Sayfalar

31 Mayıs 2010 Pazartesi

Hedef: Özyönetimci Kamu İle İstihdam ve Üretim

Mustafa Sönmez

31.05.2010, Pazartesi
Özelleştirmeci, piyasacı, anti-kamucu AKP iktidarının, işsizlik zıvanadan çıkıp 9 yılda yüzde 6’lardan yüzde 14’lere, resmi sayı olarak 1,5 milyondan 3,5 milyona tırmanınca, paçası tutuştu. Nüfusu yıllık yüzde 1,5’a yakın artan bu ülkenin kamu eleman ihtiyacı azalmadığı halde, kadro azaltan, güvenceli kamu çalışanını sözleşmeli, 4/C’li yaparak güvencesizleştiren AKP iktidarı, hazırlattığı “Ulusal İstihdam Stratejisi” isimli taslakta kamu istihdamını artırmayı da öngörüyormuş. Bakalım, ne kadar, nereye kamu çalışanı istihdamına yer verecek.

Özünde, 72,5 milyonu aşan ve her yıl en az 1 milyon çoğalan nüfusumuza, 3 milyonun altında tutulan kamu çalışan sayısı çok yetersizdir. Türkiye’nin, eğitimde, sağlıkta, adalette, sosyal hizmette daha çok kamu çalışanı ile kamu hizmetine ihtiyacı varken, neoliberal AKP iktidarı, azgın bir biçimde IMF destekli politikalarla kamu çalışanlarını mutlak anlamda azalttı, kamu hizmet türlerinin iç bileşimi ile oynadı, reel gelirleri düşürdü ve çalışanları güvencesizleştirdi.

***

Neoliberal zihniyet, “küçültülmüş devlet” ister. Ona göre, özel sektörün emekten sömürdüğünden devlete vergi adı altında giden, en aza indirilmeli. Çünkü inanır ki, özel sektör o artığı daha iyi değerlendirir, devlet ise çarçur eder. Devlet, eğitim, sağlık da dahil olmak üzere bildik hizmetlerini azaltmalı, bu alanları ticarileştirip özelleştirmelidir.Özel okullar, özel-vakıf üniversiteleri ile bu alan ticarileştirilmeli, sağlık, özel hastaneler eliyle yerine getirilmeli, belediyeler küçültülmeli, kent hizmetlerini belediyeler ve halk piyasadan özel firmalardan almalıdır vs..

Özal ile başlayan neoliberalizm uygulaması, AKP’de arşa vardı. Son 3 yılda bile özelleştirme kapsamındaki KİT’lerden neredeyse 20 bin kişi , belediye şirketlerinden 10 bin, KİT’lerden yine 5 bin, il özel idarelerinden de 5 bin kişi işinden olmuş. Kentleşme hızlanıp belediye sayısı arttığı halde belediye çalışan sayısı 3 bin azaltılmış.



KİT’leri ve belediye işletmelerini tasfiyeye azimli AKP iktidarı, buralarda 4/C türü güvencesizleştirmelerle, sözleşmeli uygulamaları ile operasyonları devam ettirirken, ortaöğrenimde okullaşma eğilimlerinin hızlanmasına karşın yeterli eğitim kadrosu yaratmıyor. Genel hizmet kadrolarının yüzde 28’ini bulmayan eğitim-öğretim çalışanlarının öğrenci nüfusa göre sayısı, maaşları, donanımları yetersiz. İstanbul’da bile 60-70 kişilik sınıflarda eğitim yapılıyor. Askeri personel ve bütçeleri puslu olduğu için yorum da zor.Ama, vergimizi, daha az silaha, askere, daha çok eğitime harcamalıyız. Eğitimin akçalı yanı bir tarafa, kalitesini ayrıca tartışmak gerekir.

Yüzde 13-14 payı olan sağlık çalışanlarında, özellikle yardımcı sağlık personelinde durum, öğretmenlerden farklı değil. Buna karşılık polis kadroları, toplamın yüzde 10’una yaklaşıyor ve birim bütçeleri, eğitim ve sağlık kadrolarından daha yukarıda. Diyanet kadroları bile, toplamda yüzde 3,5 pay sahibi.

***

AKP iktidarının, işsizliğin alarm zillerini çaldığı günümüzde kamuya seçim öncesi, göstermelik bazı eleman alımları kimseyi yanıltmasın. AKP, zihniyet olarak sosyal devleti küçültme yanlısıdır. Devletin temel işlevlerini piyasaya verme, özellikle kendi yandaş İslamcı sermayedarlarına aktarmaya odaklıdır. Ne yapmalı? Kamunun toplumsal artıktan daha çoğunu vergi olarak alması, vergiyi de gücü olanlardan toplayarak daha fazla kaynakla donatılması gerekir,bir. Bu artan kamu kaynağının, daha çok kamu çalışanı istihdamıyla, demokratik yönetimli, kaliteli mal ve hizmet üretimine harcanması gerekir,iki. Özelleştirmelere, ticarileşmelere, piyasalaşmaya karşı çıkılmalı; katılımcı, özyönetimci KİT’lerle , belediyelerle , istihdam yaratıcı mal ve hizmet üretimi artırılmalıdır, üç.

29 Mayıs 2010 Cumartesi

TÜSİAD ve CHP

Mustafa Sönmez

29.05.2010, Cumartesi
Yeni CHP’nin alt-orta sınıfların iş-aş beklentilerine, Cumhuriyet rejimi değerlerinin korunmasına dönük beklentilerine cevap vererek iktidara yürümek istediği çokça yazılıp çiziliyor. Ancak, iktidara gelme ve iktidar etmede gerçek gücü ellerinde bulunduran mülk sahibi sınıflar, burjuvazi faktörü ne olacak ? AKP, iktidara gelirken 2001 krizi mağdurlarının oylarını almanın yanında arkasını , bugün MÜSİAD’ta,TUSKON’da temsil edilen irili-ufaklı İslami burjuvaziye dayamıştı (*). Keza, 2001 krizinden mağdur bazı büyük holdinglerin de desteği vardı arkasında. Ama, geleneksel büyük burjuvazinin örgütü olan TÜSİAD ile bir mutabakatı yoktu. Milli Görüş kökenli AKP’den emin olamayan TÜSİAD’ın 2002 seçimlerinde AKP’nin tırmanışını frenlemeye dönük Derviş-Özkan- İsmail Cem’den alternatif üretme girişimi başarısızlıkla sonuçlanmıştı.

Bununla beraber, AKP’nin, birinci iktidar döneminde sergilediği neoliberal, IMF-AB çıpalarına sadık iktidar görüntüsü TÜSİAD’ı pek memnun etti. Küresel kriz öncesinin likidite bolluğuna denk gelen 2002-2007 lale devri, TÜSİAD için “AKP’den iyisi Şam’da kayısı” algısını hakim kılmış, kılmakla kalmayıp 2007 seçimlerinde AKP’ye, özellikle Doğan Medyası aracılığıyla örtük bir desteği de getirmişti. Ancak, ne olduysa 2007 sonrasında oldu.

***

AKP, ikinci iktidar döneminde gerçek gündemine yoğunlaştı. Çankaya’nın ardından üniversitelerde, medyada, bürokraside gerçekleşen kuşatmayı, yargının ele geçirilmesi hedefi izledi. Korku imparatorluğu ile sindirmeye çalıştıkları arasına TÜSİAD’ın en büyük üyelerinden Aydın Doğan grubunu alması, TÜSİAD’ı nihayet uyandırdı. AKP, başka bir yoldaydı ve hızla devlet rantları ile arkasındaki İslami burjuvaziyi palazlandırıyordu. AKP’yi artık merkezde bir parti olarak görmek mümkün değildi. Ama, AKP’ye bir alternatifi de yoktu TÜSİAD’ın. Merkez sağ ve soldaki tüm seçeneklerini 2002 öncesi birikim-kriz serüveninde bonkörce tüketmişti. Baykal CHP’sine ve Bahçeli MHP’sine ısınamıyordu ve onların AKP hegemonyasını kıracaklarına da pek güvenemiyor, inanamıyordu.

İşte bu ruh hali içinde Kemal Kılıçdaroğlu rüzgarı TÜSİAD’a da derin bir ohhh!.. çektirdi. AKP’nin “önlenemez yükselişi”ni nihayet durduracak, durduramasa da yavaşlatacak bir güç ortaya çıkmıştı. Nitekim TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner, CHP’nin 33’ncü kongresi sonrası şu değerlendirmeyi yapıyordu:“ CHP’nin yeni Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu’nun açıklamalarında yer alan, kuvvetler ayrılığı ilkesinin güçlendirilmesi; yargının sorunlarına çözüm üretilmesi; yüzde 10 seçim barajının indirilmesi; parti içi demokrasinin geliştirilmesi; çağdaş standartlarına uygun bir anayasa gerekliliği; siyasi ahlak yasası; TBMM’de Kesin Hesap Komisyonu kurulması; dokunulmazlıkların kaldırılması ve refah devletinin tabana yayılması gibi konulardaki görüşleri, çağdaş bir demokratikleşme ve kalkınma anlayışının tesis edilmesi sürecine katkı sağlama açısından umut vericidir.”

***

Kendisini AKP’ye mahkum hissetmenin dayanılmaz mutsuzluğundan kurtarma umudu bulmuş TÜSİAD’ın, bundan sonra da CHP seçeneğine dört elle sarılmasını beklemek yanlış olmayacaktır. Geleneksel büyük sermaye, CHP’yi, tek başına iktidar görmek içindeğil, AKP’yi “merkez sağa” çekmeye zorlayacak bir ağırlık olarak önemseyecektir. AKP’yi, CHP seçeneği ile tehdit edip onu yeniden IMF-AB çıpalarına sarılmış, neoliberal çizgide, esnekleşme-güvencesizleştirme operasyonlarının sadık icraatçısı görmek isteyecektir. Son zamanlardaki MÜSİAD ile buluşmalarını da anımsatmak yerinde olacaktır. TÜSİAD, CHP’yi ise “küreselleşme, özelleştirme, liberalleşme” kavramlarıyla barışık bir parti olarak yine “merkez”de görmek isteyecek, CHP içindeki Kemal Derviş ekolünden isimlerle daha yakın işbirliği içinde olacaktır.

***

CHP’nin Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, işsizlikten, yoksulluktan söz ederken bunların gerçek nedeninin neoliberal politikaların sahibi güçler olduğunu ifade etmedi. Üretimden, ihracattan dem vurdu ama Türkiye’yi üretimden ranta, Asyalaşma çarpıklığına sürükleyenlerin gerçek müsebbiplerinden söz etmedi, belki de etmeyecek. Fincancı katırlarını ürkütmemenin, köprüden geçinceye kadar ayıya dayı demenin doğru olacağını düşünecektir. Ancak, Ecevit iktidarları dönemlerinden artık anlamış olmalılar ki, hele ki küresel kriz koşullarında , hem İsa’ya hem Musa’ya yaranmanın fazla imkanı yok. CHP, ancak TÜSİAD’a yaranmak gibi bir yanlışa düşmez ve onun yerine kendi örgütünü güçlendirip, kof kurumlar haline geldikleri 26 Mayıs günü iyice tescillenen sendikaların, meslek kuruluşlarının yeniden örgütlenmelerine ve etkili kurumlar haline gelmelerine destek vermesi halinde; emeğe, sadece emeğe güvenmesi halinde iktidara gelme ve iktidar etme şansı bulabilir. Umalım bu gerçeğin farkındadırlar.

