. Turizminiz 27 milyon turist girişine ulaşıyor ama turistlerin yüzde 52’si AB’den geliyor. Ekseni kaydırmak istediğiniz İslam Kalkınma Teşkilatı bölgesinin Türkiye ihracatındaki payı, krizden dolayı, son 2 yıl arttı ve yüzde 28’e çıktı, ithalattaki payı yüzde 13’e, turistteki payı da yüzde 6’ya yakın. Ama, zamanın, bu payları hızla değiştireceği hayaline kapılmayın. İslam ülkeleri, sanıldığı gibi sadece Türkiye mallarına açık değildir, sıkı bir Asya kaplanları pazarıdır ve Türkiye bugünkü rekabet gücü ile o pazarda daha fazla büyüyemez. Türkiye için AB pazarı “yapısal”dır, tedarikçi Türkiye’ye “açılmış bir pazar”dır. İslam ülkeleri, bu pazarı ikame edemez.



Gelelim, dış kaynaklara… Türkiye, milli gelirinin yüzde 6’sını aşan oranlarda döviz açığı yani cari açık veriyor.Ve bunu karşılamak için çeşitli biçimlerde dış kaynak kullanırken bunu ağırlıkla Merkez-emperyalist ülkelerden yapıyor. Türkiye’de özelleştirmelere, banka alımlarına son yıllarda önceden olmadığı kadar yabancı sermaye geldi ve tutarı 80,5 milyar doları buldu. Ama dönün bakın kökenlerine ; Yüzde 75’i AB kökenli firmalardır bunların. Eksen kaydırmak istenen Orta Doğu kökenli firma payı yüzde 8’den ibaret. Türkiye’nin 271 milyar dolarlık dış borcunun üçte biri kamu, üçte ikisi özel sektör borcu ve bunların 95 milyarı Avro cinsinden borç. Türkiye’nin borsalarındaki sıcak para 50 milyar doların üstünde. Ona yakın bir miktar sıcak para da devlet kağıtlarında ve bunlar da yine ağırlıkla Batı merkezli finans kapital yatırımları.



Hangi eksen üstünde yer alacağınız, hangi ülke ile müttefik olacağınız bir bağımsız duruş işidir. Yıllar, özellikle 1950 sonrası dönem gösterdi ki, ekonomik olarak bağımlılığınız arttıkça, her tür seçiminiz,tercihiniz de sınırlanır. Türkiye’de, bağımsızlaşma eğiliminde bir burjuvazi hiç olmadı. Hep, merkezdekilerin ülke içi bayisi, partneri, kısaca işbirlikçisi olmayı seçen bir burjuvazi gelişti. Laiki, İslami olanı için bu hiç değişmedi. Buna bağlı olarak da hükümetler, “merkez”e bağımlı bir ekonomiyi , dikte edilen uluslar arası rolleri icra eden hükümetler oldular. AKP iktidarı, 2002’den bu yana IMF-Dünya Bankası programlarının sadık uygulayıcısı olarak, ABD güdümünde kalarak, ekonomiyi daha fazla merkez ülkelere entegre ederek nasıl bağımsızlaşmış olsun ki, eksen kaydırsın.

Komik olmayın…

11 Haziran 2010 Cuma

Erken Seçim Ekonomisi

Mustafa Sönmez

11.06.2010, Cuma
Anayasa Mahkemesi, 111 milletvekilinin talebini haklı bulur da Anayasa’nın hukuk devleti ve değişmezlik ilkelerini ilgilendiren ikinci ve dördüncü maddelerin ihlal edildiği yönünde karar verirse, AKP, kalan maddeler için referanduma gitmeye boyun eğer mi, kararı hazmeder mi? Etmeyeceğinin ipuçları hemen ortaya çıktı. Kuzu Hoca’nın infialinden anlayın bunu. AKP’nin oyun planları arasında bu ihtimal de vardır. Anayasa Mahkemesi’nden iptal kararı çıkarsa, feryat figan edilecek, millete dönüp, demokrasiye karşı bunlar, denilecek, işte bunun için yüksek yargıda bu değişiklikleri yapmak istiyoruz, diye feveran edilecek, seçim meydanlarının ana temalarından biri demokrasicilik olacak... Bu da 12 Eylül’de referandum ile birlikte erken seçime gidilmesi, iki sandığın seçmenin önüne konulması demektir. Anayasa Mahkemesi 5 Temmuz’da toplanacak.. İptal kararı çıkar ve erken seçim kararı hemen alınırsa bana 60 gün yeter diyen Yüksek Seçim Kurulu , referandumun yanı sıra erken seçim hazırlıklarını da 12 Eylül’e yetiştirir.

Peki bu senaryo geçerli olursa, seçim nasıl bir ekonomi ikliminde yaşanır, AKP, nasıl bir ekonomi politika izler, ne kadar manevra alanı var ?