(*) Detayla ilgilenenlere, Friedrich Ebert Vakfı tarafından yayımlanan “Türkiye’de İş Dünyasının Örgütleri ve Yönelimleri” başlıklı yeni çalışmamı öneririm.
Kitap için 0212 3108491’den bilgi alınabilir.

28 Mayıs 2010 Cuma

Finans Kapitali Dizginlemek Mümkün mü?

Mustafa Sönmez

28.05.2010,Cuma
ABD’de Obama , Almanya’da da Merkel yönetiminin ve Avrupa Merkez Bankası’nın finans kapitali terbiye etmeye dönük çabaları, gündemin baş köşesine oturdu. Yatırım bankacılığı görünümündeki finansal sermayenin aşırı kar dürtüsünün dünyanın başına bu küresel kriz felaketini açtığı ve terbiye edilmezse yeni balonlar yaratarak yer kürede yeni kırılmalar yaratacağı endişesi hakim. Bu endişe, hem tek tek ülke hükümetlerinde hem de IMF,Dünya Bankası, ABD,AB Merkez Bankalarında var. Peki, finansal kapitali terbiye etmek mümkün mü? Nasıl?

Hükümetlerin, hükümet üstü kuruluşların zaten finans kapitalin güdümünde olduklarını, dolayısıyla her tür spekülatif finansal atağa engel olacak girişimleri, yasakları, yasa tasarılarını samimi bulmayanlar da var, bu çabaları destekleyenler de.

Olguları anlamada en yetkin kuram, bir “bilim” olduğunu bu kriz koşullarında da gösteren Marksizm, devleti, egemen sınıfların baskı aracı olarak tanımlar. Friedrich Engels’e ait bu tanım, Marks’ın, Lenin’in siyasi metinlerinde de geliştirilmiştir. Marks’ın 20’nci yüzyıl takipçileri, Gramsci, Sweezy, Baran, , Althusser, Poulantzas, Laclau, Miliband, Mandel gibi isimler, devlet-egemen sınıf ilişkilerine , devlet teorisine katkıda bulundular.

Marksist devlet kuramı, devleti, hakim sınıfların baskı aracı olarak görmekle beraber, “devletin görece özerkliği” gibi daha rafine ve somut durumları tahlilde işimize yarayan bir önermeyi de içerir. Devlet, özellikle kriz koşullarında, hakim sınıf fraksiyonlarının çatışmalarını uzun bir hat etrafında buluşturmak, sermaye-emek arasındaki çatışmaları sistem içinde tutmak için “görece özerk”, adeta sınıflar üstüymüş, hakemmiş gibi davranır.

***

Bugün olan biten de budur. Obaması,Merkeli ile dünyanın hegemonik gücü olan finans kapitalin, son tahlilde, güdümünde olan hükümetler, krizdeki sistemi ayakta tutmak için, tek tek finans kapitalin zarar verdiği, spekülasyonla talan ettiği ve çökmenin eşiğine gelen küresel kapitalizmi, onların “bencil” saldırılarından korumaya kararlılar. G-20, bunun için oluşturuldu, IMF’e bunun için yeni yetkiler verildi. Lehman Brothers’ın çöküşüne engel olamadılar ama sonraki çöküşleri önlemek için bütçe kaynaklarından-siz bunu halkın vergileri diye okuyun- 5 trilyon doları bunun için yangın söndürücü olarak kullandılar. Bu kadarı bile, finans kapitalin zehirlediği bankacılık sistemini dezenfekte etmeye yetmedi. Ayrıca, özellikle Avrupa’da bu devlet müdahalesi, bankacılık krizini bu kez devletin mali krizine dönüştürdü. Ortaya çıkan, ya da halının altından taşan bütçe açıkları, devasa kamu borç stokları ile, 2010, devletin mali krizi yılı. Şimdi banka sistemi, toksik devlet kağıtlarını bünyesine almamaya ya da bir birinden virüs kapmamak için, sakınmaya, içe kapanmaya başladı. Dahası, ABD’de konut kağıtlarını balonlaştırarak spekülatif karlar elde eden ama sonunda balonun patlamasıyla krize yol açmakla itham edilen bu spekülatif finans sermayesi, alıştığından vaz geçmiyor. Başka balon alanları, (petrol,altın, devlet kağıtları vs.) ürünleri peşinde. Bundan vaz geçemez. Çünkü tek tek finans kapitaller de kendilerini suyun üstünde tutma, bunun için de ne gerekirse ona saldırmak durumunda. Bu saldırıların, sistemi yeni krizlere sürüklemesi ise hiç umurlarında değil. Sistemi, tek tek sermayedarlar değil, kapitalist devlet, devlet-üstü kurumlar düşünsün!...Bu onların görevi.

***

Özellikle bu konjonktürde, şimdi “görece özerk” görüntü ve davranışla, sistemi ayakta tutmak için finans kapitalin dizginleri çekilmeye çalışılırken sistemin enkazı da, düşürülen ücretler, artan işsizlik, daha çok da bütçeler üstünden emek sınıflarına yükleniyor. Hemen her ülkede vergiler artırılıyor, istihdam azaltılıyor, maaşlar düşürülüyor, emeklilik hakları budanıyor, sosyal devlet hizmeti daraltılıyor, güvencesizleştirmelerle emeğin maliyeti düşürülmeye çalışılıyor. Bütün bunlar hem üst katta( sermayeler arası) hem alt katta (sermaye-emek arası) muazzam sınıf savaşları demek. Bu, sermayeler arası bilek güreşi, hem ülkeler arası hem bloklar arası yeni ittifaklar, el değiştirmeler, iflaslar, yeni ticari savaşlar anlamına da geliyor. Ticari savaşların, bölgesel ya da küresel bir askeri savaşa, yeni bir bölüşüm savaşına dönmemesini- insanlık adına- temenni etmekle beraber, kapitalizmin daha önce iki dünya savaşı çıkararak krizini aştığını unutmamak gerek.

Merkez kapitalist ülkelerde kopan bu fırtınaların, küreselleşme marifetiyle, Türkiye gibi çevre ülkelerin dışında kalmasının mümkün olmadığını yeterince gördük. Kaçış yok!…Emek sınıfları, kar ve sermaye birikimi üstüne kurulu ama sonuna gelinen bu çürümüş kapitalist döngüde, kainatın ve insanlığın daha fazla tahribatına izin vermemek ve geleceği kurtarmak için önce kendini savunmak, sonra da bu çürümüşlüğün yerine yepyeni bir dünya kurmak zorunda.

Bunun da tek yolu var: Örgütlenmek, örgütlenmek, örgütlenmek…

26 Mayıs 2010 Çarşamba

İşsizlik Nasıl Patladı, Nasıl Azaltılır…?

Mustafa Sönmez

26.05.2010, Çarşamba
En yakıcı sorun işsizliği, Başbakan, son günlerin “kaderci takılması” ile “Türkiye’nin meselesi” olarak gösteriyor. Sanki bir doğal afet...Sanki uygulanan bağımlı, çarpık ekonomi politikaların hiç suçu yok!...
Türkiye’nin işsizliği, çok değil, sadece son 9 yılda yüzde 6’lardan yüzde 14’lere çıktı. 2000’de 1,5 milyon işsiz sayısı, bugün 3,5 milyon. Böyle bir patlama, sanmam ki, başka bir ülkede olsun.



Son 9 yılda, işsizlik, yüzde 6’dan önce yüzde 10’lara, krizde de yüzde 14’e sıçradı. Bu kadar kısa sürede bu ölçüde sıçramanın nedenlerini satır başlarıyla özetleyelim:

1-Tarım-Hayvancılık sahipsiz bırakıldı. Üretici emeğinin karşılığını alamayınca kente göçtü. 2000’de 8 milyona yaklaşan tarım istihdamı 2009’da 5,2 milyona düştü. Tarımda her yıl yüzde 4 istihdam azaldı. Kırdan gelenler de, kentte iş bulamayınca işsizlik tırmandı.

2-İstihdamsız sanayi büyümesi:
2001 krizi sonrası sanayi yüzde 7-8 büyüse de yıllık yüzde 0,8 istihdamı ancak yaratabildi. 2000’de 3,8 milyon istihdam, 2009’da sadece 4 milyonun biraz üstündeydi. İhracatta rekabet gücü bulmak için en az istihdamı en düşük ücrete çalıştırma yarışı-dibe doğru- istihdama dost değil. Kur politikası, istihdama zarar veriyor.

3- Özelleştirmelerle istihdam azaldı. AKP iktidarında sonuçlandırılan özelleştirmelerle birçok işçi işini kaybetti. Neoliberal zihniyetin devleti küçültme,yatırımdan uzak tutma politikası ile kamunun istihdam yeteneği köreltildi. Tüm resmi kurumlarda çalışan işçi-memur sayısı yıllardır 3 milyonun altında.

4- Küresel kriz işsizliğe tüy dikti. Dış kaynağa ve AB pazarına bağımlı ekonomi, 2009 krizinde yüzde 5’e yakın küçülmekten kurutulamadı;tensikatlar arttı, geçim sorunu artınca, evdekiler işgücü pazarına çıktı ve işsiz sayısı 1 yılda 860 bin artarak işsizlik 1 yılda yüzde 11’den yüzde 14’e sıçradı.



İşsizliğin birkaç basamak indirilebilmesi için, her şeyden önce, 2000’den bu yana izlenen istihdamsız büyüme modelinden vazgeçilmeli. Bunun için de;

1- Tarım ve hayvancılığa yeniden destek sağlanarak kırlarda kalan yüzde 25 nüfusun göçü azaltılmalı, mümkünse toprağa dönüş sağlanmalı.

2- İstihdam yaratmayan Asyalı sanayileşme modelinden uzaklaşılmalı. Döviz kurunun girdi ithalatını cazip kılan,yerli üretim ve istihdamı olumsuz etkileyen özelliği nedeniyle, kurda daha gerçekçi bir çizgi izlenmeli.

3- Özellikle eğitimli işsizlere kamuda istihdam yolları açılmalı. 72,5 milyon nüfusa 3 milyon kamu çalışanı azdır. Eğitim,sağlık,adalet başta olmak üzere kamu hizmetlerinde hızlı bir istihdama gidilmeli. Azgelişmiş bölgelerde KİT yatırımları ile birlikte istihdam olanakları artırılmalı. Belediyelerin istihdam artırmalarına dönük sınırlamalar kaldırılmalı.

4- İstihdam yaratma yeteneği hizmetler sektöründe daha fazla (yıllık yüzde 2,4). Bunun bilincinde olarak bu sektörlerde istihdam artırıcı politikalar prim indirimleri ile teşvik edilmeli.

***

Görüldüğü gibi, işsizlik kader değil, azaltılması da tavşandan şapka çıkaracak sihirbazlıklar istemiyor. Bütün mesele sağlıklı yol haritalarına dönüşte. Bunu AKP’nin yapması pek mümkün değil; tercihleri ve sırtını dayadığı paragöz sermaye sınıfı açısından. CHP’nin ne yapması gerektiği de kendiliğinden ortaya çıkıyor.

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Dilin Çözülmesi, İklimin Değişmesi

Mustafa Sönmez

24.05.2010, Pazartesi
CHP’nin 33’ncü kurultayı öncesinde, kurultay günlerinde ve sonrasında yaşanan coşkuyu nasıl yorumlamalı? Bunu herkes bir birine soruyor. Fark ne? Fark Baykal ve çevresinin çekilmesi ve Kılıçdaroğlu ile arkadaşlarının gelmesinin ötesinde. Ben buna “dilin çözülmesi” diyorum. CHP’de tutuk, akmayan, tekleyen, kekeleyen dilin çözülmesi bu…Bu aynı zamanda CHP’ye güvenini, sempatisini, desteğini ifade edemeyen seçmenin,kitlenin dilinin çözülmesi…

Bir türlü bir biri ardına dizilemeyen, akmayan, bir birini tamamlamayan bir birini kovalamayan sözcüklerin birden bire coşmasına, çağlamasına tanık olduk…Buna neden ne olabilir? Her iki liderin dağarcığındaki sözcükler aslında farklı değil. Ama farklı olan sözcüklerin sıralanışı, ifadesi, hepsinden önce de samimiyet ve inandırıcılık tonu…

***

“Laiklik”, “rejimin tehlikede oluşu”, “AKP’nin büyük komplo imalatçılığı” türü Deniz Baykal’ın ağırlık verdiği temaları daha arka plana alan ama, etnik,dinsel kimliklere öncelik vermeden, Türk-Kürt, türbanlı-türbansız herkesin muzdarip olduğu, herkesin hassasiyet gösterdiği işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk gibi temaları öne çıkaran Kılıçdaroğlu’nun dili, daha akıcıydı, coşkuluydu ve çözülmüş bir dilin rahatlığıyla, her taş gediğine oturuyordu. Belagat ustası değildi belki, müthiş metaforları yoktu, vurgular belki eksikti ama sıralama doğruydu. Sesi güzel olmasa da, içten söylüyordu ve bu da türküsünü dinletmeye yetiyordu.

***

Belli oldu ki, halkın hislerine tercüman olan sözcüklerin sıralanışı böyle olmalıydı. Bu sıralama, aslında yeni bir programın da öncelikleri. CHP, iktidar yürüyüşünde, bu coşkuyu oya tahvil etme çabasında, bu sıralamayı korumak, coşkuyu yaratan bu gündemi dikkate almak durumunda. Dahası, sadece programa koymak değil, bu sorunları samimiyetle ele alıp çözmenin tüm hazırlığını yapma, bunun için müthiş bir örgütlenmeyi sağlamak durumunda.

Kemal Bey’in konuşmasında ihmal ettiği en önemli kesim kadınlar ve 15-24 yaş arası gençlerdi. Kadınlar ve gençler, ürpertici işsizliğin en büyük mağdurları. Kentlerde gençlerin yüzde 30’u “resmen” işsiz. Kentli genç kadınlarda işsizlik oranı yüzde 32!...Kentlerde tüm kadınlar arasında işsizlik oranı yüzde 21…Bu çarpık sürecin en büyük kurbanlarına siyasetin kapıları açılmalı. Çarpıklığı bizzat elleriyle düzeltmelerine fırsat tanınmalı.

Yükselen coşkuya yazık olmamalı. Bu coşku ete kemiğe bürünüp örgütsel bir yapılanmaya, dolayısıyla güce dönüşmeli. Bunu yapabilirse Kemal Bey ve ekibi, sadece dilde çözülme değil bir iklim değişimi başlar ki, esas gümbür gümbür bir toplumsal dönüşümü getirecek olan da bu olur.

***

Bundan sonra atılacak her doğru adım, genelde sosyal demokrasiye-sosyalizme karşı sarsılmış güvenin yeniden kazanılması, umudun yeniden canlanması anlamına gelecektir. Tam da sistemin sahiplerinin istediği gibi, umudunu yitiren, siyasete küsen, içine kapanan yığınlar, onların toprağa gömülmüş enerjileri, bütün bu dilin çözülüşü ile başlayan iklim değişimine, bu teknenin yelkenlerine müthiş bir rüzgar olabilir.

Kurultayın ilk günü, 22 Mayıs tarihli Milliyet’in 30’ncu sayfasında yer alan bir ilanın başlığı şöyleydi: Kemal Varsa Biz De Varız…İlan metninin ana kısmı ise şöyleydi: Son küresel krizden Türkiye güçlenerek çıkabilir. İçinde bulunduğumuz coğrafyaya her açıdan örnek olabilir.Bugün, güçlü ve demokrat bir Türkiye’ye dünyanın da ihtiyacı var. Ancak bir türlü kısır gündemlerden kurtulup önümüzü açamıyoruz. Şimdi yıllardır süren bu döngüden kurtulma şansı belirdi. Kemal’in cesareti bir kez daha ülkenin umudunu yeşertti….Aşağıda imzası olan biz ODTÜ’lü endüstri mühendisleri Kemal Kılıçdaroğlu’nu desteklemenin yanında, seçilmesi durumunda siyasete daha aktif katılacağımıza,Tribünlerden ineceğimize söz veriyoruz…”

Dili çözülmüş bu ilan sahibi ODTÜ’lü endüstri mühendislerinin sayısı 30 dolayında. Ama çok anlamlı bir deklarasyon. İklimin değişmesi ile nelerin değişeceğine çok önemli bir işaret. Bu, sendikalarda, meslek odalarında, yerel yönetimlerde, her tür dernek, vakıfta, inisyatifte şöyle ya da böyle örgütlenmeye çalışan ve çoğunlukla ücretli, mavi-beyaz yakalı çalışan sınıfın; Cumhuriyet değerlerinin yok edilmesinden endişe duyan her sınıftan yurttaşın; dili Kürtçeyi özgürce ifade edebilme, kültürünü yaşayabilme talebine karşılık bulamadığı için, içine kapanmış Güneydoğulunun, yüzünü siyasete, yeniden kardeşliğe dönmesinin , dönmekten öte bu yürüyüşe katılacağının işaret fişeği olabilir.

CHP’yi özellikle iktidar olması halinde iktidarda tutacak, öngördüğü emekten, kardeşlikten yana değişim programına uygulama gücü, cesareti verecek, karşılaşabileceği güçlüklere karşı direnme gücü verecek olan şey de bu: İnanmış, aktif katılıma yönelmiş, dahası örgütlenmiş yığınlar.
İklim değişimiyle kök tutan, dallanıp budaklanan örgütlü yığınların gücünün karşısında hiç kimse duramaz. İşte o zaman hedefler, iş-aş meselesinden öteye, kalıcı, zengin, doğrudan bir demokrasiye kadar büyütülebilir.

22 Mayıs 2010 Cumartesi

CHP, Kamu Müdahalesini Savunmalıdır

Mustafa Sönmez

22.05.2010, Cumartesi
Türkiye’de sermaye birikimi sürecinin ilk evresi, iktidardaki tek parti CHP’nin inisyatifinde, özellikle 1930’lu yıllarda gerçekleşti. Devletçilik diye bilinen bu dönemi 18 Mayıs tarihli Milliyet’teki yazısında Taha Akyol, “1930’larda İsmet Paşa, işadamlarına soyguncu gibi bakar, onları “aferist” diye suçlardı, bu yüzden hantal bir devletçiliğe sürüklenmiş, Atatürk de ekonomiyi özel sektörcü Celal Bayar’a emanet etmişti” diye aktarıyor. O kadar yanlış bir yorum ki…Dönemle ilgili başyapıt, Korkut Boratav hocanın Türkiye’de Devletçilik tez çalışmasıdır. Korkut Hoca, devletçiliğin özel sektöre rağmen değil, özel sektörün önünü açan bir tarzda icra edildiğini belirtir çalışmasında. Koçlar, Sabancılar, bugünün dev müteahhitleri, devletçiliğin eteğinde palazlanmış ve 1950’lerden itibaren sermaye birikim süreçlerini yabancı sermaye ile bütünleşerek ilerletirken, o yıllarda da devlet sektörünün himayesinden hiç mahrum kalmamışlardır. Taha Akyol, doğru dürüst iktisat tarihi okusa görecektir ki, devletçilik, hiçbir iktidar döneminde özel sektöre karşı bir ekonomik seçim olmamış, özel sermaye birikimini tamamlayan, ona payanda bir faaliyet olmuştur. En büyük KİT yatırımları Dünya Bankası kredileri ve yönlendirmesi ile sağ iktidarlar döneminde Menderes ve Demirel’in başbakanlığı dönemlerinde gerçekleşmiştir. CHP’nin yüzde 33’ün üzerinde oy aldığı 1973 ve yüzde 41,4 oy alarak zirve yaptığı 1977 seçimlerinden sonra kurduğu hükümetler bile KİT’leri, özel sektörün ucuz girdi ihtiyacını, altyapı eksiğini gideren kuruluşlar olarak yönettiler, KİT’lerin , bundan dolayı uğradıkları zararlar da “görev zararı” adı altında merkezi bütçeden halka yüklendi.



***

1980 sonrasında geçerli kılınan küreselleşmeci neoliberal politikalar, 1980’e kadar yerli-yabancı sermayenin , etinden sütünden tüyünden her şeyinden faydalanılan KİT’lerin tasfiyesini istiyordu. Özelleştirmenin, kamu hizmetlerinin her türlüsünün ticarileştirilip metalaştırılıp devletin alanından çıkarılmasının, doludizgin uygulandığı bu dönem, anti-sendikal yapılanma ve uygulamalarla el ele gitti. Başta 12 Eylül diktatörlüğü olmak üzere Türkiye’ye yön veren iç ve dış egemenler, bu süreci Özal’ın ANAP’ı ile götürmeyi tercih ederek CHP ve CHP kökenli partilere hep engeller çıkardılar. CHP ve türevleri de, 1980’li ve 1990’lı yılların bu neoliberal rüzgarına karşı koyamadı, emeğe dayalı örgütlenmeler geliştiremedi, bölündü. Hizipçiliği aşamadı. 1999’da DSP ile yakaladığı yüzde 22’lik oy oranıyla kurulan Ecevit Başbakanlığındaki koalisyon hükümeti, neoliberalizmin dizayn ettiği kırılgan, bağımlı büyümenin 2000 krizini kucağında buldu ve krizi , IMF-Derviş koordinasyonunda, ancak çok ağır bir reçeteyi halka ödeterek savuşturabildi. Ama halk bunu unutmadı. DSP’nin oyunu 2002’de yüzde 1,2’ye indirerek cezayı keserken CHP oyu da yüzde 19,7’yi geçemedi. Seçmen, cezalandırmaların devamında da denenmemiş AKP’ye şans verdi. 2002-2007 döneminin likidite bolluğuna dayalı olumlu dış konjonktürü ile iktidarını koruyan AKP karşısında, 2007’de CHP oyları yüzde 21’’i geçemedi.

***

Bugün geldiğimiz yerde, neoliberalizm iflas halinde. ABD kaynaklı kriz, piyasa ideolojisini tuzla buz ederken, fiili olarak devlet, krizi yatıştıran, burjuvaları kurtaran olarak yeniden sahneye çekildi. Türkiye, yüzde 5 küçülen, gerçek işsizliği yüzde 20’lere vuran, bölgesel uçurumu, gelir uçurumu dehşetli boyutlara ulaşmış bir ülke olarak, neoliberal-muhafazakar AKP’nin yerini CHP’nin alması noktasına doğru hızla ilerlerken, kamunun da aktif bir aktör olarak ekonomide sahne almasını, istihdam yaratmasını talep etmektedir. Türkiye’de işsizliğin yatıştırılması, sosyal bir devlete dönüşün kapısının açılması, üretici dinamiklerinin yeniden harekete geçirilmesi etkin bir kamu müdahalesini zorunlu kılmaktadır. CHP, “devletçilik” yaftalamalarından tırsarak, büyük sermayeyi ürkütmemek adına, bundan uzak duramaz.

21 Mayıs 2010 Cuma

Yeni Program,Yeni Vizyon; İlle de Örgütlenme

Mustafa Sönmez

21.05.2010, Cuma
Paralarına kıyamadılar ama madencilere kıydılar. 28 madenci iş cinayetine kurban gitti. Vicdanlar öylesine nasır bağlamış ki, Başbakan, işçilerin ölümünü madencinin kaderi gibi görüyor. Pesss!...