***

Öncelikle dış iklimden başlayalım. Dışarıda hava AKP’den yana değil, döndü. Hem ekonomik, hem diplomatik olarak bu böyle. BM Güvenlik Konseyi’nde yapılan oylamada, İran’a yönelik yaptırımlar tasarısı 12 ülkenin “evet” oyuyla kabul edilirken Türkiye , Brezilya ile hayır diyen iki ülkeden biri oldu. Bunun, Türkiye’nin hem ABD, hem AB gözünde, ülke puanını yükseltmeyeceği ortada. Özellikle Batı medyası, AKP iktidarını silkelemeye başladı. Bu tutum AKP içinde de kaynaşmalara yol açtı. Özünde bir koalisyon iktidarı olan AKP hükümetinde koalisyonun güçlü ayağı Fethullah Gülen cemaatinin daha Merkezci-Batıcı bir duruş sergilediği, son İsrail çatışmasıyla ortaya çıktı. Çekişme artarak sürer.

AKP’nin, dış bağlamdaki gelgitleri, haliyle Türkiye’nin dış finans, ticari ilişkilerini de etkileyecek. Türkiye, 100 milyar doları bulan bir sıcak para stoku ile ekonomisini çevirmeye çalışıyor. 270 milyar doları geçen bir dış borç yükünü kazasız-belasız döndürme çabasında. İhracatının yarısından çoğu, AB ve Merkez ülkelerin taleplerine bağımlı. Bu kaynak ve pazar bağımlılığının üstüne tüy diken bir başka boyut, “Merkez” ülkelerin bir türlü ekonomik krizi aşamamaları, hatta ikinci bir dibe doğru yol almaları. Özellikle Avro alanındaki ülkeler içinde Yunanistan’dan sonra Portekiz, İspanya, İrlanda’da yaşanan maliye krizleri, Macaristan’ın IMF programının altında kalması, Belçika’nın etnik boyutlar da taşıyan çalkantısının su yüzüne vurması, Almanya ile yaşanan gerilimler ve krizin bulaşıcı özelliği, yaz aylarında hayli puslu, bulanık bir iklimi tanımlıyor. Bu dış iklim, Türkiye ekonomisi için yılın ikinci yarısında iyi sinyaller anlamına gelmez. İlk yarıda yakalanmış görünen görece toparlanmanın arkasının gelmesi, her şeyden önce bu dış iklim nedeniyle zor.

***

Dünya ekonomisiyle bu kadar entegre hale gelmiş Türkiye ekonomisinde, işler dış çeperde iyi gitmiyorsa içeriden bunu telafi etmek de zor. Nitekim, dışarıda hava açmadıkça içeride de bulutlar dağılmıyor. Bir erken seçim olacaksa, AKP iktidarının, seçmenin iş-aş meselesine dönük bazı hamleler yapması gerek. Yeni CHP, en çok iş-aş meselelerinin iş yaptığını, deneyerek görüyor. Aşil topuğu, işsizlik. Tarım, turizm, inşaat gibi mevsimsel sektörlerde geçici istihdamlarla yaz aylarında bir-iki puan düşse de, işsizlik oranının yüzde 12’de kalması ciddi bir eleştiri noktası. Seçime giderken, AKP iktidarı, seçim konjonktürünün mazeretine sığınarak hem bütçe açığını hem de kamu borç stokunu artırmayı göze alabilir. Nasıl olsa, elini tutacak bir IMF’yi ekarte etti. Bunu yapabilir. Nasılsa seçim sonrası kemerleri sıkılaştırırım, diye 2010 için koyduğu yüzde 5,3’lük bütçe açığı/GSYİH hedefini yüzde 6-7’ye doğru büyütmeyi göze alabilir. Yine 2010 için koyduğu yüzde 49,6’lık kamu borç stoku/GSYİH hedefini de yüzde 50’nin üstüne çıkarmayı göze alabilir. Bu ne sağlar? Bu, bütçede “Transfer harcaması” dediğimiz, tarıma, hane halkına dönük kısmi destekleri seçim öncesi çeşitli adlarla artırmayı sağlar. AKP’li belediyeler üstünden “hayırseverlik” programları uygulanır.

Bunun yanında, AKP’nin keyfi olarak kullandığı İşsizlik Sigortası Fonu var. Mayıs 2010 sonunda 43,5 milyar TL’lik bir varlık büyüklüğüne ulaşan bu Fon’dan, şimdiden 7 milyar TL’yi, GAP için kullanıyorum, diye çekmiş durumda. Seçime doğru bu Fon’un kaynaklarını “kısa süreli çalışma ödeneği” olarak ve/veya “ toplum yararına çalışma projesi kapsamında geçici istihdam” için kullanabilir. Bu da birkaç yüz bin kişiye geçici iş ve aş sağlayarak sert göstergeleri yumuşatabilir.