Çürüyen kapitalizm doğayı ve insanı tahrip ederek ömrünü uzatmaya çalışırken, kar ve sermaye birikimini , insanın önüne koyan bu köhne düzene artık son verilmesi gerekiyor. Bu, uzun bir mücadeleyi gerektiriyor. Emeğin bu sömürüye son vermesi için, Gandi Kemal’in Türkiye yürüyüşünün bir başlangıç olmasına insan inanmak istiyor.

***

CHP’nin iktidar olup olmayacağı, iktidar olursa neyi yapıp neyi yapamayacağı üstüne şimdiden müthiş bir egzersiz başladı. AKP’nin, yandaş medya kalemşörlerinin ezberleri, moralleri bozuldu, panik başladı. Köşelerden,ekranlardan öyle saçma sapan kelamlar boşalıyor ki dışarıya..

Her yerde siyaset satrancının bilmem kaç hamle sonrası konuşulur halde. Oysa satranç tahtası gün be gün o kadar hızlı değişiyor ki…Kapitalizmin tarihinin en ağır krizinin tozu dumanı henüz yatışmadı, daha kim bilir kaç zaman yatışmayacak. Ayağımızın altındaki toprak, her an sürprizlere gebe bir coğrafyanın toprağı. Sınıfsal mevzilenmemiz o kadar olağandışı ki…Bütün bunların kulak arkası edilip Baykal-Kılıçdaroğlu ikilisinin devir-teslimini , 1970’lerin İnönü-Ecevit bilek güreşiyle kıyaslanmasına, sadece müstehzi bir gülümseme ile karşılık verelim...

***

Toplumsal beklentinin şimdiki adresi Yeni CHP…İşsiz iş, yoksul ekmek bekleyecek…AKP’nin İslamlaşma, muhafazakarlaştırma kuşatması ile illallah ettirdiği orta sınıf çağdaşlık bekleyecek… Kurulan korku imparatorluğunun mağdurları hesap sorulmasını bekleyecek. Kürt sorunu barış, kimliğe saygı bekleyecek. Bekleyen bekleyene...Haklılar da. Ama beklentiye cevap vermenin önkoşulu “güç”…Gücün önkoşulu ise “örgütlenme”…Örgüt yoksa, güç de olmaz.

Yeni CHP’nin, “nasıl bir dünya ve nasıl bir Türkiye” algısına önce kulak kabartılacak. Yeni CHP, terk ettiği Doğu ve Güneydoğu bölgelerini yeniden kucaklayabilecek mi? Bu anlamda yeniden bir “Türkiye partisi” olabilecek mi? Kürt-Türk kutuplaşmasının yerini barış ve yeniden kardeşleşmenin alması için nasıl bir dil, ne tür araç ve yöntemler kullanacak?

Kitlelerin iş-aş beklentilerine, sermayenin emeği esnekleştirme, güvencesizleştirme, kıdem tazminatı hakkını gasp niyetlerine karşı ne tür inandırıcı programlar üretilecek ? AKP’nin korku imparatorluğu ile muhafazakarlaştırdığı toplumsal dokuya nasıl bir restorasyon programı önerilecek?

***

Bütün bu beklentilere karşılık vermek, eskisinden çok farklı bir örgütlenmeye bağlı. Tabanın söz ve karar sahibi olduğu bir örgütlenmeye. Aşağıdan yukarıya güçlü bir akımın olduğu bir örgütlenmeye. Parti içi demokrasinin yeşereceği bir tüzük değişikliğine. Lider sultasına son verecek parti içi restorasyon, partinin yaslanacağı emek örgütlenmeleri için de söz konusu. Hem iktidara yürürken hem iktidar etme sürecinde, beklentileri karşılayabilmek için emek örgütlenmelerinin sıkı, diri, sahici örgütlenmeler olması şart.

Yeni CHP, seçim barajlarını indirmeyi taahhüt ederek halkın iradesinin meclise yansımasını sağlayarak, toplumun tüm kesimlerinin siyasi örgütlenmesinin engellerini kaldıracak mıdır ? Ekonomik-demokratik mücadelenin aracı olan sendikal örgütlenmelerin önündeki barajlar, engeller kaldırılacak mıdır?

Kendimizi kandırmayalım. 13 milyon ücretli nüfus var. Bu, toplam iş sahibi nüfusun üçte ikisinden fazla. İstanbul, İzmir gibi metropollerde ücretli sınıf yüzde 75-80’in üstünde. Gelin görün ki, bu emek nüfusu örgütsüz. Resmi sendikalı sayısı 3 milyonu ancak buluyor. Toplu sözleşme hakkını kullanabilen emekçi sayısı ise -sıkı durun- 700 binden ibaret. Ben, örgütlü emekçi diye, toplu pazarlık hakkını bilfiil kullanana derim. Bu sayı 13’te 1 bile değilse, ortada bir emek örgütlenmesi yoktur, zor zamanlarda sırtınızı dayayabileceğiniz bir sınıf yoktur!..Hele ki, bu sınıfın grev silahını kullananının 3 binde kaldığı bir toplumda, neye, ne kadar güveneceğinizin ve işe nereden başlamanız gerektiğinin çok farkında olmalısınız. Onun için, çok baştan almak, çok başa sarmak gibi olsa da, sabırla örgüt, örgüt, örgüt demelisiniz. Beklentisi olanlara, “çare sizsiniz, çare sizin örgütlenmeniz” demelisiniz.

***

Yeni CHP, bu rüzgarla tek başına ya da ana iktidar ortağı olarak iktidara gelebilir belki, ama önemli olan “değişim” iddiasıyla geldiği iktidarda değişimi icra edebilmesidir. Önemli olan, olası siyasi depremlere, darbelere karşı kendi örgüt yapılanması ile, yaslandığı emek örgütlenmeleri ile direnebilmesi, ayakta kalmasıdır. Düzeni değiştirmek için gelenlerin, siyasi darbelere ve depremlere karşı yapıları, örgütleri güçlendirilmemişse, sistemin hakim güçleri tarafından düzeni restorasyona memur edildiklerinin, zorlandıklarının, sadece bizim yakın tarihimizde, öyle çok örnekleri var ki…

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Kılıçdaroğlu’nun Kafası Daha Net

Mustafa Sönmez

19.05.2010, Çarşamba
CHP’nin Başkan adayı Kemal Kılıçdaroğlu ile birkaç kez televizyon programlarında birlikte olduk. Program öncesi ve sonrası sohbetler ettik. Yurt ve dünya ahvali üstüne son görüş alışverişini de bundan iki ay kadar önce İstanbul’da, ofisimde yaptık. Şu kadarını söyleyeyim ki, Kemal Kılıçdaroğlu, mütevazi kişiliği ile kitlelerin hemen gönlünü fetheden bir isim. Türkiye’nin iç ve dış sorunlarına sağlıklı yorumlar getiren ve ne yapılması gerektiği konusunda da kafası net bir isim. Ülkede alarm verici boyutlara ulaşan işsizliğin, yoksulluğun kaynakları konusunda kafası net, bu sorunlarla nasıl mücadele edileceği konusunda kafası net, kimlerle kol kola mücadele edileceği konusunda kafası net.

Kılıçdaroğlu, belki karizmatik bir lider olmayabilir ama örgütü demokratikleştiren, katılımları artıran, hedefler konusunda yaratıcı bir yarışın yolunu açan bir aktör olacağı konusunda güven veriyor. CHP’nin bugünkü MYK’sında yer alan kabız, kafası karışık, neoliberalizme bulaşık birçok ismin ayıklanması ancak Kılıçdaroğlu’nun liderliği ile mümkün olabilir. CHP içinde özelleştirmeci, gözü TÜSİAD’a bakan, müzmin muhalefeti kendine meslek edinmiş, sosyal demokrat bir parti olmanın gerektirdiği “sınıfsal” duruşu terk edip milliyetçi çizgiye sapmış, bir dizi köhne isim var. Bunlar, CHP’nin sorunlara doğru teşhisler koyup, en önemlisi çözüm üretmesi ve kitlelere umut vermesi konusunda son derece kısır ve usandırıcı isimler. Ne kendileri bir şey üretirler, ne de başkasına üretme imkanı verirler. Kılıçdaroğlu, genç, daha üretken ,yurt ve dünya sorunlarını anlamada ülkenin aydınları, emek yanlısı beyinleri ile diyalog içinde olan bir kadro oluşturursa, müthiş bir rüzgar estirebilir ve neoliberal gerici AKP’nin tozunu atabilir. Türkiye’nin de buna çok ihtiyacı var. Umalım ki bu hafta sonu, akıl ve sağduyu, tutuculuğa galip gelsin.

***
_________________________


Tarımda Şişirme İstihdam

Şubat ayı işgücü istatistiklerini açıklayan TÜİK, yine insanı çileden çıkaran marifetler sergiliyor. Ulusal gelir içindeki payı sürekli gerileyen ve yüzde 7-8’e düşen tarım, öyle bir istihdam artışı gösteriyor ki, bu kadarı da olmaz dedirtiyor.




Son üç yılın şubat ayı verilerine bakın: 2008 şubatında 4 milyon 185 bin olan tarım istihdamı, 2009 şubatında 4 milyon 378 bin görünüyor. Olabilir diyelim. Ama krizin derinleştiği 2009’dan 2010’a tarımda ne oldu da istihdam yüzde 15 arttı ve tarım istihdamına 662 bin kişi eklendi? Tarımda üretim patlaması mı oldu ? Kentler boşalıp insanlar köylerine dönüp ekip biçmeye mi başladılar? Ne oldu ? Nereden bu 662 bin istihdam ? Aynı dönemde, sanayi bile son aylardaki toparlanma çabalarıyla 292 bin istihdam artışı gösterirken tarım nereden 662 bin istihdam artışı yaşıyor, anlamak mümkün değil…İlk çeyrek büyüme datalarına bakıyorsunuz, geçen yıl ilk çeyrekte tarımda büyüme yüzde 0,3 olmuş. Bu yıl farklı mı oldu ? Sanmıyorum. Birçok tarımsal üründe arz eksikliği var ki, fiyatlar tırmanıyor. O zaman bu istihdam yığılması ne? Belli ki yine bir TÜİK marifeti ile karşı karşıyayız. Olabilir demeyin. Bu şişirme, gerçek işsizliği de kamufle ediyor. Tarımda işi var görünen nüfusun 300 binini işsizlere ekleseniz işsizlik oranı yüzde 14,4 değil, yüzde 15 görünecek. 500 binini işsizlere ekleseniz işsizlik oranı yüzde 16 görünecek. Anlıyor musunuz kamuflajı?...

Sıkıldık artık. Vergilerimizi harcayanlardan temiz istatistiki bilgi, hilesiz hurdasız data istiyoruz....

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Esnekleşme, Katılaş…

Mustafa Sönmez

17.05.2010, Pazartesi
Krizle, 1 yılda yüzde 11’den yüzde 14’e sıçrayan resmi işsizlik oranı, Hükümeti tabi ki telaşlandırdı. Hükümet, bugün-yarın Ulusal İstihdam Stratejisi başlıklı bir gündem yaratacak. Oradan bazıları yeni şeyler umuyorlar. Ama boşuna beklemesinler: Bugünün bağımlı Asyalaşma stratejisinden, yeni istihdam imkanı çıkmaz. Çünkü bu model, iyi zamanlarında bile yeterli istihdam yaratmadı. Alın 2003-2009 dönemini. Tarım dışı sektörler yılda ortalama yüzde 5,1 büyümüş,ama aynı dönemde bu sektörlerde istihdam artışı yıllık yüzde 2,1’de kalmış. Analizi sanayi büyümesi ve istihdamı olarak alırsak, durum daha iç karartıcı. Sanayide büyüme yüzde 5, istihdam artışı yüzde 0,5 !...