Bütün bu hamlelerin geçici, göz boyamacı seçim lolipopları olduğu, ilk fırsatta kaşığın ucuyla verilenlerin kepçeyle geri alınacağı seçmene anlatılabilmeli, AKP iktidarının anti-demokratik, otoriter, emek karşıtı neoliberal yüzü bütün ayak oyunlarına rağmen teşhir edilebilmelidir.

9 Haziran 2010 Çarşamba

43 Milyarlık İşsizlik Fonu’nu AKP Kemiriyor…

Mustafa Sönmez

09.06.2010, Çarşamba
İşsizlik Sigortası Fonu ne işe yarar? İşsizlere, işsiz kaldıklarında tutunacak dal olmasına, değil mi? Peki, öyle mi? Hayır, öyle değil. Hele ki, 43,5 milyar liralık bir büyüklüğe ulaşan her yıl da en az yüzde 5 büyüyen bu fon, kriz koşullarında AKP’nin kemirdiği bir “Yağma Hasan böreği”ne döndü. Fonun gerçek sahipleri olan işçiler, onların örgütleri sendikalar bu fona sahip çıkmazsa, emekten yana olduğunu söyleyen CHP , mecliste fon ile ilgili denetleme görevini yapmazsa, AKP, büyük bir fütursuzlukla fonu kemirmeye devam edecek. Neler yapıyor AKP, buna bakalım.

***

İşsizlik Sigortası Fonu 2002’de kuruldu ve Mayıs 2010’a gelinceye kadar Fon’un varlığı 43,5 milyar liraya ulaştı. Nereden geliyor Fon gelirleri? Sayıları 9 milyona ulaşan sigortalı işçilerin prime esas aylık brüt kazancı üzerinden hesaplanan yüzde 2 işveren, yüzde 1 sigortalı işçiden yapılan kesintiler ve yüzde 1 devlet payından. Tabi ki 8 yıldır bu primler birikti ve her yıl mevduat, devlet kağıdına yatırım biçiminde değerlendiriliyor ve faiz geliri elde ediliyor. Ayrıca , işverenlerden alınan gecikme zammı ve faizler de Fonun gelirlerini oluşturuyor.



Son 3 yılın Fon bütçesine baktığımızda Fon gelirlerinin Mayıs 2010 itibariyle 55,5 milyar TL’ye ulaştığını görüyoruz. Gelirlerin yüzde 42’si primlerden oluşmuş. Bu primlerden elde edilen faiz gelirleri ise, Fon’un gelirlerinde yüzde 55 paya ulaşmış. Yine 2002’den bugüne Fon’dan 11,8 milyar TL harcanmış. Nereye harcanmış? “İşsizlik ödeneği, genel sağlık sigortası prim ödemeleri, sigortalı işsizler ile Kuruma kayıtlı diğer işsizlere; iş bulma, danışmanlık hizmetleri, mesleki eğitim, işgücü uyum ve toplum yararına çalışma hizmetleri ile işgücü piyasası araştırma ve planlama çalışmalarına”…

***

Açalım: Fon’un ruhuna uygun esas ödemeler krizle hızlandı. Bugüne kadar 1 milyon 917 bin kişiye işsizlik ödeneği verildi. Mart 2002 tarihinden 31 Mayıs 2010 tarihine kadar toplamda 3 milyar 313 milyon TL ödeme yapılmış. Yani işçi başına hepsi hepsi, 1728 TL!...Bir ödeme biçimi de “işverenin; konkordato ilan etmesi, işveren için aciz vesikası alınması, iflası veya iflasın ertelenmesi nedenleri ile ödeme güçlüğüne düştüğü hallerde geçerli olmak üzere, işçilerin iş ilişkisinden kaynaklanan üç aylık ödenmeyen ücret alacakları şeklinde yapılıyor. Bu kalemden de bugüne kadar 45 milyon TL dolayında bir ödeme yapılmış.

Görüldüğü gibi, toplanan fonlar, işsizlere ya da mağdur duruma düşüp maaşını alamayan işçilere yapılan benzeri ödemelerden ibaret. Peki, geri kalan? İşte orada AKP’nin GAP’ta kullanmak üzere Fon’dan kemirdiği 7 milyar TL ortaya çıkıyor. Evet, İşkur’un Mayıs sonu bülteninden öğreniyoruz ki, 11 milyar TL’ye çıkan Fon harcamalarının 7 milyar TL’sini AKP iktidarı Hazine’ye GAP yatırımlarına aktarılsın diye harcamış.

Sekiz yıldır işsizler için işçiler için yapılan harcamanın 1,5 katına, 7 milyarlık fon kaynağına, bir kalemde devlet yatırımlarında kullanılmak üzere AKP iktidarı tarafından pervasızca el konulmuştur. Bunun devamı gelecektir. Hele ki işçilerin örgütleri, sendika, konfederasyon başkanları koltuklarından doğrulmayıp sessiz kaldıkça , talan devam edecektir.

Sayıları 3,5 milyonu bulan işsizler için kullanımı daha da kolaylaştırılması, ödeme miktarı daha da artırılması gereken İşsizlik Fonu’na sahip çıkılmalıdır.

7 Haziran 2010 Pazartesi

Bu Kof Ekonomi ile, Bu Kürt sorunu ile “Bölgesel Güç” Olunur mu?

Mustafa Sönmez


Küresel kriz tıpkı bir çöl fırtınası ve her çöl fırtınası sonrasında olduğu gibi, yeni kum tepeleri, yani “Yükselen-bölgesel güçler” çıkıyor ortaya. Krizde, döviz açığı değil, döviz fazlası olanlar, doğal kaynak sahipleri, yeni teknolojik gelişmeleri özümseyerek ondan rekabet gücü üretmiş olanlar, yükselen-bölgesel güç olarak nitelenmeyi hak ettiler. Hangi ülkeler bunlar ? Başta Çin ve Hindistan. Sonra, krizden yara alsa da doğal kaynakları ve büyük mirası ile Rusya var. Bir de hızla gelişen enerji kaynaklarına, silah sanayisine, Amazon gibi bir kaynağa, daha da önemlisi Lula gibi bir lideri olan Brezilya var. Bunlar, henüz olgunlaşmasa da ülke baş harflerinden oluşan BRIC’te örgütlendiler.

AKP iktidarı ve yağdanlıklarının Türkiye’yi bu ülkelere benzetip, bir bölgesel güç olarak yaftalamalarına ne demeli? Türkiye’nin bu ülkelere benzer bir yanı var mı?

Kifayetsiz muhterislik dedikleri bu olsa gerek. İştahı midesinden büyük bir iktidar, dönüp de yaptıklarına, marifetlerine bakmadan, “bölgesel güç” olmak adına büyük serüvenlere sürüklüyor ülkeyi…

“Teğet geçti” avuntusuyla yaşanılan yıkımı yok farz edenler, ülke insanlarının işsizlikle, yoksullukla yıkımı yaşamadığını sananlar, kırılganlığı giderek artan ekonominin de farkında değiller.

“Bölgesel güç” olacaksanız, önce sağlam bir ekonominiz olacak. Oysa dönüp bakın durum ne:
- Dokuz yılda yüzde 6’dan yüzde 14’e fırlamış bir işsizlik oranı, sayıları 1,5 milyondan 3,5 milyona çıkmış “resmi” işsizler ordusu…Sayılmayanlar ile birlikte 5,5 milyonu geçen bir işsiz kitlesi…
- Ancak sıcak para, dış borç , yabancı sermaye girişi olursa büyüyen, bu kaynak çekildiğinde kuruyan bağımlı bir ekonomi...
- 100 milyar dolara yaklaşan bir sıcak paraya muhtaçlık, 270 milyar doları aşan dış borç yükü ile ipi, küresel sermayenin parmağına dolanmış bir ekonomi. Sıcak para, yatırımlarının üçte birini mali sektör hisselerine yapmış. İsteseler, bir anda öyle bir alicengiz oyunu yaparlar ki, övünüp durduğunuz, krizden kaya gibi çıktığını sandığınız, banka sisteminiz bir anda tuzla buz olur.
-270 milyar dolarlık dış borcunuzun 54 milyar doları kısa vadeli. Yumuşak karnınızın bir sıkımlık canı var aslında…
- Büyümeyi ihracat odaklı kurgulamışsınız, Asya’dan girdi ithal edip, buradaki ucuz,örgütsüz, köle emeğini tepe tepe kullanıyor, sonra da dışarıya, sudan ucuz fiyatlarla satıyorsunuz. Adı, anlı şanlı ihracat!...Ama ne kadar ihracat yapsanız, ziyadesiyle ithalat yapmak zorunda kalıyor ve dış açığınızı büyüttükçe büyütüyor, sonra da açığı finanse etmek için olmadık faizlerle dışarıdan borçlanıyorsunuz, orada da deniz tükenince süklüm püklüm IMF kapısını çalıyorsunuz. O, yoksullaştırıcı ihracatı yapabilmek için de AB’ye bağımlısınız. İhraç pazarının yarısı AB’ye bağımlı. Oradan talep gelmeyince makinaları çalıştıramıyorsunuz. Başka bir bölgeye de dönemiyorsunuz. Dış kaynağa bağımlı, AB ülkelerine tedarikçilikle görevlendirilmiş bağımlı bir ekonomi ile bölgesel güç olacaksınız, öyle mi?
- Ham petrolden, doğalgaza göbeğinizden bağımlısınız. Enerjinin toplam ithalattaki payı yüzde 20’leri aşmış, 2002-2009 döneminde toplam enerji ithalatı 250 milyar dolara yaklaşmış, enerjide arz güvenliği tehlikeye girmiş. Coğrafyanızı enerji koridoru olarak kullandırmanın bölgesel güç olmaya yeteceğini mi sanıyorsunuz?