İşgücü piyasalarının “otorite”si kabul edilen Seyfettin Gürsel, bu tür büyümenin istihdam yaratmadığına ikna olmuyor bir türlü ve “istihdamsız büyüme” tezini “efsane” olarak niteliyor. Bahçeşehir Üniversitesi Araştırma Merkezi Betam’ı da yöneten Gürsel’e, sayılara soğukkanlı ve sağduyu ile bakmasını tavsiye etsek, işe yarar mı acaba?




TÜİK’in milli gelir ve Hanehalkı İşgücü veri tabanı ortada. Özellikle IMF destekli , dışarıda likidite bolluğunun gazıyla yaşanan 2003 sonrası ihracata dönük büyüme, en az emeği en ucuza kullanarak gerçekleşti. Tarım dışında büyüme, özellikle 2004-2007 arası yüksekti. Daha daraltıp sanayiye bakarsak yıllık yüzde 8’e ulaşan büyüme yaşandı 2008’e kadar. Ama aynı tempo istihdamda görüldü mü? Hayır, yüzde 1-2’lerde dolaşan istihdam artışı…2009’da bile sanayi yüzde 7 küçülürken istihdam yüzde 8’den fazla düşürüldü. Daha fazlasını yapamadılarsa buna kıdem tazminatı yükü engel oldu.

Bu, aslında, Türkiye’ye mahsus bir özellik değil. Uluslar arası Çalışma Örgütü(ILO) metinlerine göz atın, bunun özellikle çevre ülkeler için , Asya ülkeleri için bir hastalık olduğuna işaret ediyor ILO. Nedeni de belli. Bu ülkeler ABD,AB gibi merkezlerin tedarikçisi. Onlara dayanıklı-dayanıksız tüketim malı üretirken en önemli rekabeti, emek üstünden yapıyorlar. İşçi yurttaşını en insafsızca sömüren, avantaj sağlıyor ve hedef “en az istihdamı en ucuz ücretle çalıştırıp rekabet gücü kazanmak”…Dibe doğru amansız yarış…

***

Küresel krizle yüzde 5’e yakın daralan Türkiye kapitalizminde de “çıkış stratejisi” diye belirlenen yol, aynı ezber, aynı patikada yol almak. Ama nafile…Son aylarda daha çok, stoka yapılan üretim kimseyi heveslendirmesin. Sanayi, yine dışa aşırı bağımlı ve 3 ayda cari açığı yine 10 milyar dolara tırmandırdı. İstihdamda ise kimse bu sözde toparlanmanın bir istihdam yaratacağını ummasın. İşveren örgütleri TÜSİAD, TOBB, TİSK, MÜSİAD, “işsizliğe karşı önlem” adı altında başka bir şeyin peşindeler: Onun da Seyfettin Gürsel gibi birçok sözcüsü var. İşgücünde esneklik adı altında tensikatları kolaylaştırıcı düzenlemeler ve işverenlerin daha çok tensikatına ayak bağı olan kıdem tazminatı hakkının gaspı, hazırlanan “Ulusal İstihdam Stratejisi” adı altındaki saldırı planının ana hedefleri olacak.

26 Mayıs tarihli genel eylemde emek örgütleri bakalım ne yapacaklar. 1 Mayıs primi ile yılı idare ederiz, havasına giren sendika yöneticileri, bu saldırılara karşı etkili bir direniş örgütleyemezlerse, başlarına 1 Mayıs’ta Türk İş Başkanı Mustafa Kumlu’yu AKM’ye kaçırtan tepkilerden beteri gelir. Bu iş, kutlama yapmaya benzemez…Ucunda daha çok işsizlik, daha çok açlık var…

Kıpırda sendika!...Saldırıları bitmiyor. Esnek olma, katı ol !…

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Harami Çok, Haramide Oyun Çok…

Mustafa Sönmez

15.05.2010, cumartesi
Araştırma-yazma serüvenimin en çetrefilli, hatta çileli ürünü Kırk Haramiler:Türkiye’de Holdingler’dir. 1980’li yılların ikinci yarısında kuluçkası ve doğumu gerçekleşen bu çalışmada, Türkiye ekonomisine ve siyasetine yön veren 25 sermaye grubunun profilini incelemiştim. Koçlar, Sabancılar, Tekfenler, Eczacıbaşı Ailesi….Bütün bunlar ilk birikimlerini nereden sağlamış, devlet eliyle nasıl palazlanmış ve sonra TÜSİAD’ı da kurarak nasıl ekonomik ve politik süreçlere damgalarını vurmuşlardı? 12 Eylül darbesindeki rolleri nelerdi ? Bu öykü, o dönem pek ilgi gördü. Kitap 1992’ye kadar defalarca basıldı. Korsan kitapçılar bile nasiplendiler.

“Kırk Haramiler”in profili, bıraktığınız yerde durmuyordu. Her yıl bir şeyler değişiyordu. Hızlanan küreselleşme ile yeni dış entegrasyonlar, yeni uğraş alanları ile biçim değiştiriyorlardı. Dahası kriz yıllarında kimisi fırtınadan savruluyor, iriler daha da büyüyorlardı. Bilgisayar, internet teknolojisinin, borsanın henüz gelişmediği bir dönemde, bütün bu iddialı öykünün bilgilerini toplamak gerçekten kolay değildi. Gazetelerdeki taziye ilanlarından bile bilgi damıtmaya çalışıyor, sinekten yağ çıkararak çözümlemeyi deniyordum. Öyküyü, izleyen yıllarda güncelleştirmem çok istendi ama kaçmaktan kovalamaya yetişemediğim için, olmadı. İçimde de ukde kalmıştı, ki…geçenlerde hoş bir şey oldu. Aldığım bir elektronik postadan öğrendim ki, benim yarım bıraktığımı, genç bir akademisyen doktora tezi olarak çalışmış ve ortaya 2000’lerin “Kırk Haramiler” i çıkmıştı. Özgür Öztürk' ün doktora çalışmasına dayanan kitabının başlığı “Türkiye'de Büyük Sermaye Grupları (Finans Kapitalin Oluşumu ve Gelişimi)”. Sosyal Araştırmalar Vakfı'nın yayınladığı çalışmaya Prof. Dr. Fuat Ercan danışmanlık yapmıştı. Öztürk, benim yaptığımdan daha zengin, rafine, daha titiz bir çalışmayı gerçekleştirmiş ve ağırlıkla benim 20 yıl önce incelediğim holdinglerin günümüze kadar izini sürmüş çalışmasında. İş Bankası-Şişecam, Koç, Sabancı, Çukurova, Oyak, Doğan, Ülker, Doğuş, Enka, Tefken, Uzan, Zorlu, Anadolu Endüstri, Borusan, Profilo, Eczacıbaşı, Kale, Toprak, Ciner, Çalık, Yaşar, Akkök, İhlas, Alarko, Elginkan, 500 sayfaya yakın hacimdeki kitapta incelenen grupları oluşturuyor.

***

Haramiler, ya da hakim sınıf bileşenleri, her toplumsal formasyonda olduğu gibi bizde de değişti, değişiyor. Güç ilişkileriözellikle 1994 ve 2001 krizlerinde niceliksel ve niteliksel değişimler geçirdi. Geleneksel hakim güçlerin içinde, mesela Koç ile Sabancı uzun yıllar başa baş giderlerken Koç, 2000’lerde yaptığı ataklarla arayı ciddi biçimde açtı. Ama bu arada, farklı haramiler, harami fraksiyonları ortaya çıktı. İrili-ufaklı sermayedarlar Fethullah Gülen cemaatinin öğeleri olarak bir ağ biçiminde zuhur ettiler, TUSKON olarak örgütlendiler. TOBB’da birçok oda yönetimini ele geçirdiler. Revizyonist “Milli Görüşcü” Tayyip Erdoğan- Abdullah Gül ikilisinin yeni politik hareketi, MÜSİAD çatısı altındakilere yaslandı. Gülen cemaati haramileri ile koalisyona giren Gül-Erdoğan kliği, AKP’yi kurdular ve iktidara geldiler. Pek elverişli bir dünya konjonktüründe iktidar olmanın nimetlerini de tepe tepe kullanarak güçlerine güç kattılar. AKP, bu yeni haramiler ile organik ilişkiler geliştirirken geleneksel sermaye gruplarını da bazen havuç, bazen sopa ile hizaya getirdi doğrusu.

***

İslami haramilerin yükselişini bir başka çalışmanın başlığı altında analiz etmeye çalıştım son 2 yıldır . “Türkiye’de İş Dünyasının Örgütleri Ve Yönelimleri” başlığıyla kitaplaşan bu araştırmada, TÜSİAD, TOBB, MÜSİAD, TİM, TUSKON, TİSK… kısaltmalarıyla tanıdığımız iş dünyası örgütleri, kimleri temsil ediyor, aralarında ne tür farklar var , bu örgütlenmeler nasıl ortaya çıktı, birbirleriyle örtüşen, ayrışan görüşleri neler , Türkiye’nin büyük holdinglerini, küçük ve orta işletmelerini temsil eden bu örgütlenmeler, ekonominin yanı sıra politik süreçleri nasıl etkiliyor, nasıl biçimlendiriyorlar ? Bu sorulara yanıt aradım. Friedrich Ebert Vakfı, araştırmayı yayına hazırladı ve yakında piyasada olur.

Wall Street Journal’in “kansız iç savaş” olarak adlandırdığı günümüz Türkiyesinin konjonktürünü anlamaya çalışırken haramiler dünyasını iyi izlemek, iç ve dış ittifakları, koalisyonları, çatışmaları ve hamleleri iyi izlemek gerekiyor. Deniz Baykal’ın başına gelenler, bir başka harami oyunudur. Haramiler tepişmesi optiğinden bakarsanız doğru fotoğrafı daha net görebilirsiniz.

Haramiler de çoğaldı, harami oyunları da…

14 Mayıs 2010 Cuma

Finans Kapitale Yasa Güvencesi: Mali Kural…

Mustafa Sönmez

14.05.2010, Cuma
Günün sorusu, “mali kural nedir, ne getirecek?”…Neoliberaller, IMF, “piyasa” pek sevdi bu “mali kural” meselesini. Çok basit haliyle, AKP iktidarı, ne kadar bütçe açığı verileceğini, ne kadar borçlanma yapılacağını, belli formüllere bağlıyor ve iktidarın iradesini (kendisini ve sonraki iktidarları) bu formülasyonun ipoteği altına alarak, neoliberal hedefleri, yasa haline getirmeye hazırlanıyor. Esas adres ise “piyasalar”. Yani AKP’nin, firmaların borçlandığı finans kapital. Onlara, bizde Yunanistan türü kazalar olmayacak, bütçe açığını kontrol altında tutacak, aşırı borçlanmayacağız. Bunun için de kendimizi yasa ile bağlayacağız, güvencesi veriliyor…İlk elde kulağa iyi bile gelen bu mali disiplin, kamudan iş ve sosyal devlet himayesi bekleyen sınıflar için, halkın iradesini temsil eden siyasiler için ne anlama geliyor?

***

AKP iktidarı, IMF kontrolünde, 2003’ten 2008’e yürüttüğü ekonomi politikalarda, sıkı bir mali disiplin uyguladı. Yani, bütçe açığını düşürüp, faiz dışı fazlalar yaratarak IMF’nin alacaklarını ödedi, kamunun borç stokunu bir hayli törpüledi. Ama bunu nasıl yaptı? Kamu çalışan sayısında , onların maaşlarında sıkıyönetim uyguladı, kamu yatırımlarını pek artırmadı, özelleştirmelerle sattı savdı, dolaylı vergilere yüklendi, sağlık-eğitim harcamalarını, tarıma desteği azalttı. Kısaca neoliberal bir iktidarın yapabileceği bütün devleti küçültme operasyonlarını yerine getirdi. 2002’de ulusal gelirin yüzde 16’sına yaklaşan devlet harcamaları, yılda ortalama yüzde 7 büyüyen AKP iktidarının altıncı yılında, 2007’de yüzde 13’lere kadar düşürüldü. Bütçe açığı ve kamu borç yükünü de azaltan bu anti-sosyal, devleti küçültme operasyonunu, IMF de takdir etti.


Kaynak:TÜİK, GSYİH veri tabanı

2009’a, yani kriz yılına gelince kamu maliyesi tavsadı. Ekonomi küçülünce vergi gelirleri düştü, piyasaya gaz vermek için yapılan ÖTV-KDV indirimleri, vergileri yine azalttı. Yüz binleri bulan istihdam kaybı, hem vergi hem SSK prim gelirlerini azalttı. Buna karşılık sağlıkta dönüşüm adlı programdaki fiyasko, Sosyal Güvenlik Kurumu’nda önemli bir açık yarattı. Yerel seçimlerle AKP iktidarı harcamalarda eli sıkı davranmadı. Sonuçta, 2009’da bütçe açığı 52 milyar TL ile ulusal gelirin yüzde 5,5’una, kamu borç stoku da 288,2 milyar dolar ile ulusal gelirin yüzde 46,6’sına tırmandı.

2010 ve izleyen yıllar, hem AB’de, hem Türkiye’de devletin mali krizinin öne çıktığı bir dönem. Yunanistan bozgunundan sonra, borç verenler açısından bütçe açıklarına ve borç yüküne bakmak daha çok önem kazandı. Türkiye’nin de büyüyen bütçe açığı ve artan kamu borç yükü borçlanmasını zorlaştırıyor. İşte AKP iktidarının, IMF’yi uzakta tutarak yaptığı Orta Vadeli Plan (2010-2012)’ın icrasında, kreditörlere bir mali kural güvencesi veriliyor.

***

Finans kapitale, “Bütçe açığı ve borçlanmayı kurallı yapacağız ” taahhüdünün bir yasa haline getirilerek verilmek istenmesi, gelecek iktidarları da bağlayıcı bir düzenleme. Bu tasarı yasalaşırsa, AKP yerine gelecek bir iktidarın, kendi maliye politikası, kendi ekonomi politikası olamayacak. Neoliberal zihniyetin maliye politikalarının, birikim modelinin baskısı altında kendini hissedecek. Farklı bir politika izlemeye kalkarsa, borç verenlere taahhüt edilmiş yasayı ihlal etmiş bir iktidar görüntüsü verecek. Böylece, özerkleştirme adı altında Merkez Bankası üstünde söz söyleme hakları sınırlanan halkın seçilmiş temsilcileri, sektörel düzeyde “denetleme-düzenleme kurulları”na yetkilerini kaptırdıkları gibi, maliye politikası belirleme iradelerini de “piyasa”nın rüzgarına teslim etmiş olacaklardır.

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Avro Krizine Kalkan, Cari Açığımıza Devam…

Mustafa Sönmez

12.05.2010, Çarşamba
Yunanistan krizinin tüm Avro alanına bulaşmasını önlemek için 440 milyarı Avrupa Birliği üyesi ülkelerinden, 60 milyarı komisyondan ve 250 milyarı IMF'den olmak üzere 750 milyar Avroluk bir paket oluşturuldu ve bu pakete “kalkan” adı verildi. Yunanistan için açılan 110 milyar Avroluk paketle beraber, ABD'nin kurtarma paketinden daha büyük, yaklaşık 1 trilyon dolarlık bir likidite sağlama paket yaratılmış oldu. Bu paketin içindekiler hemen açılıp saçılıp dağıtılmayacak tabii. Paketin varlığı, bulaşma ihtimali çok yüksek krizi şimdilik yatıştırdı. Pakettekiler açılıp saçılmıyor, sadece zaman kazandırıyor. Yangının alevlenmesi halinde köpüğün kapının arkasında asılı olduğu rahatlığını veriyor.

Eksik olan ne? Eksik olan, kamu maliyesi krizi yaşayan Güney Avrupa ülkelerinin krizinin nasıl aşılacağının henüz belli olmamasıdır. Bu paketten borçlanarak borç stoklarını çevirecek ülkelere bu borçlanma ne kazandıracaktır? Bütçe açıklarını daraltmayı mı, borç stoklarını törpülemeyi mi ve ardından sürdürülebilir bir büyüme ivmesi yakalamayı mı? Borçlanma, yüzde 5’e varan piyasa faizi ile yapılacaksa, borçlanan ülke mali yapısını bu faizlerle nasıl iyileştirebilir ? Krizdeki ülke bu faizle borçlansa bile, içeride kemer sıkmadan hiçbir şey yapamaz. Bunu Türkiye’ye 2001’de IMF parası yaptırmıştı, kimsenin de gıkı çıkmamıştı. IMF, düşük faizli kredi kullandırmış ama mali disiplinle maaşları geriletmiş, kamu yatırımlarını budamış,özelleştirmeleri dayatmış, vergileri ağırlaştırıp banka sisitemini hızla tasfiye ettirmişti. Hem alt-orta sınıfların hem de sermayenin bir kısmının canı yandı bu süreçte.

Aynı şeyi, Avrupalılar yaşarlar mı, esas mesele bu.

Bir de şu var: Ya bu pakette toplanan fonlar, borçlanan ülkeleri rehavete sürükler yeni batıklar ortaya çıkarırsa ? O zaman pirincin taşını kim,nasıl ayıklayacaktır? Hadise dönüp dolaşıp ülke içi sınıf kavgasında düğümleniyor.

***


Kaynak: TÜİK,TCMB veri tabanları, 2010 istihdam verisi Ocak ayına aittir.

Türkiye’de dövizdeki tırmanma, kalkan operasyonuyla sakinledi, ama şimdilik. Bu arada açıklanan sanayi, cari açık verileri, bir yeni büyüme ivmesi yakalansa da, malum hastalıkların aynen sürdüğünü ve bildik cari açık krizlerinden birine daha yol alındığını ortaya koyuyor. Sanayi üretimde, her ne kadar kriz öncesi çizgi yakalanmamış olsa da kısmi bir toparlanma var. Ama, sanayi toparlanıp ihracat artmış göründükçe, cari açığın bütün haşmetiyle geri döndüğü anlaşılıyor. 2008’in ilk 3 ayında 12,3 milyar dolar olan cari açık, 2009’un ilk 3 ayında, yani ekonominin yüzde 14 dolayında küçüldüğü 2009 ilk çeyreğinde, azalan ithalat talebinin etkisiyle, 2 milyar doların altına düşmüştü. Ama, sanayinin toparlandığı, ihracatın arttığının büyük bir şamatayla açıklandığı 2010’un ilk çeyreğinde, cari açık hazretlerinin 10 milyar doların eşiğine geldiği de açıklandı. Böylece, dönüp dolaşıp aynı filmi seyretmeye başladık.

Bu sağlıksız büyümenin bir kamburu da istihdam yaratmaması. Henüz 2010’un mart verisi açıklanmadı ama 2008 martında 4 milyon 403 bin olan sanayi istihdamı, 2009 Mart’ında 409 bin kayıpla 3 milyon 994 bine inmişti. Ocak 2010’da bu sayı 4 milyon 281 bine çıksa da 2008’in ocak ayından 128 bin kişi geride. Mart verileri açıklandığında kaybın telafi edilip edilmediğini göreceğiz.

Ama net olan bir şey, bu, dış kaynağa dayalı, ithal girdiye bağımlı büyüme, en az emeği kullanıp en az ücreti ödeyerek doğrulmaya çalışsa da, cari açık kamburunu büyüterek yeni bir hüsrana yine koşar adım ilerlemek istiyor.
Bu kadar bile bile lades olur mu?

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Yeni Bir Dış Şoka Hazır mısınız?

Mustafa Sönmez

10.05.2010, Pazartesi
Türkiye, dünya kapitalizminin 2002-2007 dönemindeki likidite bolluğu ile 2001 krizi sonrası “lale devrini” yaşadıktan sonra 2008’den başlayarak teklemeye başladı, büyüme temposu düştü ki…Bunun üstüne bir dış şok geldi. ABD merkezli küresel krizin dalgaları 2008’in son çeyreğinde Türkiye’yi de fena vurdu…İlk elde bir kur şoku yaşandı, dolar 1.80TL’leri gördü. Hemen ardından ihracat geriledi, iç talep düştü, akabinde fabrikalarda makineler durdu , işçiler çıkarıldı. Bu iç kırılganlığa binen ilk dış şokun 2009 bedelini özetleyelim: Yüzde 5’e yakın küçülme, kişi başına gelirde 2 bin dolar gerileme, resmi işsizliğin yüzde 11’den yüzde 14’e yerleşmesi, , sanayide reel ücretlerin 15 ayda yüzde 18 gerilemesi (tarihinde ilk kez nominal ücretlerin düşmesi…)…Bütün bu çöküş yaşanırken dişe dokunur bir muhalefetin örgütlenememesi, saman alevi türü işçi parlamalarının dışında olan bitenin bir güzel sineye çekilmesi ve AKP’nin her tür ekonomik, siyasi, ideolojik manipülasyonuna, etkin bir emek muhalefetinin örgütlenememesi…

Ama bitmedi, bitmeyecek; şimdi yeni bir dış şoka giriyor Türkiye.

***

2007-2008 küresel krizinin ilk perdesinde olay ABD’de geçiyordu, ikinci perdede Avrupa ana mekan. Küresel kriz ateşini söndürmek üzere yapılan devlet müdahaleleri, krizde ikinci perdenin adını da koydu: “Devletin mali krizi”…En zayıf halkanın Yunanistan olduğu anlaşıldı. Yunanistan öyle bir durumda ki, tedavisi yılları bulacak, o da acı reçeteye ikna olursa… Geliri artmayan, hatta düşen bir halkın, uzunca süre böyle bir fedakârlığa katlanması kolay mı? IMF, reçeteyi vermiş: Bunlardan ilki kamu açıklarının sıkı bir biçimde azaltılması, kamu borç stokunun düşürülmesi. İkincisi ise Yunan ekonomisine rekabet gücü kazandırılması. Yunanistan'ın kamu borcunun yüzde 85'i yabancılara ve onlar da tedirgin… Bu da Avro’nun istikrarını bozuyor. Dolara kaçışı kamçılıyor.

Gelin görün ki, sorun Yunanistan ile bitmiyor. AB ülkeleri arasında Almanya ve Fransa’nın “ayrışması” tezi bir efsane…Hepsi Avrodan dolayı aynı gemideler. Bir bütün olarak alındığında AB’de kamu açığının GSYH'ye oranı yüzde 7’ye yakın ve kamu borcunun GSYH'ye oranı ise yüzde 74. Krizin başta, Portekiz ve İspanya olmak üzere başka ülkelere bulaşması çok mümkün. Hatta İrlanda, İtalya ve İngiltere’yi topun ağzında görenler az değil…

Esas korku İspanya. Zaten iç tasarruf oranı yüzde 20 dolayında, işsizliği yüzde 20’yi bulmuş, kemer sıkmaya kalksa ne kadar sıkabilir ? Üstelik kıtayı sarsacak kadar büyük bir ekonomi. Yunanistan'ın 2009 için likidite gereksimi 73 milyar dolarken İspanya'nınki 280 milyar dolar, karşılaması gereken borç miktarı da 225 milyar dolar.