***

Bölgesel güç olmak için öncelikle evinizin içini düzenli, tertipli,uyumlu tutacaksınız ; içeride barışı tesis edeceksiniz. Oysa, on yılları bulan Kürt sorunu, Türkiye’nin yumuşak karnı. Bir türlü çözüm üretemediğiniz bu sorun , sizi bir sıkımlık canı olan, her an istikrarsızlaştırılacak bir ülke durumuna getiriyor. Sorunu taşıdığınız uçurumun derinliğini fark edin de şöyle bir göz atın. İsrail ile Kürt silahlı hareketini yakınlaştırdınız sonunda. Hiç olmaz demeyin, Suriye’nin, İran’ın, son olarak ABD’nin desteğini kaybeden PKK’nın yeni dış desteklere ihtiyacı var ve emin olun, İsrail’in uzatacağı eli hiç çevirmezler. Siz, Hamas ile yakınlaştıkça, İsrail de Kandil ile yakınlaşacak.

Bir bölgesel güç adayı, bugüne kadar anlamalıydı ki, Kürt meselesini çözmenin ilk şartı PKK’yı silahsızlandırmaktır. Bunun da şiddet ile yapılamadığı, şiddetin bundan sonra da sonuç vermeyeceği yeterince ortaya çıktığına göre, çözüm “siyaset”ten geçiyor. Siyaseten silah bıraktıracaksınız PKK’ya. Kabul edin, etmeyin, muhatap almadan sorunu çözemez, kördüğüm haline getirirsiniz. Bunca kifayetsizlikten malul iken bir de “Ortadoğu’ya nizam getirme” ihtirasınız ülkenin başına çok iş açacak. Bir İsrail-PKK ittifakı sayenizde boy verirse (ki vermeye başladı) işte o zaman çıra gibi yanmaya başlar bu ülke. Ama hızla oraya doğru gidiyorsunuz.

6 Haziran 2010 Pazar

YENİ KİTAP : TÜRKİYE'DE İŞ DÜNYASININ ÖRGÜTLERİ VE YÖNELİMLERİ TÜSİAD, TOBB, MÜSİAD, TİM, TUSKON, TİSK...



(Arka kapaktan)

Neredeyse hemen hergün medyada bu kısaltmalarla yar alan iş dünyası örgütleri, kimleri temsil ediyor, aralarında ne tür farklar var? Bu örgütlenmeler nasıl ortaya çıktı, birbirleriyle örtüşen, ayrışan görüşleri neler?... Türkiye'nin büyük holdinglerini, küçük ve orta işletmelerini temsil eden bu örgütlendirmeler, ekonominin yanı sıra politik süreçleri nasıl etkiliyor, nasıl biçimlendiriyorlar?

Türkiye ekonomisi ile ilgili 20'nin üzerinde araştırması, yayını bulan iktisatçı Mustafa Sönmez, bu kez bu sorulara yanıt aradı ve bulguları ile, alanının ilklerinden sayılan bu çalışmayı üretti.

Araştırmalarını bağımsız olarak sürdüren Mustafa Sönmez, ODTÜ İdari İlimler Fakültesi(1978) mezun. Birçok araştırma kuruluşunda uzman olarak çalıştı, medyada dergiler yönetti ve çeşitli sektör, bölge araştırmalarına imza attı. Sönmez, araştırmacılık uğraşını, Cumhuriyet Gazetesinde köşe yazarlığı ile birlikte yürütüyor.

5 Haziran 2010 Cumartesi

1 milyon Kişiye İş Formülü: İthalatı Yüzde 20 Azaltmak

Mustafa Sönmez

05.06.2010, Cumartesi
Sanayide güya toparlanma yaşanıyor. Sanayi ürün ihracatı da artıyor. Aman ne güzel !.. Peki sanayi ürün ithalatı? O da doludizgin artıyor. Sanayi üretimi arttıkça, ithal girdi, enerji, makine-teçhizat ithalatı da artıyor; hatta ilk 4 ayda 7 milyar doları aşan tüketim malı ithalatı coşmuş durumda. Döviz kurunu düşük tutarak kamçılanan ithalat, hızla cari açığı, döviz açığını büyüterek başımıza yeni belaları ilmik ilmik örüyor. Bu işin bir tarafı. Öte tarafı da ithalata bu kayıtsızlık, hatta ithalata göz yumma, işsizlikten inim inim inleyenlere büyük bir darbe, büyük bir ümitsizlik. İçeride üretilen ve üretilmesi mümkün malların ithalatına kayıtsızlık, AB ile yapılmış “Gümrük Birliği” kazığı dolayısıyla yıkıcı Asya ithalatı karşısında eli kolu bağlı olmak, içerideki sanayiyi iyice korumasız bırakıyor, işi olanı işinden ediyor, yeni işlerin kurulmasının da önünü kesiyor.



Gelişigüzel ithalatın, yerli sanayiye ve istihdama nasıl zarar verdiği, 2005-2009 döneminin üretim,ithalat ve istihdam verilerinde açıkça görülüyor. Türkiye, son 5 yılda ortalama yıllık 99 milyar dolarlık imalat sanayi katma değeri üretmiş bulunuyor. Buna karşılık aynı dönemde yılda ortalama 120 milyar dolarlık imalat sanayi ürünü ithalatı gerçekleştirmiş. Yani, her yıl sanayi ithalatı, yerli üretimden 20 milyar ya da yüzde 20 daha fazla seyretmiş. İthalatın, yıldan yıla hızını artırdığına da tanık oluyoruz. İzlenen ucuzcu döviz kuru politikası , bunda en önemli etken. 2005-2009 döneminin ortalama dolar kuru 1.35-1.55 TL bandında kalırken ortalaması 1,38 TL oldu. Bu da özellikle ara malları ithalatını kamçılayan, tüketim mallarının ithalattaki payını da artıran çok önemli bir unsur.

Yılda 100 milyar dolara yaklaşan yerli imalat sanayi katma değeri, ortalama 4 milyon 66 bin kişilik bir istihdamla gerçekleştirildi. 2005-2009 döneminde, imalat sanayinde yıllık yüzde 4’e yakın bir büyüme olmasına karşılık istihdamın artmak yerine yılda binde 2 daraldığı anlaşılıyor. Bu, imalat sanayi üretiminde artan ölçüde ithal girdi ve ithal teknoloji kullanımının bir sonucu. Yani, imalat sanayi, istihdam yaratmak yerine istihdamı azaltan bir karakterde.



İmalat sanayiinde kişi başına katma değere bakıldığında, 2005-2009 döneminde yıllık ortalama 24,2 bin dolarlık kişi başına katma değer yaratılmış. Yani yılda 100 milyar dolarlık sanayi üretimi yaklaşık 4 milyon çalışan ile gerçekleştiriliyor. Sanayide çalışan sayısının, 4 milyon değil de 5 milyona çıkması, sanayi katma değerinin de 125 milyar dolara çıkması demek. Tabi ki bunun için de “ithalatın ikame” edilmesi gerek. Yani, yıllık 120 milyar doları bulan sanayi ithalatı yüzde 20 azaltılsa ve bu kısılan ithalat yerli üretim artırılarak,yerli yatırımla gerçekleştirilse, tam 1 milyon işsize iş demektir bu.

Hesap gayet açık: İthalatı yüzde 20 daraltıcı politikalar izleyin, sadece imalat sanayiinde 1 milyon kişiye iş imkanı çıkar. Başta TOBB olmak üzere sanayi odaları niye bunu dile getirmez? Çünkü onların samimi derdi istihdam değil, kar,kar,kar…Üretmekten değil, ithalattan nemalanıyorlar da ondan…Samimiyetlerine inandıracaklarsa, hükümete, “ithalatı kıs, biz üretir,istihdam da yaratırız” diyebilmeliler…Yapabiliyorlar mı?…

4 Haziran 2010 Cuma

Halkın Enflasyonu Direniyor…

Mustafa Sönmez

04.06.2010, Cuma
Mevsimsel etkilerle, gıdadaki görece fiyat düşüşleri, Mayıs enflasyonunu gerilemiş gösterse de alt sınıfların mutfağına giren birçok üründe ucuzlama olmadı. Ette, birçok sebzede, kahvaltılıkta fiyatlarda dişe dokunur bir gerileme olmazken AKP, tiryakilerin tükettiği alkol-sigara fiyatları ile mali teröre devam ediyor.

Mayıs ayında tüketici fiyatları genelde binde 4 gerilemiş göründü.Ancak bu mevsimlik düşüş, özellikle alt-orta sınıflar için çok müjdeli haber değil.Hele ki temel maddelerin analizi, farklı bir fotoğraf ortaya koyuyor.

Alt-orta sınıfın bütçesinin üçte birini oluşturan gıda ve içecek maddelerinde Mayıs’ta yüzde 4,4 düşüş görünüyor.Ama ilk 5 ay itibariyle bakıldığında yüzde 2,8 artış var, yıllıkta da artış yüzde 6,7. Bu görüntüye de aldanmamalı. Madde bazında çok çarpıcı örnekler var. Detaylara, sonra gireceğim..
***
Tiryakiler, Mayıs’ta zam görmediler ama ilk 5 ayda alkol ve sigaraya yüzde 27 zam cepleri yakmış zaten. Bu kalemde yıllık artış yüzde 43 gibi dudak uçuklatıcı , genel TÜFE’nin 5 katı artırılmış. Muhafazakar AKP iktidarının alkol-tütün gibi keyif verici maddeleri kullananlara uyguladığı mali terör çok ortada.