Açık olan şu: Yunanistan paketi, ne Yunanistan'ın, ne de AB'nin problemini çözecektir. Bu kriz, banka bilançoları üstünden AB'nin tamamına, oradan da kürenin kalan bölgelerine yayılacaktır. ABD’ye ait “toksik kağıtlar”, ifadesi şimdi Yunan devlet bonoları için kullanılacaktır. Bankaların bilançolarında bu kağıtların olup olmadığı sorgulanıp içe kapanmalar, kasılmalar yaşanacaktır, bankalar birbirleriyle işlem yapmayı keseceklerdir. Avrupa bankalarının pasifleri yani borçları değişmezken, aktifleri, yani varlıkları azalacaktır. Sadece Yunanistan’ın değil, sıradaki ülkelerin ortaya çıkacak kamu borç stokları tüm AB’nin yükü olarak görülmek ve baş edilmek durumunda…

***

Türkiye, bu yeni dış şokta ilk etkiyi, sıcak paranın çıkışı ile yaşıyor. Sıcak para hem puslu havadan daha çok kazanmak için yüksek faizli Yunan, Portekiz, İspanya bonolarından voli için çıkıyor hem de Türkiye gibi ülkeleri pek iyi bir geleceğin beklemediğini gördüğü için…İkisi de olabilir…

Bütçe açığı ve cari açık, Türkiye’nin temel kırılganlıkları. Şimdilerde Avrodaki düşüşü, dolara kaçış izliyor. Türkiye’nin döviz geliri Avro, döviz gideri dolar ağırlıklı. Dolayısıyla gidişat aleyhine. Büyümesi dış kaynak girişine bağlı. Sıcak para çıkınca makineler tekler, dönmez. Avro düşünce ihracat ve turizme zarar verir, dolar yükselince ithalat faturası ve dış borcu çevirme maliyeti artar. Şimdi bunları , tıpkı 2008’in son çeyreği ve 2009’un ilk mevsiminde olduğu gibi yeniden yaşamak çok muhtemel. Yeni tensikatlar, işsizlikler, yoksullaşmalar kapıda.

İsteyen sineye çeker, isteyen artık yeter der…Keyfiyet umuma aittir.

8 Mayıs 2010 Cumartesi

AKP’ye İnat, İçmeye Devam…

Mustafa Sönmez

08.05.2010, Cumartesi
Bir okuru Melih Aşık’a, “22 Türk büyüğü” diye bir liste göndermiş...
Şöyle sıralanıyorlar büyükler : “Efe Yeşil, Efe Mavi, Efe Siyah, Çilingir, Ata, Burgaz, Burgaz Yeşil, Rakı Turka, Fasıl Mavi, Fasıl Yeşil, Mercan, İzmir, İzmir Sakızlı, Yekta, Yeni, Kulüp, Altınbaş, Tekirdağ, Tekirdağ Altın Seri, Mest Misket, Sarızeybek, Mest Sultaniye...”
Melih Abi diyor ki, “AKP iktidarında rakılar çeşitlendi, çekici hale getirildi. Akşamcılar mutlu. Bir nevi bu tür faydaları da oldu iktidarın...”…

Öyle mi acaba?

***

Özelleştirmeler sonrası içki ve sigara işine TAPDK, yani Tütün Alkol Piyasası Denetim Kurulu bakıyor. Onların verilerine bakılırsa nüfustaki yıllık yüzde 1,5 artışa karşın rakı tüketimimiz artmamış pek. Nüfusumuza ek olarak konaklayan 20 milyon küsur turisti de hatırlayın. Verilerden hareketle yerli üretimi ve ithalatı eklediğimizde, rakı duraklarken (kaçak üretimi saymıyorum) şarap, ille de bira tüketiminde sıkı bir artış var. Yani, muhafazakar AKP iktidarı, fiili yasaklamalar, mahalle baskıları ile içki satan yerleri, lokantaları sindirse de genelde, “içmeye devam!...” deyip Türkiye halkı içki tüketmeye,”şerefe” kadeh kaldırmaya devam etmiş görünüyor.


Kaynak:TAPDK veri tabanı

Rakı, şarap, bira, Türkiye’de en çok tüketilen içkiler. 2004’te rakı tüketimi 42 milyon litre iken, izleyen yıl biraz azaldıktan sonda 2006’da 44 milyon litreye çıkmış rakı ama sonra yine dalgalanmış ve en son 2009’da 42,2 milyon litre olmuş. Yani nüfus artıyor ama rakı tüketimi yeterince artmamış. Ama bu arada şarap ve rakının tüketimi hızlanmış görünüyor. Şarapta özellikle son 2 yıldır bir tırmanma var. Şarapta 2004’te 25 milyon litre olan satışlar 2008’de 35, 2009’da 44 milyon litreye kadar çıkmış. Bunda bazı teşvikler etkili olmuş görünüyor. Ama esas patlama birada. 2004’te 761 milyon litre olan bira tüketiminin özellikle son 3 yıl hızla arttığı ve 2009’u 825 milyon litre ile kapattığını görüyoruz. İçkide eğilimin rakıdan şarap ve biraya doğru yöneldiğini söylemek yanlış olmasa gerek. 2004-2009 döneminde yıllık rakı tüketimi 40-42 milyon litre bandında kalırken şarabın atağa geçerek yıllık 28 milyon litreye çıktığı, ama alkolü, dolayısıyla fiyatı görece düşük biranın, içkideki iktidarının pekişmekte olduğu ve yıllık 854 milyon litreyi geçtiği görülüyor.

***

AKP baskılarına rağmen “içmeye devam”, bu ürünlere yapılan sıkı zamlara rağmen gerçekleşmiş. 2003’ün başından bu yana, yani AKP iktidarını içeren 88 ayda tüketici fiyatlarındaki artış yüzde 88,5 olmuş. Aynı dönemde alkollü içkiler ve sigaradaki fiyat artışları ise yüzde 231 olarak gerçekleşmiş. Yani, tiryakilere, akşamcılara aşırı zamlarla, ortalama enflasyonun yüzde 162 üstünde yük bindirilmiş. Bu yükün önemli bir kısmını AKP iktidarı bütçeye çekmiş. Mesela, 2006’da içki ve tütünden alınan özel tüketim vergisi (ÖTV) 11 milyar TL’ye , 2009’da 14 milyar TL’ye yaklaşmış. Bu, bütçe gelirlerinin yüzde 6’sından fazladır. Yani içki ve tütün tüketicilerinden alınan dolaylı vergiler, bütçe kaynaklarının yüzde 6’sını oluşturmuştur. Bu, ulusal gelirin de yüzde 1,5’u demektir ve insafsızlıktır!...

AKP zam ve vergi politikalarıyla, özelleştirme furyasıyla, temel damak tadımız olan rakıya kötülük yapmış, rakıyı metalaştırmış, “sulandırmıştır”.İçilebilir rakı pahalı hale gelince, gücü yetmeyen, rakı hayal ederek biraya dayanmıştır. Herşeye rağmen, halkın tercihi bellidir: Rakı, şarap, bira fark etmeden, AKP’ye inat, durmak yok, içmeye devam….

7 Mayıs 2010 Cuma

Gülme Komşuna, Gelebilir Başına…

Mustafa Sönmez

07.05.2010, Cuma
Gişe rekoru kıran filmlerin, satış rekoru kıran kitapların hep felaket konulu oldukları hiç dikkatinizi çekti mi ? Savaşları, doğal felaketleri, yıkımları konu alan yapıtlar…Nedendir insanoğlunun buna ilgisi ? Psikanaliz, bu ilgiyi,çiğ süt emmiş insanoğlunun, “onların başına gelen benim başıma gelmiyor ya…İyi ki bizim başımıza gelmiyor ” avuntusuyla izlediğini söyler. Komşu Yunanistan’daki fiili ayaklanmayı yüreği ağzında izleyen Türklerin çoğu da, benzer bir duygu içinde. Ne var ki, böyle karanlıkta ıslık çalarak komşudaki yangının buralara sıçramayacağının hiç garantisi yok. Öyle kırılgan bir ekonomik yapısı var ki Türkiye’nin, bu yaşananlar çok geçmeden Türkiye’de zaten var olan kırılganlıkları biraz daha artıracak ve bakın o zaman neler olacak…

Türkiye’nin kırılganlıkları vahim; manevra alanı da çok dar. Baksanıza; biraz canlanma ile birlikte dış ticaret açığı kendini hemen gösteriverdi. Kısır döngü ortada: Dış kaynak girişi ile büyüyünce, cari açıkla yeniden tanışıyorsunuz, enflasyon azınca da faiz terapisine giriyor ve kaçınılmaz olarak küçülmeye gidiyorsunuz… Bu istikrarsız salınım, bu dar alanda kısa paslaşmanın üstüne bir de Güney Avrupa krizi geliyor, hem de ağır biçimde…

***

2010 sokağın yılı . Sokak kaynıyor, daha da kaynayacak. Kamu maliyesinden ağır sorunlu Yunanistan’ın sokağında yaşananları çok geçmeden Portekiz, büyük bir ihtimalle İspanya’nın ,Güney Kıbrıs’ın, İrlanda’nın sokaklarında görürseniz şaşırmayın. Bu kaçınılmaz. Çünkü bütçe açığı ve çevrilemeyen kamu dış borç yükü sorununun çözümüne dönük programlar, eninde sonunda kamunun uygulayacağı acı reçetelerden geçer: Yeni vergiler getirilir, kamunun harcamaları kısılır.

Harcamaların kısılması, içinde maaşların kısılması, kamu personel sayısının azaltılması, emeklililk haklarının budanması gibi sevimsiz önlemler içerir. Sağlıktan, eğitimden kısmak, bunların faturasını halka yıkmak vardır bu paketin içinde ve şimdi bunlar Yunanistan’da programa alınmış durumda… Kamu çalışanlarının maaşları yüzde 20-25 kadar kısılacak, KDV 2 puan artacak, benzine, gayrimenkule ve tuzu kuru şirketlere ek vergiler gelecek. Bu önlemlerle 30 milyar Avro tasarruf bekleniyor. Hedef, acı reçeteyi 5 yıl, 2014'e kadar uygulamak ve böylece bütçe açığını yüzde 3'ün altına çekmek.

Ağırlıkla Alman bankalarının alacaklı olduğu Yunanistan'a mevcut borcunu çevirmesi ve en az ilk iki yıl taze kaynak kullanabilmesi için Avro üyeleri 80 milyar, IMF de 30 milyar Avro borç verecek. Bu, Yunanistan yangını için göze alınan ve Alman bankalarını kurtarmak için göze alınan maliyet…Ya sıradakiler? Onların ortaya çıkaracağı maliyet ne olacak ?

***

Gelelim Türkiye’ye etkilere…2010’da, AB pazarının toparlanacağını ve ihracatını bu bölgeye yeniden yaparak büyüyeceğini uman Türkiye, AB’nin güney kanadının sıkıntıları nedeniyle beklediğine kolay kavuşamayacak. Avro’daki düşüş, dış pazar kaynaklı büyüme umutlarını azaltırken dolardaki artış başka sıkıntılara yol açacak.