Alt-orta sınıf bütçesinde yüzde 25 dolayında payı olan kira-konut harcamalarında Mayıs fiyat artışı binde 4, ilk 5 ay artışı yüzde 2,6, yıllık da yüzde 8,6, yani genel enflasyona yakın. Belli ki, ev sahipleri, kiracıların çok üzerine gidemiyor. Kira artışları insaflı, aksi taktirde konutlar boş kalıyor.

Yine Mayıs’ta ulaştırma harcamaları zam görmemiş ama yıllık bazda yüzde 14 zamla zaten yükünü almış ulaştırma fiyatları. Benzindeki yıllık artış yüzde 20, mazotta yüzde 30. Bunlar yüzde 9’luk TÜFE’nin çok üstünde fiyat artışları…

En insaflı fiyat artışı ise haberleşmede. Yıllık artış bile yüzde yarım. Bunda da iletişim şirketlerinin rekabeti etkili. Keza, mobilya, eğitim, sağlık, eğlence endüstrisi ürünlerinin fiyatlarının da hem yıllık, hem 5 aylık artışları, genel TÜFE artışlarının gerisinde. Bunda, ailelerin hanelerine giren gelirin düşmesine bağlı olarak, söz konusu sektörlerde talebin düşmüş olmasının etkisi önemli.

Lokanta ve otel fiyatlarında ise turizm sezonunu açılmasıyla birlikte bir fiyat canlanması var. İlk 5 ayın enflasyonu bu kesimde yüzde 5,5’a yaklaşırken yıllık bazda yüzde 10’u geçerek genel TÜFE’nin üstüne çıkmış görünüyor.

***

Alt ve orta sınıf açısından en önemli kalemi oluşturan gıda-içecek, alkol-tütünü madde bazında incelediğimizde, Mayıs’ta façası bozulanın soğan olduğunu ve yüzde 44 fiyat gerilemesi yaşadığını görüyoruz.Yine de kuru soğanın 5 aylık fiyat artışı yüzde 28’i, yıllık artışı yüzde 56’yı geçmiş. Sarımsaktaki yıllık artış da yüzde 51…

Peki et fiyatları ne oldu? Dana eti fiyatları yüzde 7 düşse de ilk 5 ayda fiyat artışı yüzde 14’ü, yıllık artışı yüzde 44’ü bulmuş. Koyun eti ise ucuzlamadı Mayıs’ta, binde 4 de olsa zam gördü ve yıllık artışı yüzde 44’e yaklaştı.
Et fiyatlarına bağlı olarak ilk 5 ay itibariyle sakatatın yüzde 38 ile en fazla fiyatı artan kalem olduğu görülüyor. Sakatatta yıllık artış yüzde 64’e ulaşıyor.
Balık fiyatlarındaki 5 aylık artış yüzde 21’i bulurken tavuk fiyatlarının ucuzladığı ve yıllık artışının yüzde 6’nın altında kaldığı görülüyor. Hayvansal besinlerden beyaz peynirde Mayıs zammı binde 2 de kalmış olsa da yıllık yüzde 25’e yakın zam görmüş.

2 Haziran 2010 Çarşamba

Sol, Filistin’e Nasıl Yabancılaştı?


Mustafa Sönmez


02.06.2010, Çarşamba
Son saldırısı ile İsrail, askeri güç kullanarak sorun çözme yönteminin son örneğini verdi. Pervasız “yiğidin” yoğurt yiyişi de böyle. Meydan okuyor tüm dünyaya…Bu kez, önceki örneklerden çok daha ağır bir fatura ile karşılaşmayı göze almış durumda. Karşısına aldıkları sadece Filistinliler veya Araplar değil, Türkler dahil, çeşitli uluslardan siviller. Karşısına herkesi almayı göze almış zalim!... Saldırıyı bütün dünya kınıyor gibi. Ama bakalım sonuçta İsrail, uluslararası platformda yalnız mı kalacak, yoksa birçok şey gibi bu da unutulacak mı… Netanyahu hükümetinin izlediği politika İsrail’i karıştıracak mı, İsrailliler saldırının arkasında olacak mı?


Bakalım, Türk- İsrail ilişkileri nereye seyredecek. İsrail’in özellikle AKP iktidarının izlediği diplomasiyi hedefleyerek gerçekleştirdiği bu saldırı karşısında, diplomatik bağlarla birlikte, askeri işbirliği ve diğer alanlardaki temaslar gerçekten askıya alınacak mı? Bakalım bu son saldırı, bölgede ve dünya politikasında bir kırılma yaratacak mı...

***

Filistin sorunu, Türkiye’de ve dünyada 1970’li, 1980’li yıllarda sembol davalardandı. Türkiye’de 1970’lerin CHP’si, sosyalistleri için Yaser Arafat, yalnızca Filistin davasının değil anti-emperyalizmin bayraktarıydı, mazlumların lideriydi. Zamanla Filistin Kurtuluş Örgütü’nün zayıflaması, Arafat’ın “uzlaşmacı”bulunup yalnızlaştırılması ile Filistin sorununun suları yatak değiştirdi. 1980’lerin neoliberal rüzgarlarına eşlik eden 12 Eylül benzeri siyasi saldırılarıyla geriletilen sol, hem anti-emperyalist hareketlere yabancılaştı hem de Filistin sorunundan kopmaya başladı. Bu arada Filistin meselesi de siyaseten “İslamlaşan” bir hareket haline geldi. Hem Filistinlilerin gayreti hem de dış algılarla, işgalci İsrail’e karşı bir meşru savunma hareketi olan Filisitin meselesi, bir din meselesine, bir Müslüman-Yahudi çatışması yatağına taşındı. Karşıtlığın bu yatak değişikliğinden İsrailli radikaller de, İslami kimliğini öne çıkaran Filistin örgütleri de hoşnut kaldı. Yeni çerçeve bu olunca, Batı’da, Filistin’e verilecek destek, radikal İslama verilmiş destek gibi görülmeye başlandı. Bu, Türkiye’deki sol için de geçerli hale geldi. Filistin meselesi dinsel bir renk aldıkça, destekçisi, Erbakan’ın Milli görüşçüleri ve türevi AKP olmaya başladı, sol da bu zaviyeden bakarak, Filistin meselesine gün be gün yabancılaştı.

Filistin davası yeniden “mazlumların davası” haline nasıl gelebilir? Öncelikle bu mesele bir Müslüman-Yahudi çatışması söyleminden çıkarılmalı, Hamas odaklı bir mesele olmaktan çıkarılmalı, anti-semitizmden arınmalı ve mesele bir insanlık meselesi, yeniden anti-emperyalist bir dava olarak ele alınırken barış ve emek yanlısı İsraillilerle,Musevilerle de dayanışma içinde olunması gerekir. Filistin davası, yeniden solun, sosyalistlerin davası haline getirilmelidir.


---------------------------------------------------
Dış Açık, Yine Tırmanışta
--------------------------------------------------

İhracatçıların örgütü TİM, ihracatı neredeyse saat saat takip eder ve portalında yayınlar. Her ay büyük şamatayla, gövde gösterileri ile ihracatta aşılan çıtalar açıklanır. Mayıs ayı ihracat verisi de açıklandı 9 milyar doları geçti, artış, geçen Mayıs’a göre yüzde 30’a yakın. İlk 5 ayın ihracatı da 44,2 milyar dolar..Pek iyi, pek güzel…Ya ithalat? İthalat ne kadar acaba? İhracatçılar Meclisi gibi bir de İthalatçılar Meclisi olsaydı, onlardan neler duyardık acaba? Madalyonun parlak ihracat yüzüne aldanmayın, öbür yüzde dehşetli bir ithalat artışı var ve ortaya çıkan dış açık, o bildik cari açığın, o bildik döviz açığı kabusunun üstümüze üstümüze geldiğini hemen haber veriyor.




Evet, ihracat artıyor ama o ihracat ürünleri (otomobil,elektronik,konfeksiyon vs.), girdi olarak yüzde 60-70’lere varan ithal girdi kullanıyor. Her artan ihracat, artan ithalat demek. Bu durum, ara malları ithalatının ilk 4 ayda 38,5 milyar doları bulmasında görülüyor, bu bir. İkincisi, Türkiye’de üretimi gerçekleştirilen birçok tüketim malı –özellikle Asya’dan ton ton ithal ediliyor.İzlenen düşük kur politikası da bu ithalatı teşvik ediyor. Bakın, ilk 4 ayın tüketim malı ithalatı , geçmiş 3 yılın ithalatının 2 milyor dolar üstüne çıkarak 7 milyar doları geçmiş. Bu hovardaca ithalatın, döviz açığı yaratarak borç yükünü-ağır faiz yükleriyle- ağırlaştırdığını, içeride de birçok sanayici firmayı dize getirerek, onların çalışanlarını işsiz bıraktığını da bitirirken hatırlatalım.

TİM yönetimi, her ay ihracat rakamı açıklarken bir de yol açtığı ithalatı ve yıkıcı sonuçlarını hatırlasın, ya da birileri o toplantılarda bunu hatırlatsın…