Döviz gelirleri ağırlıkla Avro üstünden olan Türkiye’nin, birim ihracattan 1 Avro olarak eline geçen, Avronun düşüşü ile 2 bin TL’nin altına indi, Mayıs sonunda 1,900 TL’nin de altına düşebilir. Bu inişten, hem ihracat hem turizm darbe yiyecek. Avrodaki düşüşe karşılık dolardaki yükseliş, 1,500 TL’yi geçecek. Bu da, ithalatı, dış borç yükümlülüğü dolara odaklı Türkiye’ye durduğu yerde sıkıntılar yaşatacak, ithalat, daha da pahalılaştığı için Türkiye’nin büyümesi, rekabet gücü darbe yiyecek.

İkinci bir olumsuzluk, Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu sıcak paranın daha iyi faiz vadeden Yunan, Portekiz, İspanyol bonolarına kaçmaya başlaması ile yaşanıyor, yaşanacak. Bu da doları daha da tırmandıracak ve Türkiye’nin dış kaynak ihtiyacını büyütecek.

Türkiye’yi bu dar alandaki beyhude manevralardan çıkaracak şey, radikal bir makas değişikliği. Onu da yapacak bir iktidar yok.

Kemerleri sakın gevşetmeyin, komşuya da gülmeyin…

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Taksim’i Kopardık,Ya Ücretler?

Mustafa Sönmez

05.04.2010, Çarşamba
1 Mayıs’ın Taksim Meydanında kutlanması, AKP iktidarının bir lütfu muydu, sendikaların mücadelesinin bir sonucu mu ? 1 Mayıs görkemle kutlandı, çalışanların özgüveni arttı ama hala meydan tartışması yapılıyor. Meydan elbette ki dişe diş mücadele ile kazanıldı. AKP’nin biber gazıyla meydanı savunduğu nasıl unutulur? 32 yıl sonra o meydanda kızıl bayrakların dalgalanması bir mücadelenin ürünüdür. Tamam, nokta.

Sendikaların asli işlevi emeğin ekonomik-demokratik mücadelesi olduğuna göre, gelelim ücretler meselesine. Bu sütunda birkaç kez yazdım; 2008-2009 ücret verileri tarihin yüz karasıdır. Tarihte ilk kez, bırakın reel ücretleri, nominal ücretler geriletilmiştir. Bunu birkaç yazımda göstergelerle sergiledim. Hadi ben münafık iflah olmaz bir müzmin muhalifim, beni bırakın, bakın Devlet Planlama Teşkilatı(DPT), hesabı kitabı farklı mı yapmış: DPT’nin web sitesinden ulaşabileceğiniz “Temel Ekonomik ve Sosyal Göstergeler:Mart-Nisan 2010” veri setinin 9.Bölüm 3.tablosu Toplam Sanayide Birim ücret Endeksi başlığını taşıyor. DPT, o tablo da, küresel krizin Türkiye’yi etkisi altına aldığı 2008 son çeyreğinden 2009 sonuna kadar nominal ücretlerin yüzde 13’e yakın gerilediğini, bunun üstüne yüzde 6’ya yaklaşan enflasyonun da götürdükleri eklenince yüzde 18’e yakın reel gelir kaybının yaşandığını ortaya koyuyor.



Kaynak:DPT,Temel Ekonomik ve Sosyal Göstergeler,9.Bölüm Tablo 3

Bu tarihi bir yoksullaşmadır. Bu, alım gücünün, 15 ayda neredeyse beşte bir oranında gerilemesi demektir ki, tarihte böyle bir bozgun, böyle bir yoksullaşma konjonktürü yoktur!...

Sanayi ücretlerindeki gerileme, bankacılık dışında, hizmet sektörü için de sözkonusudur.

Bir şey daha: Burada kullanılan TÜFE’nin çalışanlar açısından daha yüksek seyrettiği, özellikle mutfak harcamalardaki enflasyonun yüzde 20’leri aştığı anımsandığında sanayi ücret reel kayıplarının rahatlıkla yüzde 20’nin üstüne çıktığını söylemek mümkündür. Bu yüksek enflasyon sonucu , hedef enflasyonla belirlenen memur maaşları da reel olarak gerilemiştir.

***

Peki ne yapılacaktır ? Bu gelir kaybı nereden telafi edilecektir: Yapılacak şey bellidir: 1 Mayıs alanının dolduran sendikalar, meslek kuruluşları, emek yanlısı tüm örgütler, partiler,dernekler güçbirliği yapacak ve hükümetten bu reel gelir kaybının vergi indirimleri ile telafisini isteyecek. Ücretten kesilen vergiden en az 5 puan indirim istenerek bu kaybın telafisi biraz olsun sağlanabilir. Hükümet bunun kaynak, bütçe açığına yol açacağını söylerse de, “açığı, vergi ödemeyenlerden, krizi fırsat bilip 2008 ücretlerimizi bile bize çok görenlerden çıkar, onların vergilerini yükselt” , denilmelidir. Evet, bankaların, şirketlerin kurumlar vergisi, varlıklı sınıfın servet vergileri artırılarak ,rant gelirleri vergilendirilerek adalet yolu bulunabilir. Kaçak vergiler, vergiden kaçınmalar önlenerek kaynak yaratılıp çalışanların kayıpları biraz olsun telafi edilebilir. Varlıklı sınıfın tükettiği lüks maddelere ek zam getirilerek bu kaynak yaratılabilir.

28 Mayıs, bir eylem günü olarak kararlaştırılmıştı konfederasyonlar tarafından. Bu günün içinin anlamlı taleplerle doldurulması gerekir. Bunun da ilk sırasına ücretin uğratıldığı bozgunu telafi için vergi indirimi talebi konulmalıdır.

İşte somut bir talep, somut bir mücadele maddesi.

Taksim’i geri aldık, ücret kayıplarını da geri alalım…

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Zaman, Birinci Gazete mi?

Mustafa Sönmez

03.05.2010, Pazartesi
Bir süredir Türkiye’de medya endüstrisi üstüne çalışıyorum. Medyanın sayılarını bulup onlarla analiz yapmak hiç kolay değil. Kayıt dışı, şaibeli çok şey var. Mesela, gazete satışlarını alalım. Yıllardır en çok satan gazetenin Zaman olduğu söylenir ısrarla. Son haftaların ortalama günlük satış iddiası da 900 bin!...En yakın rakibi Posta’nın satışı 500 bin, Hürriyet’inki 465 bin dolayında…Gerçekten Zaman’ın satışı 900 bin mi? Zaman, birinci gazete mi?

Fethullah Gülen Cemaati’nin gazetesi olarak bilinen Zaman’ı, Doğan Grubu’nun Yaysat’ı dağıtıyor. İlginç bulabilirsiniz ama, medyadaki kutuplaşmaya rağmen Zaman, “yandaş” Star’ı,Yeni Şafak’ı dağıtan Sabah’ın dağıtım şirketi Turkuvaz yerine, uzun yıllardır Yaysat’ı tercih ediyor. Peki Yaysat ne diyor bu “birinci gazete Zaman” iddiasına? Yaysat’ın sitesine girin görürsünüz; Zaman’ın tezgah satışı 20 bin, abone satışı 880 bin!...Zaman ile aynı hamurdan olan Türkiye’nin ise tezgah satışı 10 bin, abone satışı 135 bin olarak açıklanıyor!...



Yaysat, Zaman ve Türkiye’nin “dağıt” diye verdikleri gazeteleri, bürolarına iletiyor, ama oradan diğer gazeteler gibi bayilerin tezgahına gitmiyor. Zaman’ın özel adamları gelip gazeteleri alıp parasını da Yaysat’a ödüyorlar.Yaysat da komisyonunu alarak parayı Zaman’a teslim ediyor ve bu satışı “abone” satışı olarak kayıtlara geçiriyor.

Yaysat’ın bu satış raporları, reklamverenler için önemli. Nitekim, 900 bin satış ile birinci gazeteyim, inanmazsanız Yaysat’a sorun, diyen Zaman, Basın İlan Kurumu’ndan en çok resmi ilan alan üçüncü gazete. Zaman birinci gazete ise, satışı oranında daha fazla resmi ilan alması gerekmez miydi?

Zaman, 880 bin abonem var iddiasını 2009’da 886 milyon TL’yi bulan yazılı basın reklamlarını verenlerin de önüne koyuyor. Buna reklamveren ne kadar inanıyor, bilinmez, ama özellikle AKP iktidarının yükselişi ile birçok ünlü marka, Zaman’ın reklam taleplerini geri çevirmeyi göze alamadı.

***

Zaman, madem birinci gazete, bunun internet üstünden de kanıtlanması gerekmez mi? İşte orada takke düşüyor, kel görünüyor!…İnternet alanında uluslararası ölçüm yapan alexa.com’un verilerine göre Türkiye’nin en çok ziyaret edilen ilk 100 internet sitesi arasında Hürriyet 6’ncı, Milliyet 8’nci sırayı alırken, diğer medya sitelerinin tıklanmaya göre sıralaması şöyle: Sabah (18), Habertürk (19), ntvmsnbc (26), haber 7(31), Vatanım (32), İnternethaber (36), Zaman (57), ensonhaber (60), haberler.com (66), ligtv (81), Fotomaç (83), Samanyoluhaber (98). Gördüğünüz gibi, birincilik iddiası olan Zaman, tıklanmada 57’nci, Grubun TV kanalının portalı Samanyoluhaber ise tıklanmada 98’nci

Gülen cemaati, gazetesi Zaman’ı, yıllardır Doğan’ın Yaysat’ı üstünden kendi dağıtıcılarına ve oradan cemaate ulaştırıyor, sonra da “en çok gazeteyi biz satıyoruz” balonunu uçuruyor, kendisini 1 numara gösteriyor. Soru şu: neden cemaate dağıtılan gazetelerle 1 numara görünme çabası var ? İlan-reklam için mi? O da olabilir, ama esas neden başka. Neoliberal-İslamcılar, çoğunu beleşe, evlere, işyerlerine dağıttıkları gazetelerden imal balon tirajlarıyla, kuşattıkları topluma, “hegemonya, güç bizde !...” mesajını vermeyi daha çok önemsiyorlar. Yaratmış göründükleri ideolojik hegemonya, mahalle baskısı oluşturmaya da yarıyor.

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Onların Günü

Mustafa Sönmez

01.05.2010, Cumartesi
Bugüne dair en güzel sözü O söyledi, sözü O’na bırakmak gerek…

***

ONLAR

Onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
destanımızda yalnız onların maceraları vardır.

Onlar ki uyup hainin iğvâsına
sancaklarını elden yere düşürürler
ve düşmanı meydanda koyup
kaçarlar evlerine
ve onlar ki bir nice murtada hançer üşürürler
ve yeşil bir ağaç gibi gülen
ve merasimsiz ağlayan
ve ana avrat küfreden onlardır,
destanımızda yalnız onların maceraları vardır.

Demir,
kömür
ve şeker
ve kırmızı bakır
ve mensucat
ve sevda ve zulüm ve hayat
ve bilcümle sanayi kollarının
ve gökyüzü
ve sahra
ve mavi okyanus
ve kederli nehir yollarının,
sürülmüş toprağın ve nehirlerin bahtı
bir şafak vakti değişmiş olur,
bir şafak vakti karanlığın kenarından
onlar ağır ellerini toprağa basıp
doğruldukları zaman.

En bilgin aynalara
en renkli şekilleri aksettiren onlardır.
Asırda onlar yendi, onlar yenildi.
Çok söz edildi onlara dair
ve onlar için:
zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur,
denildi.


Nazım Hikmet